25-08-2008, 00:23
Evliyanın Büyüklüğünü İnkar
Anadolu velîlerinden Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz retlerinin Sinan adında bir oğlu vardı. Bu oğlu ilim tahsîli yapmış, zâhirî ilimlerde çok yükselmişti. Ancak babasının büyük velî olduğunu bir türlü kabûl etmiyordu. Tasavvufta yükselmek, kemâle ermek istiyordu ve ken dine rehberlik edecek yol gösterici bir mürşid arıyordu. Kuvvetli bir ilim tahsîli yapmış olduğundan hep kitaplarla meşgûl olurdu. Nihâyet bir gün babasına; "Herkes seni sevip sayıyor. Eğer beni önceden yetiştir seydiniz, size itâat ederdim. Fakat zâhir ilimlerde bilginiz yok. Benimse çok müşkülüm var." dedi. Bunun üzerine babası; "Oğlum sen de murâ dına erersin. Benim sözümü dinle, bu yolda gayret göster, Mekke´ye git, Kâbe´yi tavâf et. Safâ ve Merve arasında sa´y edip, Makâm-ı İbrâhim´e varınca, Allahü teâlâya yalvarıp duâ et. İki rekat namaz kıl. Selâm verip duâ ettikten sonra yanında ihtiyar bir zât görürsün. O zât senin gönlünün derdine çâre olur. O gönül sırlarından haberdârdır. Nice sırları ondan öğrenirsin." dedi.
Babasından böyle bir işâret alınca, Kâbe´ye gitmek üzere yola çıktı. Mekke´ye gitmek için bir gemiye bindi. Hava gâyet sâkin ve gemi yolcu ile doluydu. Yolculukları sırasında hava değişip rüzgâr esmeye ve deniz dalgaları coşmaya başladı. Sonunda gemi battı. Yolculardan kimi bo ğuldu, kimi kurtuldu. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinân ise boğulmak üzere olup dalgalar arasında çırpınıyordu. Bu sırada babası âniden gö züküp onu boğulmaktan kurtardı ve gözden kayboldu. Boğulmaktan kurtulduğu için Allahü teâlâya şükretti.
Kurtulan diğer yolcularla birlikte karadan yürüyerek yola devâm etti ler. Ancak hallerinin ne olacağını bilmeden yolculukları sıkıntılı geçi yordu. Bir müddet gittikten sonra çölde eşkıyâ yollarını kesip hepsini esir aldı. Sinan bu sefer de tuzağa düşmüş bir yabancı kuş gibi esir oldu. Allahü teâlâya tevekkül edip sabırla beklemeye başladı. Onu bir zindana kapattılar. Geceleri gözüne uyku girmiyordu. Çok halsiz ve zayıf düş müş, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Ayrıca çok da iş kence görüyordu. Bu ızdırap ve zindandan kurtulmak için hiçbir çârenin olmadığını anladı. O zaman Allahü teâlâya duâ edip, şöyle dedi:
"Yâ Rabbî! Bana lutfeyle, çok günâhkârım. Senin velî kullarından olan babama değer vermez ve inanmazdım. İnadım sebebiyle içinde bulunduğum bu sıkıntıya düştüm. Babama hiç teslim olmazdım. Onun sözlerini hiç tutmazdım. Kimsenin sözünü beğenmez ve yüzünü görmek istemezdim. Babama hiç baş eğmezdim. Yâ Rabbî! Benim çektiğim hep bu yaptıklarımdandır. Bana ihsân eyle kurtar beni. Şimdi kabahatimi anladım." diyerek gece-gündüz ağlardı.
Günlerce böyle çâresiz gam ve dert çekip kurtulacağı günü bekledi. Bir gün ellerini ve ayaklarını da bağladılar ve; "Şimdi senin gözlerine de mil çekip seni kör edeceğiz, artık dünyâyı görmez olursun ve bir yere gi demeyip, buralarda kalırsın." dediler. Bu sözleri işitince, çâresizlik ve dehşet içinde çok ağladı. Artık tam çâresizlik içine düşüp gözlerini de kaybetme korkusu içindeyken birdenbire babası Kemâl Ümmî hazretleri karşısına çıkıverdi. Elini uzatıp; "Gözünü yum beri gel. Allahü teâlânın kudretini göresin. Hep âh edip inlersin." dedi. Sonra onu anlamadığı bir şekilde tutup Kâbe´ye bıraktı. Gözlerini açtığında Kâbe´nin yanında idi. Bu hallere çok şaşırıp, günahlarına ve kabâhatlerine pek ziyâde pişman oldu. Tam bir ihlâs ile cânu gönülden Kâbe´yi tavâf etti. Sonra Makâm-ı İbrâhim´e geçip iki rekat namaz kıldı.
