Allahü Teala'nın Hayası
Dr. Dilaver SELVI
"Haya,Alahü Teala’nın sıfatı olduğu gibi mahluklarında sıfatıdır.Mahluklarda hasıl olan haya birkaç türlüdür...
Haya,Alahü Teala’nın sıfatı olduğu gibi mahluklarında sıfatıdır.Mahluklarda hasıl olan haya birkaç türlüdür... Birçeşidi:Adem (Aleyna Ve Aleykum Selam) da olduğu gibi utanmak şeklindedir. Buğday tanesini yedi. Üzerinden cennet elbiseleri çıkarıldı utanıp yüzünü döndürdü (bir başka rivayette ise koşmaya başladı) .Hak Teala: -Bizden kaçıyor musun buyurdu?Adem Aleyna Ve Aleykum Selam: -Hayır Ya Rabbi, Cennet elbiseleri üzerimden çıkarıldığı için utandım,mahcup oldum. Onun için yüzümü çevirdim, dedi. İkinci çeşit haya:İsrafil (Aleyna Ve Aleykum Selam) hayası gibi azamettir ,büyüklüktür.Rasulullah s.a.v bir hadisi şerifte: ‘‘ İsrafil aleyhisselam her gün yetmiş kere yüzünü kendi kanadı ile örter. -Ya İlahel Alemin! Ne yapayım sana layık bir secde ve rüku yapamadığımı biliyorum der’’ buyurmuştur. Hayanın 3. çeşidi: Meleklerde ve peygamberlerde (aleymüsselam) görülen heybet hayasıdır. Bunlar: ‘Ya Rabbi ! Seni tesbih ve tenzih ederiz. Sana layıkıyla ibadet edemedik’ demektedirler. Dördüncü çeşid haya: hürmet ve hizmettir. Musa aleyhisselamın hayası böyledir.Hz. Musa Aleyna Ve Aleykum Selam: - Ya Rabbi ! Bana cennet lazımdır. Senden cennet isterim, seni görmek de bana gereklidir, onu da isterim. Fakat bana ekmek,tuz, koyunların yiyeceği gibi hakir şeyler gerekince, bunları senden nasıl isteyeyim dedi.Hak teala: Ya Musa (Aleyna Ve Aleykum Selam) ! Maksad budur bunları isteyeceksin. Böylece her zaman bir ihtiyaç ile huzura gelinir, yalvarılır. Bu bahane ile kulluk vazifeleri yapılır, bana kavuşma yoluna girilmiş olur, buyurdu. Allahü Tealanın sıfatı olan haya günahları örtmek ve affetmektir. Kullarının günahlarını görür fakat örter. Bu günahları bilir fakat affeder.Cabir bin Abdullah(r.a) rivayetiyle rasulullah s.a.v bir hadisi şerifte: Günahkar bir mümin kabirden kalkar. Cehennem korkusu ve sıraatın heyecanı ile mahşer yerine gelirken iki yolun ayrıldığı bir kavşak yerine gelir. Korkarak, ağlayarak sukunetle yolun birisine girer. Kimse ondan bir şey sormaz. Yol boyunca gider, cennet kapısına erişir. Sağ ayağını kapıdan içeri atar. Sol ayağını kaldırırken Allahü teala vasıtasız olarak kulun sağ eline bir defter verir - Ey Kulum defteri oku , içindekileri öğren .Ondan sonra hüküm senindir. Cennete gir. Muradın olan cennette sonsuz olarak kal! Buyurur. O kul deftere bakar . Defterede : Ey kulum! Yaptıklarını gördüm ve unutmadım! Ancak yaptıklarını sana bildirmeye haya ettim yazısını okur buyurmuştur. Rabbül Alemin bizlerede hayalı kullarından olmayı nasip etsin. Amin. Herşeyin doğrusu Allah cc bilir. Esselamün Aleyküm. Kaynak: Bedir Yayınevi Şemsüddin Ahmed Sivasi Hulefai Raşidin Dört Büyük Halife (Menakıb'i Cehar Yarı Güzin) 43. menkıbe syf 210,211, 212.
İHLAS VE RİYA HAKKINDA BÜYÜKLERİN SÖZLERİ
Dr. Dilaver SELVI
Hasan-ı Basri Hazretleri buyuruyor ki : Öyle adamlara yetiştim ki şöhret korkusu ile kendisinin ve etrafındakilerin istifade edecekleri hikmetli sözlerden vazgeçerlerdi..."
Hasan-ı Basri Hazretleri buyuruyor ki : Öyle adamlara yetiştim ki şöhret korkusu ile kendisinin ve etrafındakilerin istifade edecekleri hikmetli sözlerden vazgeçerlerdi... Yolda giderken halkı rahatsız eden bir şeyi gördüğünde şöhret korkusuyla onu temizlemezdi. Gösterişçi kıyamet günü dört isimle çağrılır.Ey riyakar! Hilekar! Zarar veren! Ahlaksız!. Bu isimlerle çağrılarak ‘kim için amel ettinse , git mükafatını ondan al , bizim nezdimizde senin bir mükafatın yoktur’ denir. Hz. Ali (r.a) buyurmuştur ki : Gösterişçinin üç belirtisi vardır. 1 -Yalnız kaldımı amelinde tembelleşir . 2 -Halk içindeyken gayrete gelir. 3 -Övüldüğü zaman amelini çoğaltır, yerildiği zaman amelinde gevşer. Fudayl Hazretleri(r.a) buyuruyor ki: Selefi salihin yaptıkları amellerle gösteriş yapmazken şimdiki insanlar ,yapmadıklarını yapmış gibi göstererek riyakarlık ediyorlar. İkrime Hazretleri (r.a) buyuruyor ki: AllahüTeala kulun ameline vermediği mükafatı niyetine verir, zira niyette riya söz konusu değildir. Ebu Ümame El Bahili mescidde bir adamın ağladığını görünce ‘ey adam sen sensin,burada ağlamana ne lüzum var, evinde ağlasan daha iyi olmaz mı? dedi Hazreti Ömer (r.a) boynunu bükmüş, çenesini ğöğsüne yaslanmış görünce ‘hey sen başını kaldır, huşu boyun bükmekte değil kalptedir’ dedi. Ebu Hafs El Haddadinin adamlarında biri dünyayı ve dünyacıları zem etti(kötüledi). Ebu Hafs'gizlemen gereken şeyi ifşa etmiş oldun! Bundan sonra toplantılarımıza gelme! dedi. Yani dünyacıları zemmin altında ben zahidim iddası yatar. Lokman (Aleyna Ve Aleykum Selam) oğluna şöyle demiştir: Oğlum kalbin katı olduğu halde insanların hürmet etmesi için kendini Allah’tan korkar gibi göstermeye çalışmaya. Hazreti Hüseyin(r.a) şöyle buyurmuştur: Allahım! İnsanların gözünde güzel görünüpte senin nazarında işimin çirkin olmasından, insanlara karşı görünüşümü korumaktan, senin müttalli olduğun kalbimi kaybetmekten, insanlara kendimi güzel gösterip kötü niyetimle sana karşı cürretkar davranmaktan,insanlara güzel amelimle yaklaşıp kötü niyet ve hareketimle senden uzaklaşıp gazabını celbetmekten sana sığınırım.allahım beni bu hallerden koru. Sehl ibni abdullah et tüsteri(k.s) buyurduki . riya üç kısımdır: 1-Bir işi allahü tealadan başkası için yapıp ,Allah için yaptığını anlatmaya çalışmak.bu imandaki şüpheden kaynaklanan bir nevi münafıklıktır. 2-Bir şeye alllah için girip , başkası tarafından görününce sevinmek,bundan tevbe eden kul yaptıklarının hepsini iade etmelidir. 3- Bir işe ihlasla girip Allah için bitirmek fakat sonra duyulduğunda milletin mehdine sevinmek .İşte Allahü Tealanın nehyettiği riya budur. Lokman hekim oğluna buyurmuştur ki:riya amelinin karşılığını dünyada beklemektir.Allahın dostları ise ahiret için amel etmişlerdir..o zaman kendisine riyanın ilacı nedir ? diye sorulduğunda ‘ameli gizlemektir’ buyurdu. ‘Peki amel nasıl gizlenir? diye sorulunca: ‘Açık yapmaya mecbur olduğun amelleri ancak ihlas ile yap, açıklamaya mecbur olmadıklarını ise Allah’tan başka kimsenin görmemesini iste. Milletin gördüğü amelini amelden sayma’. Eyyüb Es Sahtiyani Hazretleri : Amellerinin bilinmesini isteyen kişi akıllı değildir’ buyurmuştur.
IRSAD Nedir? MURSID Kimdir?
Hakiki ve kâmil bir mürsid, iman kurtarma noktasinda adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakinmak” sarttir. Aksi halde imani kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve mesrepte oldugu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya egitimi yetersiz, kemale ermemis olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanlari kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.
Sahte mürsidleri ele veren ipuçlari genellikle sunlardir:
Dünya üzerinde öyle mübarek zâtlar var ki, Allah onlari insanlari karanliktan aydinliga çikarsinlar diye hizmetine almistir.
Onlar insanligin irsadi için, kurtulusu için görevlendirilmis velilerdir. Allah'tan baskasi önünde egilmezler ve O'nun rizasindan baska bir sey de talep etmezler.
Onlarin gayeleri sadece Alemlerin Rabbi Allah'tir. Sözleri O'nu zikirden ibarettir. Günes gibidirler. Insanlar için bir isik, insanlik için bir aydinlik... Yol'dan, Yolumuz'dan haber verirler, rehberlikleri ile önümüzü aydinlatirlar. Hiç bir karsilik talep etmeden, beklemeden...
O aydinliktan faydalanabilmek için onlari bilmek, tanimak, yaptiklari irsadi anlamak gerek. Irsad nedir, mürsid kimdir bilmek gerek.
Dünya hayatinin en serefli ve en degerli isi, gönülleri Hakk'a uyarip, duygu ve düsünceleri Allah ile bulusturmaktir. Çünkü suur sahibi bütün varliklarin yaradilis gayesi Allah'i tanimak ve O'na ibadet etmektir. (Zariyat, 56)
Bu gayeden uzaklasildigi an, hayat manasini yitirmis, imtihan kaybedilmis, dünya hayatiyla birlikte ebedi hayat da hüsrana ugramis olur.
Muhtelif ayet ve hadislerde isaret edildigi üzere, Allah'in zikri bütünüyle yeryüzünden kalktigi zaman dünyanin da varlik sebebi ortadan kalkmis ve kiyamet vacip olmus olur. Demek ki, dünyayi ayakta tutan sey Allah'in zikridir. Iste insanin yüzünü Hakk'a çevirmekten ibaret olan irsadin degeri, bu yaradilis gayesinden kaynaklanmaktadir.
Böylesine serefli bir vazifeyi, Allah en seçkin kullari olan peygamberlerine ve onlarin vârislerine vermistir. Sayet irsaddan daha degerli ve serefli bir is olsaydi, Cenab-i Hak peygamberlerine o vazifeyi verirdi.
