05-05-2008, 18:46
Ey Oğul! Gelip de Gitmemek Mümkün mü?
“Mahsül vermeyen bu topraktan bir kalp çıkarsa, onu büyük bir ganimet say.” M. İkbal
Doğup ta ölmemek, gelip de gitmemek mümkün mü oğul? İnsan ölümlü, gün akşamlı. Beşikten doğrulup ta uzaklara bakan her insan yavrusu mutlakâ mezarları görür, ölümü bilir. Her yolcu, beşikle mezar arasındaki yolları aşmak durumundadır. Günün birinde, sermâye-i ömür eriyecek, sayılı günler bitecek, son nefes verilecektir.
İnsan, beşikle mezar arasındaki sayısız yollardan dilediğini takib edebilir. Ne var ki, her yolun sonu hayra açılmıyor. Ağlaya ağlaya geldiğimiz dünyâdan, güle oynaya gitmemiz için bir iz sürmemiz gerekiyor. Bir iz ki, güller serpe serpe gitmiş ola. Hangi izi sürdüğümüz önemli. “Hayat, dönüşü olmayan bir yolculuk, akıp giden sudur.” Hayâtımızın mezara inen noktasında, o kritik anda, feryâd-u figân içinde, saçımızı başımızı yolmamak için emin adımlarla ilerlememiz gerekiyor. Hayat, deneme-yanılma usûlüyle öğrenilmiyor. Yolumuza Hak Teâlâ, “doğru” diyecek. İşte o kadar.
Yaratılmışsak, yaratan vardır. Yaratan varsa, yaratış maksadı da vardır. Yüce kudret, abes iş yapmaz, lâf olsun diye yaratmaz. Bu demektir ki; yaratılış maksadını iyi kavra ve o minvâl üzere yaşa.
Her ne kadar, kaderimiz bir muammâ ise de, yol tercihi bize bırakılmış gibi görünüyor. Bir istikâmete mecbûren sürülüyor değiliz. Tercih bize bırakılınca, bu işin bir netîcesi olacak, “suyu getirenle testiyi kıran bir olmayacaktır.”
İşte böyle oğul; günün birinde, bize emânet edilen her şeyi sâhibine teslim edip, âhiret yollarına revân olduğumuzda, hazırlıklar tamamlanmış olmalı. Durumun nezâketi, tâ baştan kavranmalı, niyetimiz sağlam, günler değerlendirilmiş olmalı.
Oğul, günümüzde insan sâdece fiziğiyle yaşatılmak istenmekte, ruh ve gönül boyutu görmemezlikten gelinmektedir. Bu sebeble, sosyâl hayâtımız tanzim edilirken, mânevî ihtiyaçlar yok sayılmıştır. Şehvet ve şöhret put hâline getirilmiştir. İnsanın bütünlüğü parçalanmıştır. Sonsuzluk için yaratılmış olan insan, sonu olan şeylerle yetinmeğe mahkûm edilmiştir. Bu tek boyutlu, sıkıcı ve sıkıntılı dünyâlara bilerek itilmiştir. Arş-ı Âlâ’dan gelen saâdet sinyâlleri insandan gizlenmiştir. Neticede toprak eve, (bedene) giren ruh tensel hazlarla yetinememiş, aradığını bulamamıştır. İnsan şimdi sürekli kan kaybetmekte, can çekişmektedir. Yaralarının ve kaygılarının üzerine kapanarak, yalnızlığına ve çâresizliğine ağlamaktadır.
Bu feryâd-u figânın temelinde mezkûr ihânet vardır. Toplum, bir intihar toplumu, bir cinâyet toplumu hâline gelmişse sebebi, fıtratın göz önünde bulundurulmamış olmasıdır.
Şanlı Kitâb’ımız şöyle buyuruyor:
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.”
“...biz ’a âitiz ve dünüşümüz de ’adır.”
“Bu âyette insanlık felsefesinin özü vardır. İnsan düşündükçe, hissettikçe hem âidiyetinin, hem de hedef ve gidişinin ’a olduğunu görecektir. Bunun dışındaki hiçbir mülâhaza insanı mutmain kılmayacaktır.