Bu hâlini kendisi şöyle anlatmıştır: Makâm-ı İbrâhim´de iki rekat na maz kıldım. Selâm verdikten sonra; "Yâ Rabbî bu yolda nice sıkıntılar çektim. Şimdi beni murâdıma erdir." diye duâ edip ellerimi yüzüme sür düm. Bu sırada yanımda oturan yüzü örtülü bir ihtiyâr gördüm. Elini öp tüm ve; "Efendim şimdi sizden ricâm, beni murâdıma kavuşturmak için himmet eylemenizdir. Derdime bir çâre ihsân edin." dedim. Bana; "Evli yâya karşı inadı terkeyle, onlara îtimât göster. Görünüşlerine bakma! Onların bâtınlarına iç alemlerine bak. Neden gördüğünü ilimden haber siz zannedersin. Zâhir ilimle Allahü teâlâya kavuşmayı mı murâd eder sin! Zâhir ilmi olmayanı Hak´tan uzak mı sanırsın? Gerçi ilim kişiye faydalıdır. Fakat bu ilimle amel edilmeyince, faydası olmaz. Dünyaya düş kün olmayan, haramlardan sakınan mevlasına kavuşur. Eğer bu sözleri anlayıp idrak ettiysen, mürşidine yol göstericine teslim olman gerekir." buyurdu ve bir hayli nasîhat etti.
Sinan Efendi bu nasîhatları dikkatle dinleyip çok göz yaşı döktü. Kendisine nasîhat eden zât yüzündeki örtüyü kaldırıp ona yüzünü gös terdi. Baktığında onun babası olduğunu gördü. "Derdime yine babam çâre oldu." diyerek elini öpüp ayaklarına kapandı. Artık babasının büyük bir velî olduğunu açıkça görüp anladı. Ona teslim oldu ve duâsını aldı. Kâbe´deki hizmetçiler Sinan´ın yanına yaklaşıp; "Bu zât neden sana bu kadar yakın alâka gösterdi. Senin de ona karşı muhabbetin nedendir?" dediler. "Bu zât benim babamdır." deyince, hizmetçiler; "Bu zât elli seneden beri beş vakit namazını Kâbe´de kılar. Biz onu hep burada görü rüz." dediler. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinan, daha sonra babası nın terbiyesinde tasavvufta yetişip mârifet sâhibi fazîletli bir zât oldu.
Horasan’da yetişen evliyânın meşhûrlarından Muhammed bin Hâ- mid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Câhillerin evli yâyı inkâr etmesi, büyüklere dil uzatması, onları anlamaktan uzak olma ların- dan ve kalblerinin hikmeti almamasındandır.”
Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde, Allahü teâlânın velî kullarına karşı edepli olmayı ve kusur etmemeyi tav siye etti. Bir defâsında buyurdular ki: Evliyâya dil uzatan, onlara karşı e- dep dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hâl üzere ölür.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden İsmâil Hakkı Bursevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Evliyâyı inkâr etmeyip, muhab bet bes- lemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâber dir." Buyu- ruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edecekle rinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur."
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâ- gî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:
"Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktım ki akreptir. Hemen yere attım. Yere düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli baktım o hayvan domuz idi."
Talebelerinden biri ona; "Efendim bu hayvan neye işârettir?" diye so runca; "O domuz kılığına sokulmuş bir insandır. Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun büyüklüğünü inkâr eden kişidir. Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ ittifak etmişlerdir. Sıbgatullah-i Arvâsî´nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu. İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır. İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır."
Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu.
"Aynı domuz olan kimsedir. Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şe kilde göründü." buyurdu.
