08-05-2008, 22:00
Mahalleli her sabah aynı saatte, aynı sese uyanır. O vakitlerin sessizliğinde korkunç bir gürültüdür bu. Bakkal Muzaffer Amca, tüm kuvvetiyle dükkânının kepenklerini kaldırmıştır. Gürleyerek kalkan kepenkler de mahalleliyi kaldırmıştır yatağından. Saati hiç şaşmaz bu işin; her sabah saat beş on beş...
Sabah ezanı okunalı henüz birkaç dakika olmuştur. O gürültü, isteyip de ezana uyanamayanlara sunulmuş bir nimettir. Kalkar, sabah namazlarını kılarlar. Namaza kalkmak gibi bir derdi olmayanlara ise işkenceden beterdir. Fakat o ses sevilse de sevilmese de, mahallede Muzaffer Amca çok sevilir.
Böyle insanlar ilgimi çekmiştir hep. İlk müşterisine, dükkânını açmasından neredeyse iki saat sonra satış yapacak bir insan ne diye dükkânını daha gün doğmadan açar ki? Ne zaman evine gider, ne zaman uyur, nasıl uyanıp dükkânına gelir, anlamak mümkün değildir.
Erken kalkabildiğim vakitlerde Muzaffer Amca‘yı gizliden gizliye çok izlemişimdir balkondan. Kepenkleri kaldırır, dükkânın ışıklarını yakar. Kısa bir temizlik, ardından piknik tüpünde demlenen çay...
Başkalarının güne yeni merhaba deyip, yarı uykulu kahvaltı sofralarına oturdukları bir vakitte, Muzaffer Amca ikinci demliğe başlamıştır bile. Hep kıskanmışımdır; çay tiryakisiyim diyeceksen, işte böyle olmalı...
Muzaffer Amca‘nın bahsi bizim evde sık geçer. Ne zaman uykudan konu açılsa mutlaka önce o anılır. Sonra babam başlar nasihat çekmeye:
- Eskinin adamları böyledir. Erken kalkarlar. Güneşi üzerlerine doğdurmazlar. Allah‘ın bereketi doğar üzerlerine. Eee! Ne demiş eskiler: Erken kalkan yol alırmış! Muzaffer Amcan senelerdir böyledir. Bu huyu yüzünden rahmetli deden de çok severdi onu...
Dedem de severmiş onu. Ben dedemi görmedim. Doğduğum sene rahmetli olmuş. Fakat görenlerden, bilenlerden onun hikâyelerini dinlemeyi hep sevdim. Defalarca Muzaffer Amca‘ya da anlattırdım. Tabii başka bir sürü eski hikayeleri de...
Birkaç ay evveldi. Ayazın Ankara‘dan henüz el etek çekmediği bir bahar sabahı... Saat altı civarı. Kahvaltıya sıcak ekmek almak için Muzaffer Amca‘ya indim. Aklımda ayaküstü üç beş dakika muhabbet etmek de var. Ekmeği aldım, havadan sudan konuştuk. Tam çıkacaktım ki, tanıdık bir mahalleli dükkâna girdi. Henüz selam vermişti ki, ardından başka biri. Bir yabancı. Hiç birimiz tanımıyoruz.
Orta yaşlı, saçı başı dağınık, yüzünde tedirginlik ve mahcubiyet bir arada. Elinde de boş bir simit tepsisi. Ne simitçiye benziyor, ne bakkala gelmiş bir müşteriye. Daha çok bir dilenci gibi. Merak ettim, kapının yanında beklemeye başladım. Adam, halinden beklenmeyecek ölçüde düzgün, anlatmaya başladı:
- Özür diliyorum, birkaç dakikanızı alacağım, kusuruma bakmayın. Ben simitçiyim. Dün son paramla çocuğuma ilaç aldım. Param kalmadı. Bugün de simit alıp satmak için iki milyon liraya ihtiyacım var. Allah rızası için... Beni dilenci olarak görmeyin. Dolandırıcı da değilim. Evde satacak bir şey kalmadı. Ben de -iç cebinden bir şarkı kaseti çıkardı- bu gördüğünüz kaseti ucuz bir fiyata satıp sermayemi çıkartayım dedim. Bunu iki milyon liraya satın almak ister misiniz?