İnsan var olanla yetinemeyen bir özelliğe sâhiptir. O hep daha fazlasını ister. Gün gelir ona dünyâ da yetmez, taleplerine cevâp veremez olur. İşte tam da bu noktadan metafiziğe adım atabilirse ne âlâ. Atamazsa, maddî imkânları ne olursa olsun, aradığını bulâmamanın hayâl kırıklığını yaşamaya başlayacaktır. İsâbetli bir noktaya nazar edemezse nereye bakarsa baksın, doğru bir hedefe yürümüyorsa nereye giderse gitsin eli boş, gönlü kırık dönecektir. Bir kere insan fıtrat çizgisinden sapmaya görsün, kendi bütünlüğünü bozmaya görsün... Artık gidilecek bir yer olmadığı gibi, bir sükûn barınağı da bulunamayacaktır. İşte bu noktada insan, içki ve uyuşturucudan tarafa, ister istemez gözlerini dikecektir. Denize itilen, yılana sarılmasın da ne yapsın?
İşte oğul, bu uçurumlarda, bu çamurlarda insanın imdâdına peygaberler yetişir ve elinden tutar. Peygamberlerden sonra da vârisleri, yâni ulemâ-yı âmilin. Onlar, bir kişiyi, kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmak gibi olduğunu bilirler. İnsana fıtratını hatırlatır, sırat-ı müstekîmi işâret ederler. Peygamberler insana uzanan dost elidir. Hayra dâvetin gönüllü elamanlarıdır. Hiç yamuk yapmaz, fire vermezler. Onlar insanlık târihinin omurgasıdırlar. Dünya çağının önünden sonuna, bir altın zincir hâlinde uzar giderler.
Oğul, olup-bitenleri görüp-dururken, sâkin sâkin geviş getirmeyi anlamak mümkün müdür? Yangınları görmemezlikten gelmek te, umursamamak ta insanlık suçudur. Trajedileri boş gözlerle veyâ “hinoğlu hin” bir edâ ile seyretmek olur şey değildir. Bu hâl bir şuur çarpılması, bir sorumluluk eksikliği değilse nedir? Gönlün ve rûhun dünyâsını yok sayan maddeci medeniyet, insanlığı robotlar kavmi hâline getirirken, intihar sularına çekerken, vicdânıyla yaşayanlar, çitfe dünyâlara yaslananlar boş durabilir mi?
Sözün gücüne inananlar, tesiri ’tan (c.c) bekleyerek, her münâsib zaman ve zeminde bir güzel söz söylemeli, birgüzel tesbit, bir hadis-i şerif bir âyet-i kerîme arzetmeli. Arzedilenler muktezâ-yı hâle uygun olmalı. Bu bir tebliğ faâliyetidir ki, nisan yağmurları toprak için neyse, bu faâliyet te toprak için odur. Samîmî ve sıcak bir kâlpten çıkan söz, ’ın (c.c) izniyle nice çorak kâlpleri yeşertebilir, ölü gönülleri ihya edebilir, gam ve kederi dağıtabilir.
Tebliği bir ömür boyu sürdürürsek, azımsanmayacak hayırlı bir muhtevâya ulaşabiliriz diye düşünüyorum. Bilhassa çocukların ve gençlerin eğitiminde yoğunlaşmalı, güllerin ve çiçeklerin solmasına göz yummamalıyız. Şifâlı, derin ve sıcak yazlar ve kitaplar yayınlamalıyız. Faâliyetimizin, bugünden yarına tesirini görmek gibi gel-geç heveslere kapılmamalı, günün birinde nice güzelliklere yol açabileceğini hesâba katmalıyız. Bu, peygamberâne bir meşgûliyet, öze dönük bir çalışmadır.
Bu işlerin sevdâlısı azdır oğul. Sevdâlılar da ümmet-i Muhammed’in güneşi, havâsı ve yağmurudur.
Tebliğin sevdâlıları müesseseler kurmalı, kurulmuş olanlar değerlendirilmelidir. İçten kaynayan bu peygamber vârislerinin sabır gıdâları, gayret duâları, birlik silahları olmalıdır. “’ın birliği, mü’minlerin berâberliği” vazgeçilmezleri olmalıdır.