Irsadin manasi ve ehemmiyeti
Kelime olarak irsad: Hak ve hakikate, iyiye, dogruya tercüman olmak, Allah yolunu göstermek manalarina gelmektedir. Tasavvufî manasiyla irsad ise: Allah'i kullarina, kullarini da Allah'a sevdirmektir. Belirli bir egitimi ve metodu olan bu irsadi, su sekillerde de tarif edebiliriz:
* Yaraticisiyla tanisik olmayan ruhlari onunla tanistirmak, Rabbi'yle tanisik olan ruhlari da onunla olan münasebetlerinde derinlestirip yükseltmek.
* Potansiyel olarak insanlik kabiliyetine sahip olan insani, fiilen insan haline sokmak. Diger bir tabirle “insan-i kâmil” yapmak.
* Insanin ser kabiliyetini hayir kabiliyetine çevirmek suretiyle, seytan ve onun temsil ettigi kötülükleri bertaraf etmek.
* Insani iyilige, ibadete, güzel ahlâka, salih amele, istikamete… hasili Rabbi'nin rizasina yöneltmek suretiyle O'na ulasmasini saglamak.
Mürsidin mana ve keyfiyyeti
Irsad eden, dogru yolu gösteren rehber zata mürsid denir. Allah'in, doksan dokuz güzel isminden biri de “er-Resîd” dir (bkz. Hûd Suresi, 87). Resîd, mürsid anlamina gelmektedir. Çünkü asil olarak hak ve dogru yolu gösteren, sonsuz rahmet sahibi Allahu Tealâ'dir. Nebileri ve rabbanî alimleri vasitasiyla insan ve cinleri ilâhi kitabinin nurlu beyanlarina davet etmektedir. Inanan-inanmayan herkese merhamet buyurup, onlari ebedi azaptan kurtaracak mürsidleri aralarindan çikarmaktadir.
Nitekim, her devirde bu vazifeyi hakkiyla yapabilecek mürsidleri yetistirmek farz-i kifayedir. Ayet-i kerimede: “Içinizden hayra çagiran, iyiligi emredip kötülükten men eden bir sinif bulunsun. Iste kurtulusa eren onlardir.” (Âl-i Imran, 104) buyurulmaktadir.
Tasavvufta kemale ermis, olgunlasmis, evliyalik mertebelerinin sonuna ulasmis, kabiliyeti olanlari bu yolda yetistiren rehber zata mürsid-i kâmil denir.
Umumi manada mürsid-i kâmil, kalp ve kafa izdivacina muvaffak olmus bir mana kahramani, hakikat davetçisi ve gönüllere Hak esintilerini duyuran bir peygamber vârisidir. Ulasmak isteyenle ulasilacak olan arasinda bir köprü mesabesinde olan mürsidin en belirgin vasfi, Hakk'a yakinliktir. Onun fizikî alem kadar metafizik alemlere de gönül gözü açiktir. O, Allah, insan ve kainat münasebetini kavrayan, varligin esrarina asina bir arif, dünya- ahiret bilgileriyle donanmis bir bilgedir. Hak yolcusunun kalbine kendi hususi mazhariyetlerini yansitan bir velîdir. Iste böylelerinin elinde her zaman kömürler elmasa dönüsmüs, tas ve toprak da altin seviyesine yükselmistir.
Bu vadide, gavs ve kutuplardan düz nasihatçilara kadar birçok irsad ehlinden bahsetmek mümkündür. Fakat ruhlara insan-i kâmil olma ufkunu açamayanlara mürsid denemez. Denemez; zira bunlarin kendileri irsada muhtaçtirlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler. Bir atasözümüzde, “Kendi muhtâc-i himmet bir dede, bilmez ki gayra nasil himmet ede” denilir.
Vaiz-mürsid farki
Vaaz ve nasihatle mesgul olanlar, ihlâsli olmak kaydiyla, irsad adina kismen halka faydali olabilirler. Ilim ögretirler, faydali ve dogru olani kitaplardan okuyup anlatabilirler. Bazi konularda hayir ve iyilige de sevk ederler. Fakat kendisi kemale ermeyen nefs erbabi bir kimsenin, terbiye ile baskalarini kemale erdirmesi mümkün degildir. Muhataplarini nefs ve seytanin hilelerinden kurtaramazlar. Hakiki Allah sevgisini veremezler. Terbiye etmeye kalktiklarinda, kendilerini de muhataplarini da helâk ederler. Nefs ve seytanin oyuncagi olurlar. Zaten terbiye ettikleri görülmüs bir sey de degildir. Böylelerinin hali, Imam-i Gazalî Hazretleri'nin buyurdugu gibi, yakasinda akrep olan bir kimsenin boynundaki akrebe aldiris etmeyip, eline aldigi bir yelpazeyle baskalarinin burnundaki sinegi kovalamasina benzemektedir.
Siradan bir irsad eriyle Hakk'a yakinlik kazanmis velî bir mürsid arasinda, en az yerden Ars'a kadar manevi mesafe vardir. Velîlik mertebesine yeni adim atmis mübarek bir zatla, gavs ve kutup gibi zirvelere tirmanmis Allah dostlari arasinda da belki bir o kadar mesafe daha vardir.
Onun için gavs ve kutup gibi zatlar hem malumdurlar, yani zahirde beseriyet mertebesindedirler, hem de meçhuldürler ki, sirlari gaybü'l-gaybdedir. Hak'dan baska onlara kimse muttali olamamistir. Kendi evladindan ve müridlerinden çok sayida velî yetistiren Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri'nin seyhi Üftade Hazretleri söyle demistir: “Beni, ehil, evlad ve etbadan hiç kimse bilememistir”
Iste bu gibi kutbiyyetini gavsiyyetle derinlestirmis bir kâmil, mana atmosferine giren herkese ufkunun boyasini çalar, onlari Kur'an ve Sünnet malzemesiyle adeta yeniden insa eder.
Mürsidlerin makamlari
Kâmil bir mürsidin velîlik makamina ulasmasi mutlaka gereklidir. Aksi halde velî olmayan bir zatin taliplerine manevi u***** açmasi bir tarafa, onlara zarar bile verebilir. Velâyet ise, fenafillâh (Allah'da fani olma) makamiyla baslar. Bu, bir nevi yeryüzünden mesela Süreyya yildizina kadar olan basamaklari çikmak gibidir. Velî bu mesafeyi bazen adimlariyla, bazen de manevi bir vasitayla çekilerek çikar. Sonunda her türlü yön, mesafe ve mekândan münezzeh olan Allah'a vasil olur.
Vuslata eren bir velînin tevhidi ve dolayisiyla da imani kemale erer. Nefsanî ahlâkindan soyunur. Rahmanî ahlâk ile ahlâklanir. Cenab-i Hakk'in tecellilerine mahzar olur. Lâkin bu makamda olan bir kimsenin alemi, su gördügümüz fizikî alem degildir. Her ne kadar cismi bu alemde olsa da, ruhu Ars-i A'lâ ve onun üzerindeki manevi alemlerle alâkadardir. Bulundugu alemin kayitlariyla sinirlidir. O yüzden vecd ve istigrak halleri galiptir. Çogu zaman Allahu Tealâ'nin disindaki her seye (mâsivaya) suurlari kapalidir. Avamdan olan halkla onlarin dünyasi apayridir. Iste bunun için fenafillâh makamindan bekabillâha dönmeyen bir velîye irsad görevi verilmez.
Bekabillâh, vuslat ile kemale erdikten sonra, bir bakima çiktigi merdivenlerden geri dönüp, fizikî alemdeki insanlarin seviyesine inmektir. Irsad vazifesini yerine getirebilmek için bu inis zaruridir. Zira, velî ile talibin arasinda -makam bakimindan olmasa da- mertebe açisindan bir uçurum olmamalidir.
Bir velî, Allah'a vuslat yolunda çikarken ne kadar çok yükselirse, halkin seviyesine inisi de o kadar fazla olur. Ayni sekilde, fizikî aleme dogru ne kadar çok inerse makami o kadar yüksek, irsadi o denli kuvvetli olur. Çünkü inisi fazla oldugundan mahluklara yakinligi artar. Böylece kendisinden çokça istifade edilir. Nübüvvetten baska velâyet makaminin da sultani olan Hz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, çikista herkesten yukari, iniste ise herkesten asagi indi. Bu yüzden onun irsadi bütün peygamberlerden kuvvetli oldu ve bütün insanlarin peygamberi oldu.
Su halde fenafillâh ve bekabillâh makamlarina ulasan bütün mürsidler, prensipte kâmil bir velî olmakla birlikte, aralarinda yerle gök kadar mesafe bulunabilmektedir. Aradaki bu fark hiç süphesiz irsada da yansimaktadir. Ayrica kutbiyyet ve gavsiyyet makamlarinin sultanlari ile bu makamda olmayanlarin ahiretteki sefaatleri her halde bir olmayacaktir. Hatta ehl-i kesfin beyanina göre, Gavs, duasiyla sûfi olmayanlarin da imdadina yetisir, onlarin son nefeste imanla kabre girmelerine vesile olur.
Kâmil mürsidlerin sözleri ölmüs kalpleri diriltmek için devadir. Onlar ashab-i makâl gibi çuvallarla laf etmezler. Pek az ve inci gibi tane tane konusurlar. Halleri her seyi anlatmaya kâfidir. Bakislari manevi kalp hastaliklarinin sifasidir. Tas kesilmis kalpler, onun sevgisine kavusmakla yumusak olur. Hadis-i serifte buyruldugu üzere: “Görüldükleri zaman Allah hatirlanir.” Cismanî yüzleriyle Allah'in kullariyla mesgul olurken, manevi yüzleriyle Allahu Tealâ'ya baglidirlar. Dislari halk, içleri Hak iledir. Hadis-i kutside Cenab-i Mevlâ, “onlarin gören gözü, tutan eli, isiten kulagi” oldugunu beyan etmektedir. Kim bilir, belki de Hak Tealâ Hazretleri günde kaç kere kalplerinde tecelli edip, “Kalbin nasil dostum?” diye sormaktadir.
Dolayisiyla böyle bir kalbe girebilmek kadar büyük bir saadet yoktur. Çünkü o kalbe girmek Hz. Rasulullah'in kalbine girmek ve Allah'in rizasina nail olmak manasina gelmektedir. Paha biçilmez degerde bir kristale benzeyen o kalbi kirmak ise, sekavetlerin en büyügüdür. Çünkü bunun manasi da yine hadis-i kutside belirtildigi üzere, Allah ile savasmaktir.
Bir mürside halife olmak
Kâmil mürsidlerin en tatli ideallerinden biri de kendilerinden daha büyük mürsidler yetistirmektir. Bunun için hiçbir fedakârliktan kaçinmayip, onlarin terbiyesi ile mesgul olurlar. Nihayet belirli mertebe ve makamlara ulasan talip, mürsidinden icazet alarak halife olur. Yani mürsidlik yapmaya ehil bir kimse haline gelir. Bir mürsidin çok sayida halifesi olabilecegi gibi, hiç olmayabilir de.
Genel olarak iki türlü hilâfet sekli vardir. Birincisi isaretle verilen halifelik, ikincisi de zaruretle verilen halifeliktir. Isaretle halifelik, silsiledeki mesayih-i kiramin mana alemindeki ittifaki ve isaretleriyle verilir. Tabii bu silsilenin basi Hz. Peygamber s.a.v.'dir. Cenab -i Hak kimi seçtiyse, mürsid ona hilafet verir. Makbul ve üstün olan hilâfet sekli budur. Mürid, bu çesit hilâfeti geri çeviremez. Kâmil (yetismis) ve mükemmil (yetistirebilen) mürsidlerin halifeleri ekseriyetle böyledir. Istisnalari azdir.