Adamın söyledikleri, tavrı gerçekten etkileyici idi. "Ben alabilirim." demeye hazırlanıyordum ki, diğer kişi, tanıdığımız mahalleli atıldı:
- Hadi kardeşim, hadi git işine! Senin gibileri çok gördük!..
Ne Muzaffer Amca, ne ben; hiçbir şey diyemeden, ne diyeceğimizi henüz hesaplamamışken adam şöyle bir baktı, başını eğdi, kasetini avucunda utanılacak bir şey varmış gibi sakladı, çıkıp gitti.
Yutkunamadım. Simitçiye yardımcı olamadım. Kovan adama kızamadım. Olduğum yerde kalakaldım öylece...
Bir dilenci, bir dolandırıcı mıydı? Gerçekten yardıma muhtaç bir insan mıydı? Yoksa hiç ummadıkları bir anda,
ufacık bir bakkalda Allah‘ın sınadığı şu birkaç insanın ayağına gelmiş Hızır mıydı? Kimdi?
Hâlâ düşünür dururum, o adam ne bir dilenci ne de bir dolandırıcı olabilirdi. Her haline sinmiş derin bir mahcubiyetle derdini anlatmaya çalışan bir adam... Evet, dilenci olamazdı. Soğuk bir sabahın altısında hangi dilenci sokak arasındaki bu küçük bakkalda piyasa ederdi? Hele bakkaldan çıkıp gidişi...
Koşup yakalamak istemiştim ama yok olmuştu sanki. Kuş olup gökyüzüne mi karışmıştı? Yoktu işte!
Her ne olursa olsun, bir insan horlanmıştı, aşağılan-mıştı, kalbi kırılmıştı sabahın altısında. Aklıma her gelişinde ince bir sızı duyarım içimde. O adam, elinde bir kaset, boş bir simit tepsisi...
Ve sevgili Muzaffer Amca... O sabahtan sonra, sanki içine çöreklenen bir bulutun gölgesi kaldı yüzünde. Ne zaman karşılaşsak, hep konuşmamız gereken ama bir türlü birbirimize söyleyemediğimiz bir sırrın ağırlığı altında birlikte ezildik. Birbirimizin gözlerine bakamadık.
Sabahın Altısında Bir Kalp Kırıldı
Sadık ŞANLI
Sabah ezanı okunalı henüz birkaç dakika olmuştur. O gürültü, isteyip de ezana uyanamayanlara sunulmuş bir nimettir. Kalkar, sabah namazlarını kılarlar. Namaza kalkmak gibi bir derdi olmayanlara ise işkenceden beterdir. Fakat o ses sevilse de sevilmese de, mahallede Muzaffer Amca çok sevilir.
Böyle insanlar ilgimi çekmiştir hep. İlk müşterisine, dükkânını açmasından neredeyse iki saat sonra satış yapacak bir insan ne diye dükkânını daha gün doğmadan açar ki? Ne zaman evine gider, ne zaman uyur, nasıl uyanıp dükkânına gelir, anlamak mümkün değildir.
Erken kalkabildiğim vakitlerde Muzaffer Amca‘yı gizliden gizliye çok izlemişimdir balkondan. Kepenkleri kaldırır, dükkânın ışıklarını yakar. Kısa bir temizlik, ardından piknik tüpünde demlenen çay...
Başkalarının güne yeni merhaba deyip, yarı uykulu kahvaltı sofralarına oturdukları bir vakitte, Muzaffer Amca ikinci demliğe başlamıştır bile. Hep kıskanmışımdır; çay tiryakisiyim diyeceksen, işte böyle olmalı...
Muzaffer Amca‘nın bahsi bizim evde sık geçer. Ne zaman uykudan konu açılsa mutlaka önce o anılır. Sonra babam başlar nasihat çekmeye:
- Eskinin adamları böyledir. Erken kalkarlar. Güneşi üzerlerine doğdurmazlar. Allah‘ın bereketi doğar üzerlerine. Eee! Ne demiş eskiler: Erken kalkan yol alırmış! Muzaffer Amcan senelerdir böyledir. Bu huyu yüzünden rahmetli deden de çok severdi onu...