Abdurrahmân Tâgî hazretleri; olgun bir mürşidin, yol gösterici rehbe rin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi:
"Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bid´atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sı ra- t-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat bunların tedâvîsi müm- kündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra piş manlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid´at işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasına yalvarıp sığınmaya bağlı dır. İn- san sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin alâmeti, vâz ve nasîhat- lerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir. Bu fakir (yâ- ni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye sok tuğunu bildiğim için, velî olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım. Münkirlik yapmadım fakat karşı çıka- rım.
Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe if lâh olmaz. Hocasına îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır. Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz edemez.
Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar. Bâzı kitaplarda şöyle nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden bir ebdâl, büyük velî vardı. Bu zât Allahü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldelere yağ- mur yağdırmasını diledi. Lâkin yağmur yağmadı. Bulutlar yağmuru sarp bir beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı. Bu hâdise üze rine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî! Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur ver medin de, başka yere yağdırdın?" gibi îtiraz yollu söylendi. Bunun üze rine ce- nâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı. Köpek kılığında ve baygın hâlde yere düştü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine gelip duâ istedi. Abdülhâlık Goncdüvânî haz retleri duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Sonra bu zâta eski makâm ve mevkii Allahü teâlâ tara- fından, yeniden verildi."
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdül- vehhâb-ı Şa´rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamanı emirle- rinden; Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı nama- zından sonra bir yerde toplanıp sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilmin den, velî- lerin kerâmetlerinden anlatırlardı.
Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa´rânî´ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık bir or dunun Mısır´a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu ku mandanı, Mısır´ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; "Mısır´ın sâhibi ile görüşüp, Mısır´ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz." dedi. "Mısır´ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da; "Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´dir." dedi. Ku- mandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı Şa´rânî´yi evinde bu lama- dılar. Oğlu Abdürrahmân´a durumu anlattılar. Abdürrahmân, baba sının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Mu- hammed Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mı sır´ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa´rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek istediğini bildi rince; "Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed Defterdâr´ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.
Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine de karşı çıkanlar, büyüklüğünü in kâr e- denler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar se- bebiyle cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ede- rek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse var- dı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî´nin büyük lüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük ev liyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şe- nâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî´ye arzetti. O anda; "Sabret! O, yakında cezâsını bulur." diye bir ses duyuldu.
Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.
Allahü teâlânın velî kullarına hürmet edip edebli olanlar çok olduğu gibi, onlara karşı gelip, büyüklüklerini inkâr edenler de çıkmıştır.
Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında da, haddini bil- mez bir kimse, kendisine o zâtınkine benzeyen bir külâh alıp; "Ben de onun gibi olabilirim." düşüncesiyle, kibirli bir şekilde gidiyordu. Her şeyin, cübbe ve külâh giymekle hallolacağını zanneden bu kimse, hizmetçinin yardımıyla ata binerken birden hayvandan düştü ve boynu kırıldı. Hatâ- sını anlayıp, acılar içinde kıvranırken; "Beni Ahmed Satîha hazretlerinin yanına götü rün." diye inlemeye başladı. Bunu alıp Ahmed Satîha hazret- lerinin ya nına götürdüler. O kimsenin bu hâlini gören Ahmed Satîha, ke- râmet ola rak o kimsenin durumunu anladı ve tebessüm edip; "Öyle yap- makla bize zahmet verdin ve boynun kırıldı. Allahü teâlâya tövbe et! Boynun düze lir." dedi. O kimse, tövbe ve istigfâr etti. Ahmed Satîha da duâ ederek, bir miktar zeytinyağına ağız suyundan kattı ve o kimseyi ge- tirenlere vere rek; "Bununla hastanın boynunu oğun." buyurdu. Yağlayıp oğdular ve Allahü teâlânın izni ile boynu iyileşti. Bu kimse, o eski düşün- ce ve hâlle rinden vazgeçti. Gördüğü bu açık kerâmet ile, o zâtın büyük- lüğünü anla yıp, huzûruna gitti ve hizmetine girdi. Ölünceye kadar da, Ah- med Satîha hazretlerinin sohbet ve hizmetinden ayrılmadı.