İnsanlık bu samimî evlâtlarını yetiştiremediyse, ne yapsa boştur: Yüzü güler özü ağlar, yatak bulur uyku bulamaz, servet bulur saâdet bulamaz vesselâm.
Oğul, insan perişan edilmeyecekse, Yaratan’ın mesajları asla gözardı edilmemelidir. Bir muammâ olan insanı, asrımızın bu yalnız yolcusunu, Hâlik-ı Zü’l Celâl ve cemâl değilse kim bilecek, kim anlatacaktır.
Bu noktada dipli temelli bir meseleyle karşı karşıyayız: İnsanı (c.c) mesajlarıyla izah edecektir. Peki, bu mesajları kim açıklayacaktır? Kur’an, dünyanın son gününe kadar yeni yeni bildiriler sunacaktır. Yeter ki iyi yetişmiş; insanı, dünyanın genel gidişini, Kelâm-ı Kadîm’in ne dediğini, ne demek istediğini anlayan âlimlerimiz mürşitlerimiz olsun.
* * *
Oğul, neden insanlık âlemi fazîletler istikâmetinde değil de rezâletler istikâmetinde yol alır, bilemiyorum.
Başlangıç bir peygamberledir. Madden ve mânen pırıl pırıl bir atmosfer. İnsan, İslâm fıtratı üzerine yaratıldı. Meleğin sesi de buna ilâve. Kötülük henüz bilinmiyor... Bu şartlarda pırıl pırıl bir hayat sürüp gitmeliydi. Bu şartlar, nefs-i emmâreyle şeytanın çabalarını çaptan düşürmeliydi.
Ne ki, hayâtın akışı böyle olmadı. Zehirli duygular sosyâl atmosferi kirletti. İnsan, insanın cenneti olamadı. Neden olamadı, bilemiyoruz. İnsanlık hep menfîye doğru bir seyir çizgisi takip etmiştir. Nihâyet, bir peygamber daha gönderilerek bu gidişe müdâhele edilmiştir. Sanki, insan fıtratında kötüye temâyül ağır basıyor gibidir. Yâhut ta, insanın meleğe benzeyen tarafları zor gelişmesine rağmen, zehirli âlemlere açılan yönleri, birden alevleniveriyor. Câhiliye döneminde haniflerin bu kadar az oluşu da bu düşüncemizi doğruluyor gibidir.
Günün birinde, Kur’ân’ı da bilen psikologlar yetişirse, insanı daha iyi tanıma imkânı bulabiliriz diye düşünüyorum.
İmdi, insanın realitesi buyken, cemiyetin boz-bulanık akışı da buna ilaveyken, medya ve internet, çoğunluğu itibariyle, bulanıklığı artırırken, fazilet ehli insanlar devede kulak nisbetindeyken, talim terbiye kurumları fıtrata rağmen dizayn edilmişken, insanın metafizikten mahrum kalması için ardı arası kesilmez mel’anetler sergilenirken, bu, insanın bile isteye, hesaplı kitaplı bitirilişiyken... Dost bir el, dost bin el bu gidişe, bu bitişe mutlaka müdâhale etmelidir. Bunlar öpülesi ellerdir. Bu dost müdâhalesine, oksijen kadar, güneş ve yağmur kadar muhtaçtır insanlık. Bu ihtiyâcın farkında olanların umursamazlık, gevşeklik ve oyalanma gibi lüksleri olamaz. Bu, insanlığın hayırlı evlâtlarının yekpâre bir mes’ûliyet, yekpâre bir samimiyet, yekpâre bir nur kesilmekten başka tercih imkanları yoktur. Onlar İbrâhimî ve Muhammedî misyonu bir sancak gibi yüksekte tutarlar. Sancaklarına tutuna tutuna dipten tepeye vakar kesilirler, insanlığın umûdu olurlar. İnsanlar bu sancağı ve bu “ adamları”nı gördükçe yaşama sevincini yeniler. Hayâtında bir mânâ, günlerin geçişinde bereket bulur. Kendini güvende, geleceğini aydınlık hisseder. Bu rabbânîler hayâtın gülen yüzü, insanlığın şansıdır oğul.