Dedem de severmiş onu. Ben dedemi görmedim. Doğduğum sene rahmetli olmuş. Fakat görenlerden, bilenlerden onun hikâyelerini dinlemeyi hep sevdim. Defalarca Muzaffer Amca‘ya da anlattırdım. Tabii başka bir sürü eski hikayeleri de...
Birkaç ay evveldi. Ayazın Ankara‘dan henüz el etek çekmediği bir bahar sabahı... Saat altı civarı. Kahvaltıya sıcak ekmek almak için Muzaffer Amca‘ya indim. Aklımda ayaküstü üç beş dakika muhabbet etmek de var. Ekmeği aldım, havadan sudan konuştuk. Tam çıkacaktım ki, tanıdık bir mahalleli dükkâna girdi. Henüz selam vermişti ki, ardından başka biri. Bir yabancı. Hiç birimiz tanımıyoruz.
Orta yaşlı, saçı başı dağınık, yüzünde tedirginlik ve mahcubiyet bir arada. Elinde de boş bir simit tepsisi. Ne simitçiye benziyor, ne bakkala gelmiş bir müşteriye. Daha çok bir dilenci gibi. Merak ettim, kapının yanında beklemeye başladım. Adam, halinden beklenmeyecek ölçüde düzgün, anlatmaya başladı:
- Özür diliyorum, birkaç dakikanızı alacağım, kusuruma bakmayın. Ben simitçiyim. Dün son paramla çocuğuma ilaç aldım. Param kalmadı. Bugün de simit alıp satmak için iki milyon liraya ihtiyacım var. Allah rızası için... Beni dilenci olarak görmeyin. Dolandırıcı da değilim. Evde satacak bir şey kalmadı. Ben de -iç cebinden bir şarkı kaseti çıkardı- bu gördüğünüz kaseti ucuz bir fiyata satıp sermayemi çıkartayım dedim. Bunu iki milyon liraya satın almak ister misiniz?
Adamın söyledikleri, tavrı gerçekten etkileyici idi. "Ben alabilirim." demeye hazırlanıyordum ki, diğer kişi, tanıdığımız mahalleli atıldı:
- Hadi kardeşim, hadi git işine! Senin gibileri çok gördük!..
Ne Muzaffer Amca, ne ben; hiçbir şey diyemeden, ne diyeceğimizi henüz hesaplamamışken adam şöyle bir baktı, başını eğdi, kasetini avucunda utanılacak bir şey varmış gibi sakladı, çıkıp gitti.
Yutkunamadım. Simitçiye yardımcı olamadım. Kovan adama kızamadım. Olduğum yerde kalakaldım öylece...
Bir dilenci, bir dolandırıcı mıydı? Gerçekten yardıma muhtaç bir insan mıydı? Yoksa hiç ummadıkları bir anda,
ufacık bir bakkalda Allah‘ın sınadığı şu birkaç insanın ayağına gelmiş Hızır mıydı? Kimdi?
Hâlâ düşünür dururum, o adam ne bir dilenci ne de bir dolandırıcı olabilirdi. Her haline sinmiş derin bir mahcubiyetle derdini anlatmaya çalışan bir adam... Evet, dilenci olamazdı. Soğuk bir sabahın altısında hangi dilenci sokak arasındaki bu küçük bakkalda piyasa ederdi? Hele bakkaldan çıkıp gidişi...
Koşup yakalamak istemiştim ama yok olmuştu sanki. Kuş olup gökyüzüne mi karışmıştı? Yoktu işte!
Her ne olursa olsun, bir insan horlanmıştı, aşağılan-mıştı, kalbi kırılmıştı sabahın altısında. Aklıma her gelişinde ince bir sızı duyarım içimde. O adam, elinde bir kaset, boş bir simit tepsisi...
Ve sevgili Muzaffer Amca... O sabahtan sonra, sanki içine çöreklenen bir bulutun gölgesi kaldı yüzünde. Ne zaman karşılaşsak, hep konuşmamız gereken ama bir türlü birbirimize söyleyemediğimiz bir sırrın ağırlığı altında birlikte ezildik. Birbirimizin gözlerine bakamadık.
Sabahın Altısında Bir Kalp Kırıldı
Sadık ŞANLI