Hindistan evliyâsının büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin dayısı Ferîdüddin-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbir´i İslâmiyetin zayıfladığı Kalyâr´a (Gvâliyar) gönderdi. Ah- med Sâbir 14 Şubat 1253 (H.650) günü Alîmullah Ebdâl ile birlikte Kalyâr´a hareket etti. Oraya vardığında Ebü´s-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârî´nin evinde kaldı. Ertesi gün, Kalyar´a vazîfeli olarak geldiğini, câmide herkese duyurdu. Musammad Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behaeddîn ve Cemal Rohagar isimli bir komşusu, Alâüddîn-i Sâbir´- in ilk talebeleri oldular. Her ikisi de bu beldedeki insanlara doğru yolu bil- dirmekle vazîfelendirildiğini bildirirken oradaydılar. Onlar, Sâbir hazret- lerini desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.
Ertesi gün, Kalyâr Câmiinde vâz ederek, kendisinin Kalyâr halkına imâm olarak gönderildiğini tekrar bildirdi. Ama halk;
"Bizim rehberimiz Kur´ân-ı kerîm, imâmımız Kâdı Tabrak Rûfî´dir. Bu geleneği değiştirmeyiz." dediler. Alâeddîn-i Sâbir, kendisini vazîfelendi renin ve gönderenin, Sultân-ül-Evliyâ Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker oldu ğunu söyledi. Halk, yine dağıldı. Sonra durumu Kâdı Tabrak´a haber ver- diler. Cumâ günü Kâdı Tabrak, Cumâ namazına geldi. Alâüddîn-i Sâbir hazretlerine;
EVLİYANIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKAR etmek
"Sen bizim kutbumuz isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver. Şâyet bunu yapabilirsen kutub olduğuna inanacağım." dedi. Alâeddîn-i Ahmed, gökyüzüne bir an baktı ve sonra buyurdu ki: "Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler. Yoksa onları isimleriyle çağıra cağım." Birkaç dakika içerisinde câmide 27 kişi öne çıktı. Hayretler içinde kalmışlardı. Sâbir hazretleri sordu:
"Kâdınızın keçisini, nerede kestiğinizi söyleyin. Yoksa ben söylemek zorunda kalacağım." Hepsi hâdiseyi inkâr etmeye başladılar. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir, Kâdı Tabrak´la birlikte câmiye gelen bir şahsa;
"Keçiyi ismiyle çağır." dedi. O da; "Hirmana!" diye bağırdı. O anda yirmi yedi kişinin karnından şöyle bir ses geldi:
"Ben, bunların mîdelerine taksim olundum. Bunlar beni, geceleyin Sadrak kuyusunun kenarında kestiler, artıklarımı ve kemiklerimi taşa bağlayıp, kuyunun dibine attılar. Etimi kızartıp yediler." Bu kerâmete şâhid olanlar, Sâbir´in Kalyâr imâmı olduğunu kabûl ettiler. Kâdı Tabrak ise;
"Bu, büyücüdür. Yaptığı kerâmet değildir, büyü aldatmasıdır." dedi. Zayıf karakterli vâli Zamvan, fikir değiştirip Mahdûm Sâbir´e;
"Sen bir büyücüsün, yaptıkların büyüdür." dedi. Sâbir hazretleri:
"Elhamdülillah! Bu fakîr, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, bir sünnetine uydu. O´na büyücü dedikleri gibi, bize de diyorlar." dedi. Daha sonra câmiyi terk ederek, Muhammed Gülzâdî´nin evine gitti. Orada olup bitenleri bir rapor hâlinde yazarak Alîmullah Ebdâl ile, Ferî- düddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine gönderdi.