Zaruri halifelik ise, bir ihtiyaç veya maslahata binaen, müridin makami kemale ermedigi halde sadece mürsidin izniyle verilen halifeliktir. Bu tip halifelerin mürsidi hayatta oldugu müddetçe insanlar ondan fayda görür. Eger kemale ermeden mürsidi vefat ederse, onun isi tehlikeli ve zordur.
Yukarida anlatilanlarin disinda, bir de müridler tarafindan halife ilan edilen sahislar vardir ki, bunlarin gerçekte mürsidlikle bir alakalari yoktur. Umumiyetle herhangi bir halife birakmayan mürside bagli müridler bunu yaparlar. Belki seçtikleri zat çok iyi, muhterem ve hatta velî bir zat olabilir. Ama yukarida anlatildigi gibi, mürsidlik baska bir seydir. Kâmil mürsid tarafindan izin verilmedikçe irsadlari muteber degildir. Hz. Peygamber s.a.v.'e kadar uzayan bir icazet silsilesinden de mahrumdurlar. Bu gibi zatlar cemaatin önünde hayirli hizmetler yapan bir agabey fonksiyonundan öte geçemez. Hakiki terbiye veremez. Baskalarina halifelik izni veremez. Verse de geçerli olmaz. Fenâ ve bekâ mertebelerine ulasamadigi için, kendilerine rabita yapilmasina izin veremez, daha dogrusu vermemelidir. Çünkü böyle bir rabitanin faydasi yoktur.
Ders vermek üzere kendilerine vekâlet verilen sahislara ise vekil denilir. Bazi tasavvufî kollarda bunlara halife diyenler de vardir. Fakat söz konusu zatlarin mürsidlikle bir alakalari yoktur. Mürsidleri vefat eder ya da vekâletten azlederse, bunlarin vazifeleri sona erer.
Mürsidlik babadan ogula geçer mi?
Mürsidlik kesinlikle babadan ogula, kardesten kardese, kan bagiyla veya irsiyetle geçen bir vazife degildir. Mürsidlik, ancak amel edip matlup olan mertebelere ulasan ve ilmi olan salike Allah'in ihsan ettigi bir görevdir. Bu saadete nail olan, mürsidin oglu da olabilir, yabanci birisi de...
Fenafillâhtan bekabillâh makamina kim döndü ise, Allah'in izniyle ona vazife verilir. Dönmeyene irsad izni verilse de, böylelerinin mürsidi hayatta degilse irsad vazifesi yapmamalari daha uygundur.
Kâmil mürsidlerin dikkatle üzerinde durduklari konulardan biri de, bu makamin layik olana verilmesidir. Üftade Hazretleri'nin buyurdugu gibi, yakin çevrede kâmil mürsidlik makamina elverisli hiç kimse kalmasa, dünyanin öbür ucundan layik olan getirilip o makama oturtulur. Tarih boyunca bu hassasiyete sahip olmayanlar kisa zamanda dagilip gitmislerdir. Nitekim dergâhlarin çöküsünü hazirlayan önemli sebeplerden birisi de budur. Geçmiste bazi tasavvufî kollarda, yetismis erkek evladi bulunmadigi için besikteki sehzadeye hilâfet verenler çikmistir. Fakat “besik seyhligi” diye bir kavramin tarihe geçmesine sebep olan bu kollar, çok sürmeden yok olup gitmis, isimleri bile unutulmustur.
Elbette ki gavslik, mücedditlik gibi manevi zirvelerde dolasan, çevresine feyz, nisbet ve nur saçan büyük imamlarin ailelerinden büyük zatlarin çikmasindan daha tabii bir sey yoktur. Hatta bunlardan bazilarinin kiyamete kadar devam etmesi beklenir. Mesela mana gözüyle istikbale bakan Gavs-i Kasravî Hazretleri'nin, kendi aile ocagindan yedi tane gavsin çikacagini müjdeledigi rivayet edilir.
Bir mürsidin evlatlarinin hepsi birden nazarini Hakk'in rizasina diker ve bu gaye ugrunda ihlâsla amel ederse, Allahu Tealâ onlarin sa'y u gayretlerini bosa çikarmaz. Cenab-i Hak hem sonsuz merhamet sahibi, hem de âdil-i mutlaktir. Ayet-i kerimede buyuruldugu gibi, kim zerre kadar hayir islerse onun karsiligini, kim de zerre kadar ser islerse onun karsiligini görür (Zilzal, 7-8). Sah Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin amelini isleyen, onun makamina ulasir.
Çogu kere demircinin oglu demirci, çiftçinin oglu çiftçi oldugu gibi, peygamberlerin ogul ve kardeslerinden peygamber, mürsidin yakinlarindan da mürsid çikmistir. Ibrahim Aleyna Ve Aleykum Selam.'in oglu Ismail Aleyna Ve Aleykum Selam.; Yakup Aleyna Ve Aleykum Selam.'in oglu Yusuf Aleyna Ve Aleykum Selam.; Musa Aleyna Ve Aleykum Selam.'in kardesi Harun Aleyna Ve Aleykum Selam. bunun en güzel örnegidir. Ayni sekilde mürsidlik görevi Imam-i Rabbanî Hazretleri'nden oglu Muhammed Masum Hazretlerine, ondan da oglu Seyh Seyfüddin Hazretleri'ne intikal etmis, sonraki silsilede de bunun birçok örnekleri görülmüstür.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sahte veya yetersiz mürsidler
Hakiki ve kâmil bir mürsid, iman kurtarma noktasinda adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakinmak” sarttir. Aksi halde imani kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve mesrepte oldugu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya egitimi yetersiz, kemale ermemis olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanlari kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.
Sahte mürsidleri ele veren ipuçlari genellikle sunlardir:
* Allah'in emirlerine ve Hz. Rasulullah'in sünnetine dogru dürüst uymamak. Dinî, ser'î konularda zaaflar göstermek.
* Kur'an ve hadis-i seriflere ulemanin verdigi manalarin disinda yanlis manalar vermek, olmayacak biçimde yorumlamak.
* Kadinlarla karisik bir vaziyette oturup sohbet etmek, onlara el öptürmek veya mahremsiz teke tek görüsmek.
* Sohbet ve toplantilarinda rüyaya genis yer vermek.
* Haksiz yere milletin malini yemek, girdigi menfaat iliskilerinde muhatabina zarar vermek veya aldatmak.
* Sun'î zorlamalarla bir kisim keramet gösterilerinde bulunmak. (Bu tipler bazen istidraç yoluyla insanin kalbinden geçenleri de söyleyebilirler.)
* Kendisinden baska önüne gelen herkese, hatta dindarlik ve salâhiyetiyle taninan sahislara bile, kâfir, münafik damgasini vurmak.
* Seytanin vehim ve vesvesesiyle bir takim hezeyanlarda bulunmak, kendisine vahiy geldigini vs... söylemek.
* Insanin gönlüne huzur verecek, Allah'i hatirlatacak nuranî bir simadan mahrum bulunmak.
Yolu bitirmemis nakis mürside teslim olmak da Imam-i Rabbanî Hazretleri'nin ifadesiyle öldürücü bir zehirdir. Bir hasta, mütehassis olmayan, diplomasi bulunmayan bir hekimin ilacini içerse iyi olmak söyle dursun, hastaligi artar. Iyilesme kabiliyeti de bozulur. O ilaç önce agrilari durdurabilir. Sinirleri bozdugu, zarar verdigi için agri duyulmaz. Fakat bu hal iyilik degil, kötülüktür. Bu hasta hakiki bir hekime giderse, hekim önce o ilacin zararlarini gidermege ugrasir. Ondan sonra hastaligi tedaviye baslar.
Her mürside el verme ki yolunu sarpa ugratir
Mürsidi kâmil olanin gayet yolu âsân imis...
DÜNYA HAYATI VE NEFİS
Rasul-i Ekrem (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimiz, bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Mümin beş güçlük arasındadır. Karşısındaki mümin olur, kendisine hased eder. Münafık olur, gizli düşmanlık eder. Kâfir olur, kendisiyle savaşır. Şeytan saptırmaya çalışır. Nefsi ise kendisi ile çekişir durur.”... Rasul-i Ekrem (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimiz, bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Mümin beş güçlük arasındadır. Karşısındaki mümin olur, kendisine hased eder. Münafık olur, gizli düşmanlık eder. Kâfir olur, kendisiyle savaşır. Şeytan saptırmaya çalışır. Nefsi ise kendisi ile çekişir durur.” Şeytanın saptırmaya çalışması o derecede olur ki, mümini kâfir etse dahi hıncını, intikamını alamaz. Kâfir ettikten sonra insanın yüzüne tükürür ve “sen benden de aşağı imişsin. Ben Allah’a küfrettim ama inkâr etmedim. Sen Allah’ı inkâr edecek kadar şiddetli küfre girdin.” der. İskender Ataullah Hazretleri (K.S.), Hikemü’l-Ataiyye’de, “Şeytana düşmanlık edildi, yardım ve rahmete ulaşıldı. Dost olundu, ama hiçbir dostuna vefa ve merhamet ettiği görülmedi” buyuruyor. Müminin beşinci güçlüğü, nefsinin kendi ile çekişip durmasıdır demiştik. Nefsin mizacı da şeytandan aşağı değildir. Onun da merhameti yoktur. Emmare makamında bulunuyorsa insanı azdırmaya çalışır. Allah’ın dinini asla sevmez. Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini beğenmez ve düşman kesilir. İnsanın nefsi, esfel-i safilinde yani aşağıların aşağısında bulunduğu ve kötülüklerin anası olduğu için, kötülükle ortaya çıkmaya başlayınca, şeytan da yaklaşmaya başlar. İnsan bu beş zorluk arasında daima mücadele halinde ve uyanık bulunmalıdır. Onun için Allahu Tealâ, “... nefsini hevâsından men ederse varacağı yer cennettir” (Naziat/40-41) buyuruyor. Heva, nefsin sıfatıdır. Gazap ve şehvet lezzetine heva denir. Bu asır insan hevasını körükleyen bir asırdır. Kim nefsini hevasından uzak tutarsa cennetle müşerref olur. Anlaşılacağı üzere, nefsin meydanı dünyadır. İnsanın üç büyük düşmanından birincisinin dünya, ikincisinin nefis, üçüncüsünün şeytan olduğunu biliyoruz. Allahu Tealâ ayet-i kerimelerle, Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimiz de hadis-i şeriflerle dünyanın gidişatına uyarak ahiret bozgununa uğramamamızı istemiştir. Ulemanın belirttiğine göre dünya Allah’a ve Allah’ın dostlarına düşmandır. Dünya perdedir. Dünyanın asliyeti geçici, yaratılıştaki sıfatı cazibeli, aldatıcı ve nefsin yaratılışına uygundur. Dünya şeytanın yemidir. Dünyanın cazibe ve güzelliği olmasaydı, ne şeytan insana hücum edebilir, ne de nefis insanı ahiret yolundan alıkoyabilirdi. Anlaşılıyor ki dünyanın hakikatı, faniliği ile birlikte aldatıcıdır da. Bir kimse Hazret-i Ali (R.A.) Efendimiz’e “dünyayı anlatır mısınız?” diye sorduğunda, Hz. Ali şöyle buyurdu: “Sağlamı hasta, emniyette olanı pişman olacak. Fakiri mahzun, zengini ise helalinin hesabı, haramının azabına düşecek. Şüpheli şeyler için de azarlanacaktır. Size bunun daha neyini anlatayım.” Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: ”Kıyamet gününde bir adamı Allah’ın huzuruna getirirler. Kazancı haram, masrafı da haramdır. ‘Bunu cehenneme götürün’ denir. Başka bir adamı getirirler. Helal kazanmış, haram sarfetmiştir. Onu da cehenneme gönderirler. Bir diğeri de haramdan kazanmış, helale sarfetmiştir. Onu da cehenneme gönderirler. Sonra başka birini getirirler. Helalden kazanmış, helale sarfetmiştir. Ona, bu serveti kazanırken farzlardan bir ibadeti geçirip geçirmediğini sorarlar. Hiçbir farzı bırakmadığını açıklar. Bu servete birinin hakkı geçti mi; mesela işçilerinin ve hayvanlarının hakkını verdin mi? diye sorarlar. Onları da verdiğini söyler. Bakmakla mükellef olduğu kimselere vaktinde nafakalarını ulaştırıp ulaştırmadığını sorarlar. Bu sırada çalıştırdığı kimseler getirilir, hakları karşılaştırılır. O da temiz çıkınca, ‘Verdiğimiz nimetlere karşı ne gibi şükürde bulundu? Onun hesabını görelim.’ derler.” Şükür, Allah’ın verdiği nimetlerle Allah’a isyan etmemektir. Bir kimse parayı Allah’ın rızası olan yerlerde şükrederek kullanmadıysa cennete giremez. Anlaşılıyor ki, insan hayatı nefsin, şeytanın ve dünyanın türlü halleriyle meşgul edilmektedir. Dünya, önce yaldızlı şeylerle insanı aldatır, sonra helâk eder. İsa Aleyna Ve Aleykum Selam.’a dünya, yaşlı, zayıf, çirkin fakat süslenmiş bir kadın suretinde görünmüş ve onunla şöyle konuşmuştur. İsa Aleyna Ve Aleykum Selam. soruyor: - Kaç kere evlendin? - Sayılmayacak kadar çok evlendim. - Bir kadın ömründe şu kadar evlenir. Sen sayılmayacak kadar çok evlendiğini söylüyorsun. Kocalarına ne oldu? Öldüler mi, boşandılar mı? - Hiç boşama olmadı. Hepsini ben öldürdüm. - Geçmiş kocalarını teker teker nasıl öldürdüğünü düşünmeyip, onlardan ibret almadan seninle evlenecek yeni kocaların vay haline! A’la bin Ziyad (R.A.) şöyle buyuruyor: “Rüyamda yaşlı, derisi buruşmuş, fakat üzerinde her türlü süs ve zinet eşyası bulunan bir kadın gördüm. İnsanlar etrafında toplanmış, şaşkın şaşkın onu seyrediyorlardı. Ben onların bu haline şaşırdım ve kadına kim olduğunu sordum. Kadın, “yazık sana, beni bilemedin mi? Ben dünyayım” deyince, ben “senin şerrinden Allah’a sığınırım” karşılığını verdim. Bunun üzerine kadın, “benden kurtulmak istersen, mala, paraya, şöhrete önem verme” diye konuştu. Kur’an-ı Hakim’de, “Bu dünyada âmâ olan, ahirette de âmâ olur...” (İsra/72) buyurulmuştur. Yani bu dünyada güzel ahlâk ve sünnet-i seniyyeye sarılmadınsa, basiretini açıp aklını işletemedinse, öbür dünyada da öyle dirileceksin. Bu bakımdan tasavvuf ehli, baş gözünün değil kalp gözünün görmesini gerekli görür. Onun için kalp gözü açılmayan âmâdır ve ehl-i dünyadır. İşte dünya ile nefis meselesi budur. Kemalât, dede olmakta, çok para kazanmakta değil reşid olmadadır. Medeni kanuna göre reşidlik onsekiz yaşındadır. Ehl-i tasavvufta reşid olmak, Rabbini bilmekle ve iman hakikatlarını idrak ile mümkündür. Onun için, yetmiş yaşında çocuklar, yirmi yaşında er kişiler vardır. Rasul-ü Ekrem (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimiz buyuruyor: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Yani gafletten kurtulamazlar ve tabii ölümle diğer aleme geçerler. Gerçekte iki türlü ölüm vardır: Tabii ölüm ve kişinin kendi iradesi ile ölüm. Bu hadis-i şerife göre, tabii ölümle uyanmayı bekleme. Şimdiden rahmete ulaşacak hallere yapış ve iradî ölümle öl. Yani nefsinin arzularını kırmak için bir mürşid-i kâmilde terbiye ol. İtminan makamına ulaşmak, dünya vatanında iken nefse hakim olmakla olur. Bu da kalp görüşü yani ferasetle olur. Kalp gözünün görmesinden maksat, nefsin ıslahıdır. Bunun çaresi gurur yurdundan çıkmaktır. Ey ehl-i dünya! Gurur sahiplerinin halleri, onların perdesidir ki bağ, bahçe, köşk, çiçek, havuz vs. ile meşgul oluyor, gönüllerini onlara bağlıyor ve ömürlerini onlara sarfediyorlar da, Kur’an-ı Kerim’de yazılı olan şu ilahi kelâmı hiç görmüyorlar: “Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise tamamen gafildirler.” (Rum/7) Bu asırda nefsi eğlendiren safa çok fazladır. Sabahleyin gazete ile başlayan gaflet, gece yarısına kadar televizyonla devam ediyor. Siyaset çekişmeleri ile müminler birine küsüyor. Allahu Tealâ cümlemize inayet eylesin ve anlayış versin. Amin.
NAKŞİBENDİLİK NEDİR?
Nakşibendi terbiye okulu, hicri: 791, miladi: 1389 taihinde vefat eden Hace Muhammed Bahauddin Nakşibend Hz.'lerinin temel usullerini belirlediği bir manevi terbiye sistemidir. Onun adına nispet edilerek "Nakşibendilik" diye anılmaktadır.
Bu terbiye yolu ve usûlü, Şah-ı Nakşibend Hz.leri ile başlamış değildir. Kendisi bu yolun usul, adap ve feyzini önceki büyüklerden almıştır. Bu terbiye yolunun usul ve adabı, silsile yolu ile Hz. Ebu Bekir Sıddık'a (r.a) ve ondan Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimize ulaşmaktadır. Terbiyenin başında ve merkezinde alemlere rahmet olan Hz. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bulunmaktadır. Bu terbiye yolunun temel özelliği gizli zikir ve ilahi muhabbetir. Bu zikir ve terbiye yolu, tarih içinde gelen mürşidlerin ismiyle farklı adlarla anılmıştır.
Hz. Ebu Bekir Sıddık'tan (r.a.) sonra bu yola "Sıddıkiyye" ismi verildi. Hz. Beyazid-i Bistamî'ye (k.s) kadar bu isimle anıldı. Ondan sonra "Tayfûriyye" ismi verildi. Tayfir, Beyazid-i Bistami'nin bir diğer adıdır. Hace Abdulhalik Gücdevani Hz.lerine kadar bu isimle anıldı. Ondan sonra, "Hâcegâniyye" ismi verildi. Bu yol bu isimle İslam alemine yayıldı, meşhur oldu. Diğer kollardaki isimler zamanla unutuldu. Bu yol, Mevlana Halid Bağdâdi'den sonra "Nakşibendî Hâlidiyye" ismiyle de anılıp yayıldı. Bu gün Anadolumuzda yagın olan kol "Halidiyye" koludur. Bu yol, günümüzde Şah-ı Nakşibend Hz.lerine nispet edilen meşhur ismiyle "Nakşibendîlik" şeklinde anılmaktadır.
Nakşibend, "nakş" ile "bend" kelimelerinden oluşmuş bir terkiptir. Bir isim değil sıfattır; ancak isim gibi meşhur olmuştur.
Nakş, bir şeyi bir yere nakşetmek, nakış gibi işlemek, hiç çıkmayacak hale getirmek, mühür gibi kazımaktır.
Bend, Farsça bir isim olup, dilimizde hem isim, hem sıfat olarak kullanılmaktadır. isim olarak, bağ, kelepçe, baraj, bent, kemer gibi manalara gelmektedir. Sıfat olarak, sıkıca bağlı, iyice bağlayan, kuvvetlice bağlanmış manalarına gelir.
Kalbe Allah zikrini hiç çıkmayacak şekilde nakış gibi işledikleri ve ondan hiç kopmadıkları için, gizli zikir sahiplerine Nakşibendi denmiştir.
Tarikat yol ve usul manasındadır. Tarikat bir din ve mezhep değil, dini anlama ve yaşama şeklidir. İnsanı terbiye için kurulmuştur. Tarikatlar terbiye için tercih ettikleri usullere ve zikirlere göre farklı adlarla anılmışlardır. Tasavvufun kaynağı, doğunun felsefesi, batının batıl dinleri değil, Kur'an ve sünnettir.
Bütün manevi terbiye yollarına kısaca "tasavvuf" denir.
Nakşibendi terbiyesi, gizli zikir usulü üzerine kurulmuştur. Bu usulü benimseyen büyük veliler tarafından geliştirilerek günümüze kadar gelmiştir. Bu usul ve adaplar bizzat Kur'an ayetlerinden, rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin sünnetinden ve O'nun şerefli ashabının (r.anhüm) hallerinden alınmıştır. Her şeyi ile Kur'an ve sünnete bağlıdır. Bu yolun usul ve adapları, Kur'an ve sünnette ya açıkca belirtilmiş, ya da işaret, delalet ve sükût yoluyla kabul edilmiştir. Yani, İslam'ın ruhuna uymayan hiçbir şey yoktur.
Fakihler nasıl fıkıh alananda içtihat yapma yetkisine sahiplerse kâmil mürşidler de, ahlak ve terbiye alanında içtihat etme, yeni usuller belirleme yetkisine sahiptirler.
Bu terbiye sistemi yeni bir din değildir; dinin ahlak derslerini talim ve tatbik eden bir okuldur. Hedefi, insanı güzel ahlaka ve Allah rızasına ulaştırmaktır. Metodu, muhabbetle kalpleri Yüce Allah'a bağlamaktır Temel usulü gizli, zikir, toplu zikir, muhabbet, sohbet, rabıta, teveccüh, tasarruf, hizmet ve edeple nefsin çirkin sıfatlarını ıslah etmektir.Dinimizin bize öğrettiği amel ve edepler iki kısımda özetlenebilir:
1-) Zahiri Hâller: Vücudumuzun dış azaları ile yaptığı bütün ibadetleri içine alır. Yeme içme, temizlik, alış-veriş, aile hukuku gibi vazifeler de bu kısma girer. Bu vazife ve edepler fıkıh kitaplarında anlatılmaktadır. Hangi vazifeyi yapıyorsak, onunla ilgili ilahi emri ve edebi öğrenmemiz gerekir.