“Mahsül vermeyen bu topraktan bir kalp çıkarsa, onu büyük bir ganimet say.” M. İkbal
Doğup ta ölmemek, gelip de gitmemek mümkün mü oğul? İnsan ölümlü, gün akşamlı. Beşikten doğrulup ta uzaklara bakan her insan yavrusu mutlakâ mezarları görür, ölümü bilir. Her yolcu, beşikle mezar arasındaki yolları aşmak durumundadır. Günün birinde, sermâye-i ömür eriyecek, sayılı günler bitecek, son nefes verilecektir.
İnsan, beşikle mezar arasındaki sayısız yollardan dilediğini takib edebilir. Ne var ki, her yolun sonu hayra açılmıyor. Ağlaya ağlaya geldiğimiz dünyâdan, güle oynaya gitmemiz için bir iz sürmemiz gerekiyor. Bir iz ki, güller serpe serpe gitmiş ola. Hangi izi sürdüğümüz önemli. “Hayat, dönüşü olmayan bir yolculuk, akıp giden sudur.” Hayâtımızın mezara inen noktasında, o kritik anda, feryâd-u figân içinde, saçımızı başımızı yolmamak için emin adımlarla ilerlememiz gerekiyor. Hayat, deneme-yanılma usûlüyle öğrenilmiyor. Yolumuza Hak Teâlâ, “doğru” diyecek. İşte o kadar.
Yaratılmışsak, yaratan vardır. Yaratan varsa, yaratış maksadı da vardır. Yüce kudret, abes iş yapmaz, lâf olsun diye yaratmaz. Bu demektir ki; yaratılış maksadını iyi kavra ve o minvâl üzere yaşa.
Her ne kadar, kaderimiz bir muammâ ise de, yol tercihi bize bırakılmış gibi görünüyor. Bir istikâmete mecbûren sürülüyor değiliz. Tercih bize bırakılınca, bu işin bir netîcesi olacak, “suyu getirenle testiyi kıran bir olmayacaktır.”
İşte böyle oğul; günün birinde, bize emânet edilen her şeyi sâhibine teslim edip, âhiret yollarına revân olduğumuzda, hazırlıklar tamamlanmış olmalı. Durumun nezâketi, tâ baştan kavranmalı, niyetimiz sağlam, günler değerlendirilmiş olmalı.
Oğul, günümüzde insan sâdece fiziğiyle yaşatılmak istenmekte, ruh ve gönül boyutu görmemezlikten gelinmektedir. Bu sebeble, sosyâl hayâtımız tanzim edilirken, mânevî ihtiyaçlar yok sayılmıştır. Şehvet ve şöhret put hâline getirilmiştir. İnsanın bütünlüğü parçalanmıştır. Sonsuzluk için yaratılmış olan insan, sonu olan şeylerle yetinmeğe mahkûm edilmiştir. Bu tek boyutlu, sıkıcı ve sıkıntılı dünyâlara bilerek itilmiştir. Arş-ı Âlâ’dan gelen saâdet sinyâlleri insandan gizlenmiştir. Neticede toprak eve, (bedene) giren ruh tensel hazlarla yetinememiş, aradığını bulamamıştır. İnsan şimdi sürekli kan kaybetmekte, can çekişmektedir. Yaralarının ve kaygılarının üzerine kapanarak, yalnızlığına ve çâresizliğine ağlamaktadır.
Bu feryâd-u figânın temelinde mezkûr ihânet vardır. Toplum, bir intihar toplumu, bir cinâyet toplumu hâline gelmişse sebebi, fıtratın göz önünde bulundurulmamış olmasıdır.
Şanlı Kitâb’ımız şöyle buyuruyor:
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.”
“...biz ’a âitiz ve dünüşümüz de ’adır.”
“Bu âyette insanlık felsefesinin özü vardır. İnsan düşündükçe, hissettikçe hem âidiyetinin, hem de hedef ve gidişinin ’a olduğunu görecektir. Bunun dışındaki hiçbir mülâhaza insanı mutmain kılmayacaktır.