Alîmullah Ebdâl, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e raporu verdi. O da bir fetvâ hazırlayarak, Resûlullah efendimizin mânevî tasdîki ile Kâdı Tabra- k´a gönderdi. Kâdı Tabrak, fetvâyı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e şöyle yazdı:
"Rehberimiz Kur´ân-ı kerîm´dir. Uzun zamandır Kalyâr´ın imâmeti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirleri nizin bizim için bir mânâsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imâmımız olarak kabûl edebiliriz." Mektup ve yırtık fetvâ, Ali Ahmed Sâbir´e, Safrat isimli kadının hizmetçisi ile getirildi. Çok üzülen Alâüddîn-i Sâbir, Safrat´a;
"Mâdem ki o, bizim hocamızın fetvâsını yırtmıştır, biz de onun ismini Levh-il-mahfûzdan yırttık. Ve bugünden îtibâren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar, kıyâmete kadar cezâlanacaklardır" dedi. Alâeddîn-i Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e iletti. Yırtılmış fetvâ ve mektup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´in eline varınca, odasına kapanıp, on üç gün sonra çıktı. Kalyâr vâlisi Zamvan´a, şöyle bir mektup yolladı:
"Allahü teâlâ, sizlere Kalyâr´a vâli olmak nasîb etti ise, Ali Ahmed´in de imâm olmasını takdîr eyledi. Kendisini imâm tanımanız ve itâat etme nizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmed´in, isimlerinizi Levh-il-mahfûzdan yırt tığını bilmiyorsunuz? İmâmınızı kabûl etmez iseniz, Allahü teâlâ size gazâb eder. Kabûl ederseniz Allahü teâlâ ve O´nun Resûlü hoşnûd olur. Kâdı Tabrak ile berâber, Ali Ahmed´e büyücü demişsiniz. Bunları unutu nuz. Benim Ahmed´im, Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Size imâm olarak vazîfelendirilmiştir.
Bu fakîr ilâve ederim ki; Kâdı Tabrak, Ali Ahmed´e hürmet ve itâat et sin. İtâat etmezse, Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Allahü teâlâ, kendine isyân edenleri cezâlandırır. Cezâsının ne kadar acı olduğunu herkes bi lir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur. Alâüddîn-i Sâbir´in baba sının ismi Abdürrahîm´dir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-A´zam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânî´dir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl varken, siz Kalyar halkı, başkalarının imâmetini tercih edersiniz. Tövbe ediniz ve Allahü teâlâdan korkunuz! Resûlullah efendi mizin evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim, itâat etmezse niz, hepiniz helâk olursunuz. Allahü teâlâ; "Resûlullah´a itâat, Allahü teâlâya itâattir." buyuruyor. Şimdi itâat etmek ve etmemek sizin mesûli yetinizdedir." Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, mektubunu mühürledi ve;
"Kıyâmüddîn Zamvân´a götür." dedi. Mektup, Kıyâmüddîn Zamvân´a gittiğinde, Kalyâr´ın ileri gelenleriyle berâber Kâdı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah Ebdâl´e sordu:
"Ferîdüddîn hazretlerinin yanından ne zaman ayrıldın?"
"Öğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını Kalyâr´da Mahdûm Ali Ahmed Sâbir ile kıldım." dedi.
"Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin?" dediler. "Mahdûm Ali Ahmed Sâbir´in kerâmeti ile. Siz de itâat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhûr edebilir." dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve Kâ- dı yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabûl etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´in mektubunu yırttılar. Alâeddîn-i Sâbir kendi lerine gönderilen mektubu alınca;
"Hocamın mektubunu oku bakalım." dedi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibâretti: "Kalyâr sizin keçinizdir. İster sütünü için, isterseniz etini yiyin."
Hocasından mektupla emri alan Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Kur´ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birin cisinden daha şiddetli idi. Kalyâr halkı korku içinde idi. Üçüncü defâ zel zele olduğunda, Kalyâr Vâlisi Zamvan, doğruca Kâdı Tabrak´a gitti:
"Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir?" Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmed´i kabûl etmeyişimizdir. Bütün şehir yerle bir olacak." dedi. Ama Kâdı:
"Kalyâr´da yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrat´tır. Yu nanlıdır, büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir da nışalım." dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dördüncü defâ zelzele oldu. Kadın dedi ki:
"Efendim! Bu büyü, sizin Kalyâr Kutbu zannettiğiniz yeni gelen kim senin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak bir değil, birkaç defâ zelzele olur." Zamvan´a inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvan´ı rahatlattı. Cumâ günü Mahdûm Ali Ahmed câmiye, Kâdı Tab- rak ve Zamvan´dan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâeddîn vardı. Mihrâba geçip oturdu. Kâdı Tabrak gelip;
"Orayı bana boşalt!" dedi. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri;
"Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksa, bütün şehir halkıyla berâber helâk olursunuz. Siz ve sizi tâkib edenler, kıyâmet gününe kadar pişmanlık çekerler." buyurdu.