2-) Batıni Hâller: Kalbin gafletten uyanması ve zikirle ihya edilmesi, nefsin manevi hastalıklardan arındırılması, ruhun ilahi huzura yükselmesi, böylece insanın ilahi nur, ilim, aşk, edep ve güzel ahlaka ulaşmasıdır. Zahiren ve batınen terbiye olan insanın elde edeceği en büyük inmet güzel kulluktur. Bu hale kısaca ihsan mertebesi denir. İhsanı yukarıda tarif ettik. Bu yol herkese açıktır. Bütün insanlar bu edeplere ve nimetlere davet edilmiştir.
Zâhirî ve bâtınî edepleri koruyan kimse ihsan mertebesini elde eder. Bu mertebeyi elde eden kimse Yüce Allah tarafından sevilir, O'nun huzurunda kabul görür. Kalbi ilahi sevgi, huşu, haya ve haşyet ile dolar.
___________________
Bu bölüm Semerkand Yayınları - Arifler Yolunun Edepleri - S. Muhammed Saki Haşimî - Sayfa : 24- 27 den alınmıştır.
MÜRŞİDDEN MAKSAT
Mürşide gitmekten maksat, Allah rızasına ulaşmak, kötülükten kaçmak, hasta kalbe ilaç, garip gönle gerçek bir dost aramak, kısaca manevi bir hicret yapmaktır.
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz:
"Fitneler etrafı sardığı bir zamanda ibadete yönelen kimse, sanki bana hicret etmiş gibidir." ¹ buyuruyor.
Bir mürşide giden kimse, fitneden kaçıp hak yolundaki cemaate koşmakta, isyandan kaçıp takvaya sarılmaktadır. Bu, Allah ve Resûlü için yapılmış bir hicret çeşididir. Bu hicretin sonu Allah rızasıdır.
Kâmil mürşid yeryüzünde en şerefli, en kıymetli, en gerekli ve en zor işi üstlenmiştir. O aynı zamanda en büyük bir emaneti taşımaktadır. Çünkü kâmil mürşid Hz. Peygamber'in (s.a.v.) varisi olarak takva imamlığını ve insanları terbiye işini yürütmektedir.
Mürşide gitmenin en önemli hedefi, bu iman ve irfan kervanına takılıp imanımızı muhafaza etmektir.
Büyük veli İmam Kuşeyri (k.s.), mürşidin gerekliliği hakkında şöyle diyor:
"Hakkı arayan kimse, bulunduğu yerde kendisini irşat edecek bir kimse bulamadığı zaman, irşatla görevli zamanının mürşidine gitmeli, onun bulunduğu yere hicret etmeli; yanında kalmalı, terbiye olup kendisine izin verilene kadar kapısından ayrılmamalıdır." ²
Takva yolunda imam olan bir arifi sevmek ve desteklemek imanın bir parçasıdır. Şu hadis-i şerifteki müjdeye bakınız:
"Kim Allah yolundaki bir imamı desteklemek ve yüceltmek için yanına giderse, o kimse Allah'ın himayesinde olur; bu uğurda göreceği her sıkıntının sevabını Allah verir." 3
Allah için Çıkılan Yolun Sonu Cennettir
Bir Allah dostunu ziyaret etmenin ilk faydası, Allah için sevginin ve ziyaretin sevabına ulaşmaktır. Allah için sevilen bir Müslüman kardeşi ziyaret etmenin hediyesi ilahi muhabbet ve Cennettir. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bu konuda şu müjdeleri vermiştir.
"Size Cennet ehli olanlarınızı haber vereyim mi? Bir şehrin (memleketin) öbür ucunda bulunan din kardeşini Allah rızası için ziyaret eden kimse Cennetliktir." 4
"Allahu Teala buyurur ki: Benim için birbirini sevenleri, birbirini arayıp soranları birbirini ziyaret edenleri, birbirine ikramda bulunanları, bir araya gelip meclis kuranları muhakkak ben de severim." 5
"Kim bir hastayı ziyaret ederse veya Allah için sevdiği bir kardeşini ziyarete giderse, görevli bir melek yoluna çıkıp: Güzel bir iş ettin, bu yürüyüşün hoş oldu, Cennette kendine bir ev hazırladın, sana müjde olsun! diye seslenir." 6
Allah için sevginin ve ziyaretin bundan başka bir hediyesi olmasa bile, bu kadarı insana yetmez mi? Allah'ın bir kulunu sevmesinden, ondan razı olup cennet ve cemalini seyretme nimetini vermesinden daha güzel ne vardır?
Hele bu ziyaret edilen kimse, hâlkın irşadı ile görevli bir Allah dostu olursa, ziyaretin fazilet ve bereketi daha fazla olur.
Allah dostu deyince, hemen keşif ve keramet aranmamalıdır. Kâmil mürşidin en büyük alameti Kur'an ve sünnet ahlakı üzere yaşamasıdır. Havada uçmak, suda yürümek, ateşi yutmak, bir anda dünyanın öbür ucuna gidip gelmek gibi şeyler, veli olmak için şart ve lazım değildir. Allah'ın izniyle bunlar mümkün şeylerdir, fakat bu tür şeyler velide bulunmadığı zaman, o bir noksanlık değildir. Velide ilahi aşk ve edep lazımdır. Buna kısaca istikamet denir.
Bir kimse bu yolun büyüklerinin elinden tutup irşat halkalarına girince, Sadat-ı Kiram'ın himmet ve tasarrufları altına girmiş olur. Bu himmet ve bereket onun kalbinde ilahi muhabbet meydana getirir.
Bunun bir sonucu olarak o kimsede günahlardan şiddetle kaçınma duygusu ve ibadetleri tatlılıkla yapma arzusu oluşur. Bu büyüklerin meclisine katılan insanın ruhu sevinir, kalbi rahatlar, gönlü huzurla dolar. İnsan Rabbül alemine kulluk yapmanın sevincini yaşar. İşte bu, Yüce Sadatların elinden tutmanın bereketiyle Allahu Teala'nın kuluna ikram ettiği bir hâldir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize varis olan bu Allah dostlarının eli, Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin elini temsil etmektedir. Onlara tutunan kimse hiç kopmayan nurlu bir halkaya tutunmuş olmaktadır.
Nakşibendi büyükleri, insanın terbiyesi için üç şeyin elde edilmesini gerekli görmüşlerdir. Bu üç temel esas muhabbet, ihlas ve teslimiyettir.
_______________
Müslim, Fiten, 130; Tirmizi, Fiten, 31
Kuşeyri, Risale, II, 742
Hakim, Müstedrek, II, 90. Zehebi de hadis için: Sahihtir denmiştir. İbnu Hibban, Sahih No: 372 Ahmed, Mesned, V, 241.
Taberani, el-Kebir, XIX, No: 307; Suyuti el-Camiu's-Sağîr, I, 440
Ahmed, Müsned, V, 239; Hakim, Müstedrek, IV, 169-170.
Tirmizi. Birr, 64; İbnu Mace, Cenaiz, 2.
___________________
Bu bölüm Semerkand Yayınları - Arifler Yolunun Edepleri - S. Muhammed Saki Haşimî - Sayfa : 31- 34 den alınmıştır.
MÜRŞİDE İNTİSAB
Dr. Dilaver SELVI
İntisap, Kur’an ve sünnette anlatılan, övülen ve teşvik edilen biat etme amelinin kapsamı içindedir. Ne var ki, biat da intisap da çoğu müslümanların gündeminden tamamen çıkmış bulunuyor. Bazıları art niyetliler bu kavramları çeşitli çıkarlarına alet etmiş, bazıları da aslını öğrenmeden yanlış görüntü ve bilgilere aldanıp inkâra kalkmıştır İntisabın dinimizde önemli bir yeri vardır. Mesele dinin ihyası, insanın ıslahıdır. Bu vazife, her devirde usulüne uygun olarak yerine getirilmelidir. İntisap ya da biat... İşin adına değil, aslına bakılmalıdır. Bir farzı yerine getirmeye yardımcı olan şeyler de farz hükmünde olur. İnkârdan sakınmak, kibirden kurtulmak, ilahî emirleri ihlasla yerine getirmek, haramdan kaçmak, güzel ahlâklı olmak her müslüman için farzdır. Tasavvuf, bu farzları yerine getirmeyi hedeflemiş bir terbiye okuludur. İntisap, işte bu okula kaydolmaktır. İntisap, hakkın ipine sarılmaktır. İntisap, cemaat olmaktır. İntisap hak yolunda bir rehbere bağlanmaktır. İntisap, Allah dostuyla Allah yolunda gitmek için akid yapmaktır. İntisap, terbiye görmüş bir kâmilin terbiyesine girmektir. İntisap, veliler kervanına katılmak ve nurlu silsileye tutunmaktır. İntisap, kâmil mürşitle manevi bağ kurmak ve onunla Allah için dost olmaktır. Biat ve intisap işinde asıl olarak iki taraf vardır; birisi Allahu Tealâ, diğeri de, kul. Mürşidin yaptığı iş, kulun Allah’a giden yolunu açmak, bu yolda ona şahitlik yapmak ve delil olmaktır. İntisaptan gaye mürşid değil, Allahu Tealâdır. Tasavvuftaki intisaba, “inâbe”, “el alma”, “el verme”, “tevbe etme” de denir. bütün bunlar aynı şeydir. Bir hak talibi müridin, mürşidine sadık ve bağlı kalacağına, Allah için, Allah yolunda onun terbiyesine teslim olacağına, haramlardan kaçıp helal ve hayırlara sarılacağına, günahlardan tevbe edip bir daha yapmayacağına dair söz vermesine ve buna Allah’ı, Rasulünü ve mürşid-i kâmili şahit tutmasına intisap denir. İntisabın Kur’an ve Sünnet’ten delili çoktur. Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.), Allah’ın birliğini kabulden sonra, ashabıyla tek tek ve toplu halde takva, ibadet, güzel ahlâk, cihad ve hizmet için pek çok sözleşme yapmıştır. Buna biat denir. Bu biat uygulaması sonraki devirlerde devlet idarecileri ve maneviyat önderleri için birer örnek olmuştur. Kur’an’da biat Cenab-ı Hak Kur’an-ı Hakim’de biatı değişik ayetlerde zikrederek, şekil ve hedefini şöyle belirtmiştir: “Rasulüm! Sana biat edenler hiç şüphesiz Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim yaptığı ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile yaptığı ahdine vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükafat verecektir.” (Fetih/10) “Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, seninle biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah’dan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Mümtehine/12) (Sünnet’teki biat şekillerini, “Mürşid-i Kâmile İntisabın Şekli ve Gayesi” adlı eserimizde genişçe işlemiştik. Delil ve örnekler için oraya bakılmalıdır.) Mürşide intisabın şekli Biat ve intisabın özü, kalbin teslimiyeti ve sağlam niyettir. Şekiller alamettir, gaye değildir. Ancak bunun zahiren bir usul ve adabı vardır. Bu konuda intisabın delili olan hadislerden çıkaracağımız usuller şunlardır: Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.), Allahu Tealâ’nın Rasulü ve halifesi olarak, erkek-kadın bütün insanların Peygamberi ve rehberi olduğu gibi, O’na vâris olan kâmil mürşidler, rabbanî alimler de bütün beşeriyetin irşad ve ıslahını hedef almalıdır. Mürşid-i kâmil hiçbir ayırım yapmadan herkese ve her kesime ilâhî daveti, iman, ihlas, takva ve güzel ahlâkı tebliğ etmekle memurdur. Mürşid-i kâmil, kendisine intisab edecek erkeklerle elele tutarak veya sözlü bir şekilde bu intisabı gerçekleştirebilir. Kadınlar mürşid-i kâmile intisaplarını sözlü olarak, bir perde veya kapı arkasından yapmalıdırlar. Kâmil mürşid, Rasullullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimiz’in yaptığı gibi bir ucundan kendisi, diğer ucundan da tevbe ve intisap edecek kimselerin tutacağı şekilde bir bez veya sarık uzatarak tevbe ettirip, intisab yaptırabilir. Bu, özellikle tevbe ve intisap edeceklerin çok kalabalık veya vaktin çok dar olduğu zamanlarda yapılır. Ayrıca, mürşid-i kâmil, bir erkek veya kadını tevbe ve intisab yaptırma hususunda kendisine vekil olarak görevlendirebilir. Vekilin yapacağı, intisabı tarif etmek ve vekili bulunduğu zata irşad işinde yardımcı olmaktır. Hz. Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.)’ın Hz. Ömer’i ve Hz. Umeyme’yi (R.A.) görevlendirmesi gibi. Mahremi olmayan bir kadının elini, onu tehlikeden kurtarmak ve zaruri tedavi gibi dinen müsaade edilen bir mazeret yokken tutup musafaha etmek, hayır gibi gözüken bir iş için de olsa caiz değildir. Bu, Sünnet’e uygun olmadığı gibi, yapana hayır da getirmez. Allame Eşref Ali Tanevî (Rh.A.) bu konuda şu tesbitleri yapmıştır: “Bazı bilgisiz veya dikkatsiz kimseler, kadınlardan el ele biat alıyorlar. Bu kesinlikle caiz değildir. Yabancı kadının tenine zaruretsiz el dokundurmak günahtır. Hadiste, bu amelin batıl ve haram olduğu belirtilmiştir. Peygamber Efendimiz (Aleyna Ve Aleykum Selam.)’dan daha müttaki ve iffetli kim olabilir? Kadınlardan biat alma konusunda Peygamber Efendimiz’in bu kadar çok dikkat etmesine rağmen, hiçbir mürşidin kendisini baba veya melek gibi görerek, sorumsuz ve hayasız bir şekilde kadınlarla biat etmesi doğru değildir. Biatın anlamı söz vermektir. Bunun sözle olması yeterlidir. Son devirlerde bazı mürşidler, bağlanmayı kuvvetlendirmek ve halkın kalbini teskin için, bir kumaş parçasının bir ucunu kendisi tutup, diğer ucunu intisap edecek kimseye uzatarak intisap yaptırmaktadırlar. Bunun hiç bir zararı yoktur. Ayrıca erkekler içinde zaruret halinde veya zaruret olmadan sözlü biat yeterli olabilir. Bunun da hiçbir sakıncası yoktur. Fakat elle biat yapmak, biatın en çok alışılan şeklidir ve erkekler için bu hususta hiçbir mani yoktur. Hatta elle yapılması, biatın zahirî ve batınî manasını içinde bulundurduğu için daha evlâdır.” İntisabın gerekleri İntisap eden kimseye lazım olan ilk şey ihlastır. İhlas, işini, ibadetini, hizmetini Allah’ın rızası için yapmaktır. İntisap kâmil mürşide yapılmalıdır. Bu mürşid, Hz. Peygamber (Aleyna Ve Aleykum Selam.)’a kadar uzanan bir silsileye sahip bulunmalıdır. İrşad izni olmayan ve silsilesi bulunmayan kimseye yanaşmamalıdır. İntisap edilen kâmil mürşidi Allah için sevmek, bu yolda ona güvenmek, onun bu işte mahir olduğunu bilip kendisine itimat etmek, terbiye ve terakki için şarttır. İntisap, itaat ve samimiyet ister. Yolun gereklerini, mürşidin emir ve tavsiye ettiği vazifeleri gücünce yerine getirmeyen kimse, intisabında samimi değildir. İntisabı sahih ve sağlam hale getirmek için mürşitle aynı yolu, aynı ameli ve aynı hali bir derece paylaşmalıdır. İntisap ölene kadar samimiyetle korunmalıdır. Kâmil mürşidi Allah için seven ve elinden tutan kimse, bu sevgiyi ve beraberliği hayatın her döneminde, acı-tatlı hallerinde muhafaza etmelidir. İntisabın meyveleri Bir mürşide intisap eden kimseyi, mürşidi Allah’ın bir emaneti olarak görür; sever, terbiye halkasına alır. Sadık mürid, mürşidin manevi evladı olur, onun ailesinden sayılır. Bu sayede bütün silsilenin bereketine kavuşur, manevi mirasına konmuş olur, feyizlerinden nasiplenir. İnsan sevdiği ve tabi olduğu kimselerle haşrolur. Kıyamet günü Allahu Tealâ herkesi imamı ile birlikte huzuruna çağırır. Kâmil mürşide tabi olan kimse mürşidi ve onun bağlı olduğu veliler ordusuyla birlikte mahşere gelir. Veliler, kendilerine verilen şefaat yetkisini önce tanıdıklarına kullanırlar. İntisap eden kimse bir cemaatin içine katılmış olur. Bu cemaat dua, göz yaşı, zikir ve tavsiye ile Allah yolunda birbirlerini desteklerler. Şeytana karşı siper olurlar. Cemaat halinde yapılan hayırlı amellerin sevabına bütün cemaat ortaktır. Bir kâmil mürşidin duaları içinde anılmak, onun yapmış olduğu zikir, amel ve hizmetlerden bir hisse almak mürid için en büyük kazançtır.
MÜRŞİDİN HİMMET VE TASARRUFU
Himmet, Yüce Allah'ın sevdiklerine ikram ettiği özel rahmetidir. Mürşid-i Kâmil, Yüce Allah'ın halifesidir; yer yüzünde en mühim görevi üstlenmiş muttaki dostudur. Yüce Allah bu dostlarına verdiği görev kadar destek de vermektedir. allah dostlarına verilen bu yetki ve müjdeler şu ayet-i kerimede özetle ifade edilmiştir:
"Bilesiniz ki, Allah dstlarına hiçbir korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar, İman edip takvaya ermiş olanlardır. Onlar için dünya hayatında ve ahiret hayatında nice müjdeler (keramet ve güzel haller) vardır." (Yunus 10/62-64)
Büyük arif İmam Gazali (k.s.), Yüce Allah'ın gerçek takvaya eren dostlarına kırk çeşit keramet verdiğini, bunların yirmisin dünyada bahşettiğini, yirmisini de ahirette vereceğini belirtmiştir. Dünyada verdiği keramet ve destekler içinde şunları da saymıştır:
Yüce Allah, muttaki dostlarını, sever, onları yüce katında özel olarak zikreder, meleklerine över. Bu ne büyük bir ikram ve şereftir.
Yüce Allah, dostunu özel himayesine alır; onun bütün işlerine kefil olur. Onu düşmanlarından korur. Onun gönlünü yüce marifeti ve muhabbetiyle zengin eder. Onun Allah'tan bir derdi olmaz.
Yüce Allah, dostlarına bir heybet verir; onu görenler kendisine boyun büker, hürmet eder, tevazu gösterir.
Yüce Allah dostlarını gönüllere sevdirir; bütün müminler onu sever, kendisini hürmetle anar.
Yüce Allah, dostlarını bütün aleme rahmet ve bereket vesile yapar. Onun her sözü, her işi bereketlidir. Onun bastığı topraklar, gezdiği yerler, gördüğü insanlar, kendisiyle bereketlenir., feyizlenir.
Yüce Allah, yeri, karayı havayı, denizi, hayvanları, dostunun emrine verir. O bunları dilediği zaman istediği gibi kullanır.
Yüce Allah yerin hazinelerini dostunun önüne açar, eline verir. ancak o, bütün bunları gizli bir tuzak görür; hepsinden Allah'a sığınır; Allah'tan sadece O'nun sevgisini ve rızasını ister. Bu tür keramet ve nimetlere takılıp Yüce Sevgilisinden kopmaz.
Yüce Allah dostlarını ulu kapısına arz edilecek işlerde bir vesile ve reis yapar. Halk ilahi huzura girmeye onu vesile eder; ona hizmet ettirerek halka sevdirir ve bu vesile ile insanların hidayetine vesile eder. Onun aracılığı ile ihtiyaçlar ilahi huzura arz edilir, onun hak katındaki hatırına dertlere çare aranır, o, sıkıntılardan kurtuluş ister.
Yüce Allah, dostlarının duasını kabul eder. Onlar ne isterse verir. Bir işte şefaatçi olurlarsa, dileklerini geri çevirmez. Bütün bunlar Yüce Allah'ın dünyyada iken dostlarına verdiği keramet ve yetkilerdir. Bir de ahirette verecekleri vardır ki, onların birincisi meleklerin teşriatı ve selamı ile hoş bir halde ruhlarını teslim etmektir. (Bkz: Gazali, Minhacü'l-Abidin, 419-424. (Beyrut 1998) )
İşte dünyada muttakilere imam yapılan kâmil mürşidler, bu tür yetki ve tasarrufa sahip yapılmışlardır. onlara verilen bu yetkileri şu meşhur kudsi hadis çok güzel özetlemektedir:
"Kim benim velilerimden birisine düşmanlık yaparsa, ben ona karşı harp açarım/ondan dostumun intikamını alırım.
Bir kulum farz kıldığım amelleri yaparak bana yaklaştığı gibi, hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetleri ile de devamlı bana yaklaşır. Nihayet onu severim.
Ben bir kulumu sevdiğim zaman, (kendisine vereceğim özel nurum ile) onun işiten kulağı, konuşan dili, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, anlayan kalbi olurum. O artık benimle işitir, benimle konuşur, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür, benimle anlar. Benden bir şey isterse, istediğini veririm; bana sığınırsa kendisini korurum." (Buhari, Rikak, 38; İbnu Mace, Fiten, 16; Beğavi, Şerhu's-Sünne, I, 142; Beyhaki, K. Zühd, No: 696-700; Tabarani, el-Kebir, No: 7880.)
Büyük müfessir İmam Fahruddin Râzî (rah), bu hadis-i kudsiyi velilere verilen kerametin en güzel bir delili olarak görür ve şu açıklamayı yapar:
"Bir insan samimiyetle Yüce Allah'a kulluğa devam ederse, Allah'ın: "onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum" buyurduğu bir makam yükselir. Yüce Allah'ın sevdiği kuluna ikram ettiği celal nuru, onda bir kulak olunca, o, yakını işittiği gibi, uzağı da işitir. Bu nur, bir kul için göz olunca, o, yakını gördüğü gibi, uzağı da görür. Yine Allah'ın celal nuru bir kulda el olunca, o kul, zora, kolaya, yanındakine, uzaktakine, çok şeye gücü yeter. (Bkz: Razi, Mefatihu'l-Gayb; XXI, 90-91)
MÜRŞİD-İ KAMİL ALLAH İÇİN SEVİLMELİDİR
Mürşid-i kâmil kendisine verilen bütün manevi nimetleri Allah yolunda, insanların irşadında kullanır: İnsanlar da bir veliyi irşad olmak, kalbini uyandırmak, nefsini ıslah etmek, dinini güzel yaşamak ve böylece Allah'a yaklaşmak için vesile etmeli, ahireti için mürşidden dua ve himmet istemelidir.