İnsan var olanla yetinemeyen bir özelliğe sâhiptir. O hep daha fazlasını ister. Gün gelir ona dünyâ da yetmez, taleplerine cevâp veremez olur. İşte tam da bu noktadan metafiziğe adım atabilirse ne âlâ. Atamazsa, maddî imkânları ne olursa olsun, aradığını bulâmamanın hayâl kırıklığını yaşamaya başlayacaktır. İsâbetli bir noktaya nazar edemezse nereye bakarsa baksın, doğru bir hedefe yürümüyorsa nereye giderse gitsin eli boş, gönlü kırık dönecektir. Bir kere insan fıtrat çizgisinden sapmaya görsün, kendi bütünlüğünü bozmaya görsün... Artık gidilecek bir yer olmadığı gibi, bir sükûn barınağı da bulunamayacaktır. İşte bu noktada insan, içki ve uyuşturucudan tarafa, ister istemez gözlerini dikecektir. Denize itilen, yılana sarılmasın da ne yapsın?
İşte oğul, bu uçurumlarda, bu çamurlarda insanın imdâdına peygaberler yetişir ve elinden tutar. Peygamberlerden sonra da vârisleri, yâni ulemâ-yı âmilin. Onlar, bir kişiyi, kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmak gibi olduğunu bilirler. İnsana fıtratını hatırlatır, sırat-ı müstekîmi işâret ederler. Peygamberler insana uzanan dost elidir. Hayra dâvetin gönüllü elamanlarıdır. Hiç yamuk yapmaz, fire vermezler. Onlar insanlık târihinin omurgasıdırlar. Dünya çağının önünden sonuna, bir altın zincir hâlinde uzar giderler.
Oğul, olup-bitenleri görüp-dururken, sâkin sâkin geviş getirmeyi anlamak mümkün müdür? Yangınları görmemezlikten gelmek te, umursamamak ta insanlık suçudur. Trajedileri boş gözlerle veyâ “hinoğlu hin” bir edâ ile seyretmek olur şey değildir. Bu hâl bir şuur çarpılması, bir sorumluluk eksikliği değilse nedir? Gönlün ve rûhun dünyâsını yok sayan maddeci medeniyet, insanlığı robotlar kavmi hâline getirirken, intihar sularına çekerken, vicdânıyla yaşayanlar, çitfe dünyâlara yaslananlar boş durabilir mi?
Sözün gücüne inananlar, tesiri ’tan (c.c) bekleyerek, her münâsib zaman ve zeminde bir güzel söz söylemeli, birgüzel tesbit, bir hadis-i şerif bir âyet-i kerîme arzetmeli. Arzedilenler muktezâ-yı hâle uygun olmalı. Bu bir tebliğ faâliyetidir ki, nisan yağmurları toprak için neyse, bu faâliyet te toprak için odur. Samîmî ve sıcak bir kâlpten çıkan söz, ’ın (c.c) izniyle nice çorak kâlpleri yeşertebilir, ölü gönülleri ihya edebilir, gam ve kederi dağıtabilir.
Tebliği bir ömür boyu sürdürürsek, azımsanmayacak hayırlı bir muhtevâya ulaşabiliriz diye düşünüyorum. Bilhassa çocukların ve gençlerin eğitiminde yoğunlaşmalı, güllerin ve çiçeklerin solmasına göz yummamalıyız. Şifâlı, derin ve sıcak yazlar ve kitaplar yayınlamalıyız. Faâliyetimizin, bugünden yarına tesirini görmek gibi gel-geç heveslere kapılmamalı, günün birinde nice güzelliklere yol açabileceğini hesâba katmalıyız. Bu, peygamberâne bir meşgûliyet, öze dönük bir çalışmadır.
Bu işlerin sevdâlısı azdır oğul. Sevdâlılar da ümmet-i Muhammed’in güneşi, havâsı ve yağmurudur.
Tebliğin sevdâlıları müesseseler kurmalı, kurulmuş olanlar değerlendirilmelidir. İçten kaynayan bu peygamber vârislerinin sabır gıdâları, gayret duâları, birlik silahları olmalıdır. “’ın birliği, mü’minlerin berâberliği” vazgeçilmezleri olmalıdır.