Kâdı Tabrak dinlemeyip reddetti ve; "Neden hep ısrâr edip duruyor sun? Hiç birimiz seni kabûl etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın bile tuttuk." dedi. Bu son sözünden sonra Mahdûm Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâeddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz kılacak yer açmadı. Hattâ Allahü teâlânın bu sevgili kulu, câminin dış merdivenlerine kadar itelendi. Cumâ namazı başladı. Cemâat rükûya gitti. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri de rükûya eğildiğinde, âniden câminin duvarları rükûya giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Câminin dışındakiler koşuyorlardı. Musammad Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdûm Sâbir ona dedi ki:
"Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukta gömülü kaldı. Alîmullah Eb- dâl, kendisini getirsin." Behâeddîn kurtarıldıktan sonra, Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Gülzâdî´ye buyurdu ki;
"Bir gün içinde, Kalyâr´dan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabâla rınızı ve arkadaşlarınızı berâberinizde götürünüz. Allahü teâlânın azâbı henüz bitmedi." Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Kalyâr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere tesir etmedi: 1) Mah dûm Sâbir´in içinde bulunduğu 50 kilometrekarelik saha, 2) Şehîd kabir leri, 3) Musammad Gülzâdî´nin evi. Kalyar, dört gün durmadan sallandı. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece ce zâlarını görmüş oldular. 1253´den 1501´e kadar Kalyâr harâb olarak kal- dı. 1501´de Kutbulâlem Abdülkuddûs Gengûhî, (Alâeddîn Sâbir´in 7. halî- fesi) Alâeddîn Sâbir hazretlerinin kabrine, bugün mevcud olan türbeyi yaptırdı. Sâbir hazretlerinin bu türbesi, Kuzey Hindistanlıların ve Sultan İbrâhim Lodî´nin ricâları ile olmuştur. Geçirdiği tahrîbattan sonra Kalyâr, 250 sene daha eski parlak günlerine geri dönemedi. Zelzele olan 24 ki lometrekare bölgeye hiç kimse giremedi.
Kalyâr fâciasından sonra, Sultan Nâsırüddîn Mahmûd çok kork muş- tu. O zamanlar Delhi´de bulunan Sultan, vezîrini, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine yolladı. Yazdığı ilticâ yazısı kısaca şöyledir:
"Kıymetli efendim! Kalyâr fâciasını işittim. Çok müteessir oldum. Kıyâmüddîn Zamvan´a benzemekten korkuyorum. Bu sebeple size sığı nıyorum. Lütfedip emir ve tâlimâtlarınızı gönderirseniz, onlara göre hare ket ederim."Gönderdiği iltica mektubuna karşı, Ferîdüddîn-i Genc-i Şe ker, sultanın ve âilesinin ilticâsını kabûl etti. Ancak Kalyâr´ın harab olmuş arâzisine kimsenin girmemesini ve Delhi´deki halîfesi Nizâmüddîn-i Evli- yâ´nın teveccühlerine kavuşup gönlüne girmesini tenbih etti."
Alâeddîn-i Sâbir hazretleri´nin dergâhında onun menkıbe, kerâmet, söz ve güzel hallerinin toplandığı Hakîkat-i Gülzâr-ı Sâbir isimli eserden bâzı kı sımlar okunuyordu. Zamânın meşhûrlarından bir çoğu da orada idi. Yal nız Mahdûm Sâbir´in dergâhında hizmetçi olan biri, kitabın bâzı yerlerine îtirâz etti ve îtirâz mahiyetinde çeşitli sorular sordu. Daha o anda bütün vücûdu cüzzâm illetine, hastalığına yakalandı. Pis pis kokmaya başladı. Cemâattekilerin hepsi, bu hâdiseye şâhit oldular ve kendisine;
"Bu, Alâeddîn Sâbir´in hayatına âit yazılara olan inançsızlığının ce zâsıdır. O kimse tövbe edip pişman olmasına rağmen, o hâliyle oracıkta vefât etti."
Birgün, Mahraca Lanjit Singh isimli biri, Kalyâr´a gelip dergahı yık mak üzere, bir grup askerle Delhi´den yola çıktı. Hâce´nin dergâhına yaklaştıkları sırada, askerlerin hepsinin gözleri bir anda kör oldu. Felâ ketin sebebini anlayıp, Hâce Mahdûm´dan özür dilediler ve onun talebe lerinden oldular. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni ile hepsinin gözleri açıldı. Eskisinden daha iyi görür oldular.