HİMMET, İLAHİ KADERE BAĞLI BİR RAHMETTİR
Mürşid-i Kâmil, ilahi takdire teslim olmayı en büyük amel görür; bunun için ilahi hükme tabi olur. O, bütün faydanın ve zararın, iman ve hidayetin, rahmet ve azabın, tatlının ve acının Yüce Allah'ın elinde olduğunu bilir; devamlı O'na yönelir; O'na güvenir. asıl veren Allah'tır; kâmil veli, kula verilen rahmet, feyiz ve muhabbet için bir vasıtadır.
Yüce Allah, dünya aleminde rahmetini ve nimetlerini kulları eliyle ulaştırmayı sevmektedir. Bunun için melekleri, peygamberleri, velileri ve diğer sebepleri yaratmıştır.
Himmet bir keramet çeşididir. Yüce Allah'ın dostlarına bir ikramı olan keramet, ilahi kudretin tecellisidir. Yüce Allah, Peygamberlerini (Aleyna Ve Aleykum Selam.) bir ço mücize ile desteklediği gibi, irşatla görevli velilerini de özel yetkilerle donatıp desteklemiştir.
Keramet haktır, vardır ve vâkidir. Keramet, ikiye ayrılır. Birisi, zâhiri alemdeki maddi işlerde olur. Bunun çeşitleri çoktur. Diğeri, manevi keramettir; mana aleminde zuhur eder, kalp, gönül ve ruh üzerinde gerçekleşir. Veli için, havada uçmak, ateşi yutmak, bir anda dünyayı gezip dolaşmak gibi maddi kerametler şart değildir. Ancak manevi kerametin her velide bulunması şarttır.
En büyük manevi keramet, velideki sarsılmaz iman, yakın, ilahi feyiz, aşk, kalplere tasarruf etme, gönülleri Allah'a bağlama, nefsi ıslah edip kötü bir sıfatı iyi ahlaka çevirme ve gece gündüz istikamet üzere hak yolda yürüme kerametidir.
Yüce Allah, kamil mürşidlere mana aleminde, ruh ve kalp ikliminde tasarruf etme, gönülleri tesiri altına alma, ilahi nur ve nazarla azgın nefisleri uslandırma ve terbiye etme yetkisi vermiştir. Onlar, mana aleminin sultanlarıdır. Onlardan iman selameti ve gönül safiyeti için himmet ve yardım istemelidir; kalbimizin dirilmesi için feyizleri talep edilmelidir. Nefsimizi terbiye için nurlu nazarları altına girmeye can atmalıdır.
Kâmil mürşidler, Yüce Allah'ın: "Eğer siz Allah'a (yani O'nun dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder." (Muhammed 47/7) Ayetinin sırrına ve müjdesine ulaşmışlardır. Onların üzerinde hiç eksilmeyen bir rahmet, feyiz ve ilahi destek vardır. Onlar da bu destekle Yüce Allah'ın dinini yaşamakta ve gönüllere ilahi sevgiyi aşılamaktadırlar. Yoksa bu iş maddi akıl, fikir, para edebiyat ve temenni ile olacak bir şey değildir.
___________________
Bu bölüm Semerkand Yayınları - Arifler Yolunun Edepleri - S. Muhammed Saki Haşimî - Sayfa : 185- 190 den alınmıştır.
HADİS VE HADİSELERDE VESİLE ÖRNEKLERİ
Vesile, iddia edildiği gibi Yüce Yaratıcı’ya başkasını ortak etmek değil, onun sevdiklerini aracı ederek ilahi huzura derdimizi arz etmektir. Vesile, nefsi aradan çıkarıp sevgilileri aracı yapmaktır. Vesile, yolu bilenle hedefe varmaktır. Vesile, aşıkların ağzı ile Allah’a yalvarmaktır. Vesile, dostların diliyle derde derman aramaktır. Bu haliyle vesile, Allah Rasulünün tavsiyelerinde de yer alır, sahabilerin hayatlarında da... Vesile, iddia edildiği gibi Yüce Yaratıcı’ya başkasını ortak etmek değil, onun sevdiklerini aracı ederek ilahi huzura derdimizi arz etmektir. Vesile, nefsi aradan çıkarıp sevgilileri aracı yapmaktır. Vesile, yolu bilenle hedefe varmaktır. Vesile, aşıkların ağzı ile Allah’a yalvarmaktır. Vesile, dostların diliyle derde derman aramaktır. Bu haliyle vesile, Allah Rasulünün tavsiyelerinde de yer alır, sahabilerin hayatlarında da... Salih insanların diğer insanlara nasıl vesile olduğunu şu hadislerden öğreniyoruz: “Allah, bu ümmete ancak aralarında bulunan zayıf görünümlü salihlerin duası, namazı ve ihlası sayesinde yardım eder.” (Nesaî) “Siz ancak içinizdeki zayıf ve garib görünümlü salih kimselerin dua ve bereketiyle ilahi yardıma ve zafere ulaşırsınız.” (Buharî, Ebu Davud, Tirmizî) “Zayıf görünümlü salihleri ihmal etmeyiniz. Çünkü siz onlar sayesinde rızıklandırılır ve ilahi yardıma mazhar kılınırsınız” (Nesaî) Konumuzla alâkalı bir başka hadiste de, bazı savaşlarda sahabe, tabiîn veya etbau tabiîn’den olan kişiler hürmetine o orduya zafer ihsan edileceği belirtilmiştir. (Buhari, Müslim) İslâm tarihinde, peygamber, veli ve alimleri vesile ederk Allahu Tealâ’dan bir şey istemenin örnekleri çoktur. Bu manada ilk vesileyi Hz. Adem (Aleyna Ve Aleykum Selam.) yapmıştır. Hz. Ömer (R.A.) naklediyor: Hz. Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.) buyurdu ki: Hz. Adem (Aleyna Ve Aleykum Selam.), cennetten çıkarılmasına sebep olan hatayı işledikten sonra affedilmesi için şöyle dua etti: - ‘Allah’ım beni Muhammed’in hakkı için affeyle, tevbemi kabul buyur.’ Cenab-ı Hak: - ‘Sen Muhammed’i nereden tanıyorsun?’ diye sorunca, Adem (Aleyna Ve Aleykum Selam.): - ‘Ya Rabbi! Beni yarattığın zaman başımı kaldırıp arşa baktığımda, arşın üzerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasulullah yazıldığını gördüm. İsmi Allah’ın ismiyle beraber yazılan birinin O’nun katında en sevgili bir kul olduğunu anladım. Bundan dolayı onun ismini zikrederek affımı istedim.’ dedi. Allahu Tealâ: - ‘İzzet ve celâlime yemin ederim ki, o senin zürriyetinden gelecek son peygamberdir. Eğer o olmasaydı seni yaratmazdım.’ buyurdu. (Hakim, Beyhakî, Tabaranî, Heysemî) Peygamberi ve Onun Yakınlarını Vesile Yapmak Rasullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimiz’in saadetli hayatlarında zat-ı alisini vesile ederek yapılan pek çok tevessül örneği mevcuttur. Biz, tevessülün edebine dikkat edildiğinde, bu ümmetin salihleri ile her zaman yapılabileceğini göstermek için aşağıdaki örnekleri veriyoruz: Enes b. Malik (R.A.) anlatıyor: “Hz. Ömer döneminde, müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Durumu halife Ömer’e anlattılar. O da Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ı (R.A.) yanına aldı, onu vesile ederek Allah’tan yağmur talebinde bulundu, şöyle yalvardı: - ‘Allahım! Bizler daha önce Peygamberimiz’i vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise O’nun amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz; bize yağmur ihsan et.’ Dua ve vesilesi kabul edildi; o anda yağmura kavuştular.” (Buhari, Aynî) Hz. Ömer (R.A.) böyle davranmakla, Hz. Peygamber (Aleyna Ve Aleykum Selam.)’dan başka salih insanları ve özellikle Peygamber’e yakınlığı bulunan kişileri vesile edinerek yağmur isteneceği hususuna işaret etmiştir. Bu hareketi ile müslümanlara vesilenin mahiyetini anlatmak ve Kur’an’da emredilen tevessülün sadece salih amelleri değil; aynı zamanda salih zatlarla tevessülü de içine aldığını belirtmek istemiştir. Ayrıca, bu davranışı ile Ehl-i Beyt’in faziletini vurgulamak istemiştir. Allah Rasulü’nün hem nesebine, hem de edebine varis olan Ehl-i Beyt alimleri ve o şerefli silsileden gelen kâmil mürşidler, her devirde müslümanlar için Hakk’a ulaşmada en güzel vesiledirler. Onlara “el-Urvetü’l-Vüska” yani kopmayan, sağlam ip denir. Onlar, bir ucu Allah’ta, diğer ucu insanların arasında olan Hz. Kur’an’a sımsıkı sarıldıklarından, ellerinden tutanı, kalplerinden ilahi aşk yudumlayanı Allah’a ulaştırırlar. Hz. Ömer (R.A.)’in Hz. Abbas (R.A.)’la tevessülde bulunması, Hz. Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.)’ın ona gösterdiği hürmete kendisinin de riayet etmesinden kaynaklanmıştır. O, böyle davranmakla Hz. Peygamber’e ittiba etmiştir. (Aynî, Umdetü’l Kari; Ali Ataç, Kelâm ve Tasavvuf Açısından Tevessül) Sahabilerin Birbirlerini Vesile Yapmaları Ebu Zur’a eş-Şeybanî anlatıyor: “Yezid bin Muaviye zamanında uzun bir müddet yağmur yağmadı. Bunun üzerine yağmur duasına çıktılar, fakat ne bulut geldi ne de yağmur yağdı. Yezid b. Muaviye, Dahhâk bin Esved’e dönüp ‘Kalkın! Bizim için yağmur isteyin!’ dedi. O da kalktı, kollarını ileri doğru uzatarak ellerini açtı, başını semaya kaldırdı, şöyle dedi: - ‘Allahım! Bunlar benim vesilemle senden yağmur diliyorlar; onlara yağmur yağdır!’ O daha duasını bitirmemişti ki, yağmur yağıverdi. Öyle ki, neredeyse su içinde kalacaklardı. (İbn-i Ebi’d Dünya, Resail) Hz. Muaviye (R.A.), Yezid bin Esved el-Cureşî (R.A.)’yi Şamlılar için vesile ederek yağmur duasında bulundu, elini açıp: - “Allahım! En hayırlımız ve en faziletlimiz vesilesiyle senden yardım diliyoruz” diye dua etti; daha evlerine varmadan yağmur yağdı.” (İbnu’s-Salâh, Ulumu’l-Hadis) İbnu Hacer el-Mekki (Rh.A.) naklediyor: “İmam Şafiî, Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebû Hanife’nin türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selam verir, sonra onu vesile edip Allahu Tealâ’ya ihtiyacını arzederdi.” İmam Ahmed b. Hanbel (Rh.A.), Allahu Tealâ’dan bir şey isterken İmam Şafiî’nin ismini zikrediyor ve onun hatırına ihtiyacının giderilmesini istiyordu. Oğlu Abdullah buna hayret edip babasına durumu sorunca, İmam Ahmed: - “Şüphesiz İmam Şafiî, insanlar için güneş gibidir; herkese fayda sebebidir” demişti. Yine İmam Şafiî’ye, Kuzey Afrika’lı müslümanların İmam Malik’in ismini anarak Allah’tan birşeyler istediklerinin haberi ulaşınca, bunu hoş görmüştü. İmam Ebu’l Hasen eş-Şâzelî (Rh.A.) demiştir ki: “Kimin Allahu Teâlâ’ya arzedecek bir ihtiyacı olursa, İmam Gazzalî ile tevessül edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arzetsin.” (Nebhanî, Şevahidü’l-Hak). Her devirde rahmete vesile olan Allah dostları bulunur. Kâmil insanlar, Allahu Tealâ’nın huzurunda insanlığı temsil ederler. Kâinatın ayakta durmasına vesile olan büyük zikri onlar çekerler. Ariflerin temiz kalbleriyle çektikleri zikirler, saf gönülleri ile yaptıkları dua ve niyazlar, hallerinden yayılan edeb, takva ve güzel ahlâk, aleme rahmet çeker. Velilerin yüzüne bakan Allah’ı zikreder; elinden tutan Allah’a gider, gönüllerinden sevgi yudumlayan Allah’ı sever. Bu da nasibi olana yeter.