İnsanlık bu samimî evlâtlarını yetiştiremediyse, ne yapsa boştur: Yüzü güler özü ağlar, yatak bulur uyku bulamaz, servet bulur saâdet bulamaz vesselâm.
Oğul, insan perişan edilmeyecekse, Yaratan’ın mesajları asla gözardı edilmemelidir. Bir muammâ olan insanı, asrımızın bu yalnız yolcusunu, Hâlik-ı Zü’l Celâl ve cemâl değilse kim bilecek, kim anlatacaktır.
Bu noktada dipli temelli bir meseleyle karşı karşıyayız: İnsanı (c.c) mesajlarıyla izah edecektir. Peki, bu mesajları kim açıklayacaktır? Kur’an, dünyanın son gününe kadar yeni yeni bildiriler sunacaktır. Yeter ki iyi yetişmiş; insanı, dünyanın genel gidişini, Kelâm-ı Kadîm’in ne dediğini, ne demek istediğini anlayan âlimlerimiz mürşitlerimiz olsun.
* * *
Oğul, neden insanlık âlemi fazîletler istikâmetinde değil de rezâletler istikâmetinde yol alır, bilemiyorum.
Başlangıç bir peygamberledir. Madden ve mânen pırıl pırıl bir atmosfer. İnsan, İslâm fıtratı üzerine yaratıldı. Meleğin sesi de buna ilâve. Kötülük henüz bilinmiyor... Bu şartlarda pırıl pırıl bir hayat sürüp gitmeliydi. Bu şartlar, nefs-i emmâreyle şeytanın çabalarını çaptan düşürmeliydi.
Ne ki, hayâtın akışı böyle olmadı. Zehirli duygular sosyâl atmosferi kirletti. İnsan, insanın cenneti olamadı. Neden olamadı, bilemiyoruz. İnsanlık hep menfîye doğru bir seyir çizgisi takip etmiştir. Nihâyet, bir peygamber daha gönderilerek bu gidişe müdâhele edilmiştir. Sanki, insan fıtratında kötüye temâyül ağır basıyor gibidir. Yâhut ta, insanın meleğe benzeyen tarafları zor gelişmesine rağmen, zehirli âlemlere açılan yönleri, birden alevleniveriyor. Câhiliye döneminde haniflerin bu kadar az oluşu da bu düşüncemizi doğruluyor gibidir.
Günün birinde, Kur’ân’ı da bilen psikologlar yetişirse, insanı daha iyi tanıma imkânı bulabiliriz diye düşünüyorum.
İmdi, insanın realitesi buyken, cemiyetin boz-bulanık akışı da buna ilaveyken, medya ve internet, çoğunluğu itibariyle, bulanıklığı artırırken, fazilet ehli insanlar devede kulak nisbetindeyken, talim terbiye kurumları fıtrata rağmen dizayn edilmişken, insanın metafizikten mahrum kalması için ardı arası kesilmez mel’anetler sergilenirken, bu, insanın bile isteye, hesaplı kitaplı bitirilişiyken... Dost bir el, dost bin el bu gidişe, bu bitişe mutlaka müdâhale etmelidir. Bunlar öpülesi ellerdir. Bu dost müdâhalesine, oksijen kadar, güneş ve yağmur kadar muhtaçtır insanlık. Bu ihtiyâcın farkında olanların umursamazlık, gevşeklik ve oyalanma gibi lüksleri olamaz. Bu, insanlığın hayırlı evlâtlarının yekpâre bir mes’ûliyet, yekpâre bir samimiyet, yekpâre bir nur kesilmekten başka tercih imkanları yoktur. Onlar İbrâhimî ve Muhammedî misyonu bir sancak gibi yüksekte tutarlar. Sancaklarına tutuna tutuna dipten tepeye vakar kesilirler, insanlığın umûdu olurlar. İnsanlar bu sancağı ve bu “ adamları”nı gördükçe yaşama sevincini yeniler. Hayâtında bir mânâ, günlerin geçişinde bereket bulur. Kendini güvende, geleceğini aydınlık hisseder. Bu rabbânîler hayâtın gülen yüzü, insanlığın şansıdır oğul.