TEVESSÜL VE VESİLE
Tevessül, daha çok tasavvuf çevrelerinde uygulanmakta, ve bazılarınca tenkid edilmektedir. Şunu hatırlatalım ki; doğrunun tesbiti, yanlışın terkedilmesi için yapılan her tenkid faydalıdır. Fakat tenkid eden haddi aşınca, doğru ile yanlış biribirine karışır, cahil olanlar da doğruyu şaşırır... Tevessül, daha çok tasavvuf çevrelerinde uygulanmakta, ve bazılarınca tenkid edilmektedir. Şunu hatırlatalım ki; doğrunun tesbiti, yanlışın terkedilmesi için yapılan her tenkid faydalıdır. Fakat tenkid eden haddi aşınca, doğru ile yanlış biribirine karışır, cahil olanlar da doğruyu şaşırır. Tevessülü tenkid edenler, gerçek sahih ilme göre hareket etmezlerse haddi aşar, vebale girerler. Çünkü tevessüle başvuranlar arasında ilim ve takvalarıyla meşhur alimler, irşadıyla bir çok insanı Hakk’a sevk eden arifler mevcuttur. Gerçek tevhide ulaşmak için canını ve malını feda eden bu şerefli kitleyi rabıta ve tevessül yapıyorlar diye şirkle suçlamak az bir şey değildir. Tenkid edilen ve şirkle suçlanan kimse, en azından ömrü boyunca beş vakit namazını kılan bir mümindir. Böyle olunca iş ciddi, tehlike büyüktür. Çünkü, Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimizin uyardığı gibi; bir kimseye kafir, müşrik, münafık veya fasık demek, sözde kalmaz, hüküm iki taraftan birisine ait olur. Karşı tarafta söylenen durum yoksa, söz sahibine döner. Verilen her hükümde adaletli olmak şarttır. Adalet, nefsimiz istemese de hakkı söylemek ve herkese hakkını vermektir. Biz tevessül ve vesile konusunda orta yolu tanıtmaya çalışacağız. Vesile Nedir? Vesile, kelime olarak, derece, yakınlık, başkasına yaklaşmak için vasıta kılınan şey, şefaat, vuslat manalarına gelir. “Falan şunu Allah’a vesile etti” demek, kendisini Allah’a yaklaştıracak ameli yaptı demektir. Ayrıca vesile, cennette yüksek bir derecenin ve Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimiz şefaatının adıdır. Tevessül ise bir amel vasıtası ile maksada yaklaşmak ve ulaşmaya çalışmaktır. (İbn. Manzur) Bir çok müfessir, tevessülü bizzat yakınlaşmak ve yakın olmaya sebep olacak şeyleri aramak şeklinde tefsir etmişlerdir. (İbn. Kesir, Kurtubî, Alusî) Kısaca tevessül şudur: Bir kimse sıkıntı içindedir. Derdini Allahu Tealâ’ya arzetmek ister, ancak nefsini kusurlu bulur. Kibirini kırar, tevazu gösterir, duasının kabulü için Allah katında kıymetli kabul ettiği bir şahsı veya ameli anar ve mesela şöyle diyebilir : “Allah’ım! Şu kâmil zatın hatırına veya şu salih amelin bereketine sıkıntımı gidermeni, isteğimi nasib etmeni istiyorum” Vesilenin Şartları Yukarıda tarif edilen caiz olan vesilede üç taraf vardır: Tevessülle kendisinden bir şey istenen zat. Bu Allahu Tealâ’dır. İstenen şeyin asıl yaratıcısı ve dilerse ikram edecek olanı O’dur. Tevessül eden kimse. Bu, Allahu Tealâ’nın yakınlığını arzulayan, bir hayra ulaşmak veya bir sıkıntıdan kurtulmak isteyen kuldur. İsteğine ulaşmak için vesile yapılan, aracı kılınan şeyler. Bunlar, kulun kendisi ile Allahu Tealâ’ya yakınlık sağladığı, duasının kabulüne vesile yaptığı salih ameller veya şerefli şahıslardır. Yapılan tevessülün fayda vermesi ve kulun ihtiyacının giderilmesi için şu şartların bulunması gerekir: Allahu Tealâ’ya vesile arayan kimsenin, vesileye inanması gerekir. Vesileye inanmayan veya ona şüphe ile bakan kimse, bir fayda görmez. Kendisi ile Allah’a yaklaşmak için tevessül edilen amelin, Allahu Tealâ’nın meşru kıldığı ve teşvik ettiği bir amel olması gerekir. İman, zikir, tevbe, gözyaşı, dua, sadaka, ihlas, namaz, Allah için sevgi, fakirleri sevindirmek gibi. Bu salih amelin, Allah Rasûlünün (Aleyna Ve Aleykum Selam.) öğrettiği şekilde Allah’a yakınlık için yapılması gerekir. Vesile edilen şahsın, Allah katında bir itibarı, kıymeti, nazı ve niyazı olması gerekir. Allah düşmanları, açıkça günahkâr olanlar ve gafiller ile Allah’ın rahmetine ulaşılmaz. Buna göre, bid’at ve haram olan amellerle vesile gerçekleşmez. Salih olmayan kimselerle Allah’a yakınlık sağlanamaz. Yukarıda arzettiğimiz şartları taşıyan her vesile bütün zaman ve mekanlarda caizdir, faydalıdır. Kur’an’da Vesile Allahu Tealâ, kulun dünyada ızdıraptan, ahirette azaptan kurtuluşu için şu yolu göstermiştir: “Ey müminler! Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya, sevilmeye) vesile arayın; O’nun yolunda cihad ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide/35) Kulu Allah’a yaklaştıracak vesilelerin başında iman, Kur’an, ihlas ve salih ameller gelir. Salih amellerin başında farzlar yer alır. Allah için sevmek, Allah’ın dostlarını sevmek ve onların meclisine girmek, dualarına ortak olmak, ilahi rahmeti çekmek için en büyük sebeplerden birisidir. Müfessir İsmail Hakkı Bursevi (Rh.A.), gerçek alimleri ve kâmil mürşidleri insanı Allah’a yaklaştıran vesileler içinde saymıştır. Büyük alimlerimizden İmam Savî (Rh.A.), vesile hakkında şu açıklamayı yapıyor: “Kişiyi Allah’a yaklaştıran her şey, ayette bahsi geçen vesileye dahildir. Nebileri ve velileri sevmek, Allah dostlarını ziyaret etmek, Allah yolunda infakta bulunmak, bol bol dua etmek, akraba hukukunu gözetmek, Allah’ı çokça zikretmek ve benzeri şeyler bunlardandır. Buna göre ayetin manası: sizi Allah’a yaklaştıran her şeye yapışınız, O’ndan uzaklaştıran her şeyi de terkediniz demek olur. Durum böyle olunca müslümanların, Allah dostlarını ziyaret etmelerini yanlış görüp bunun Allah’tan başkasına bir ibadet olduğunu zannederek onları küfür ve şirk ile suçlamak, apaçık bir sapıklık ve perişanlıktır. Hayır, gerçek onların dediği gibi değildir. Allah dostlarını ziyaret ve onlara muhabbet beslemek, Rasulullah (Aleyna Ve Aleykum Selam.) Efendimizin: ‘Allah için sevmeyenin imanı yoktur’ buyurduğu Allah muhabbetine ve Allahu Tealâ’nın ‘O’na vesile arayın buyurduğu vesileye girmektir’ (Haşiye, II/182) Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır (Rh.A) da, bu ayetin tefsirinde, insanın sırf imanla yetinmeyip, Allahu Tealâ’ya yaklaştıran sebeplere ciddi olarak sarılması gerektiğini belirtmiştir. (Hak Dini, III/233-234) Tevessül Neden Şirk Değil? Kâmil velileri vesile edenler, onların Allah’ın kulu olduğunu biliyorlar. Onları Allah’a ortak ve yardımcı görmüyorlar. Onlarda Allah’a ait yetkilerin olduğunu söylemiyorlar. Sadece, onlardaki ihlas, takva ve salih amellere itibar ediyorlar. Onların bu takva ile ilahi huzurda kabul gördüklerini, naz ve niyaz makamında bulunduklarını, dualarının kabul edildiğini, Allahu Tealâ’nın onlardan razı olduğunu düşünüyorlar. Bu halleriyle onların: “Ben, farz ve nafilelerle bana yaklaşan kulumu sevince, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa kendisini korurum, onu özel himayeme alırım.” (Buhari, İbnu Mâce) kudsi hadisindeki iltifat ve ikrama ulaştıklarına inanıyorlar. Bunun için onların isimlerini dualarına ekliyor, güzel sıfatlarını isteklerinin ilahi huzurda kabulüne destek yapıyorlar. Yoksa onlar, Allahu Tealâ’dan istenecek bir şeyi velilerden istemiyorlar. Salihleri vesile yapıp Allahu Tealâ’dan bir şey istemeyi tenkid edenler, bunun her namazda Fatiha suresinde okunan “Allahım! Ancak sana kulluk eder, sadece senden yardım isteriz” mealindeki ayetlere ters düştüğünü söylüyorlar. Halbuki bu ayetlerde, Allah’tan bir şey isterken içimizdeki salihlerin zikredilmesine red değil, açıkça bir işaret vardır. Çünkü, ayette “sadece senden isterim” denmiyor, “isteriz” deniyor. Ayeti okuyan kimse yalnız da olsa, “ben” değil “biz” ifadesini kullanıyor. Bununla kul, kendini aciz görüp tevazuya bürünür ve şöyle demek ister: “Allahım! Bizler topluca sana yöneldik; ancak sana kulluk ediyor; sadece senden yardım istiyoruz. Ben senin huzurunda tek başıma bir şey taleb etmeye ehil ve layık değilim. İçimizde gerçek kulluk yapan ve duasında samimi olan salihlerle birlikte senden istiyorum. Benim isteğimi onların duasına kat, kabul eyle” Allah dostlarını, basit dünya işleri için vesile etmek güzel değildir. Onların adını ve şanını, nefsimizi değil, Rabbimizi razı etmek için kullanmalıyız. Ariflerin vasıtası ile dünyamızı değil, ahiretimizi mamur etmeliyiz. Eğer kibirimizi kırar da Allah’a giden yolda o saadetli büyükleri terbiyemizde rehber, dualarımızda vesile edersek inşaallah maksadımıza ulaşırız.