Hindistan´ı İngiliz işgâlinden sonra orada bulunan iki İngiliz ava çık mışlardı. Avlanırken, Hâce Mahdûm´un dergâhının yanına kadar geldiler. Avcılardan birisi, orada bulunan bir maymunu, hiçbir sebep yokken keyif için öldürdü. O anda kendisi de öldü. Öteki İngiliz çok korktu. Arkadaşı nın cesedini bırakarak kaçıp gitti.
Hindistan´da bulunan Meşhûr Ganj Nehri üzerinde bir kanal açıla caktı. Kanal planını hazırlamak vazîfesi bir İngiliz mühendisine verilmişti. Bunun hazırladığı plâna göre kanal, tam Hâce Mahdûm´un dergâhından geçiyordu. İnsanlar bu duruma karşı çıktı. Bütün karşı çıkmalara rağ men, İngiliz mühendis, Hâce Mahdûm´un dergâhının yıkılması plânından vazgeçmedi. Kendisi, dergahın yakınında bir çadırda kalıyordu. Bir gece yatarken, birden kendisini, çadırın orta direğinde başaşağı olarak asılmış buldu. Görünüşte, içeri giren ve çıkan olmamıştı. Sabahleyin durumu farkeden yardımcıları kendisini çözdüler ve bunun, kendisine, Hâce´yi rahatsız etmemesine dâir bir îkâz olduğunu, dergâhı yıkmak kararından vazgeçmesini söylediler. Bu hâdise üzerine çok korkan mühendis, Alâ- eddîn Mahdûm´un dergâhını yıkmak kararından vazgeçtiği gibi, her gittiği yerde, ondan hürmetle bahsetmeye başladı.
Irak evliyâsından Ali bin Heytî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir kısım âlimler ve büyük bir grup cemâat, ziyârete gittiler. Ali bin Heytî, onlara uzun bir sohbette ve nasîhatta bulundu. Herkes çok memnun ve mesrûr oldu. Sâdece içlerinde, âlim görünüşlü birkaç kimse kalblerinden îtirâzda bulundular. Ali bin Heytî, kimlerin îtirâz ettiğini anladı ve herkes evine dağıldıktan sonra, îtirâz eden âlimlerin evlerine teker teker ziyârete gitti. Herbirinin yanına geldiğinde, yüzlerine dikkatlice bakarak ayrıldı. Ali bin Heytî´nin âlimlere o bakışı ile, onlarda bildikleri ne kadar ilim varsa hepsi gitti. Bütün ilimlerini unuttular. Hattâ Kur´ân-ı kerîmi dahi ezberden okuyamaz oldular. Bir ay kadar bu hâl devâm ettikten sonra, yaptıkları hatâyı anladılar. Toplanıp Ali bin Heytî hazretlerinden özür dilemeye geldiler. Tövbe ve istigfâr edip, elini öptüler, affedilmeleri için yalvardılar. Bunun üzerine Ali bin Heytî özürlerini kabûl edip, onları affetti. Bir sofra kurdurup hepsini dâvet etti. Yemeğe başladılar. Daha birinci lokmada, unuttukları bütün ilimler kendilerine iâde edildi.
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Hakem bin Abbâs-ı Kelbî buyuruyor ki: "Benim Zeyd isminde bir am cam var idi. O, Câfer-i Sâdık hazretlerine çok îtirâzda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzuu açıldı. Yine çok îtirâz- da bulundu ve; Câfer-i Sâdık nerede, böyle işler nerede?" dedi. Câfer-i Sâdık´ın bu sözden haberi oldu ve şöyle buyurdu: "Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allahü teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helâk etsin."
Bir gün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse Câfer-i Sâdık´a îtirâzda bulunmadı.
Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Konya´da Tâceddîn adında evliyâyı ve hâllerini inkâr eden biri vardı. Mevlânâ hazretlerinin de aleyhinde bulunurdu. Bu kişi bir gece kendisini nasılsa Cehennem kapısında durmuş gördü. Ce hennemliklerin durumunu olduğu gibi seyretti. Orada bir adamı eli ayağı bağlı olduğu hâlde bir Cehennem´den çıkarıp, öteki Cehennem´e soku yorlardı. Dört kişi de orada durmuş; "Ey tâlihsiz kişi! Bu aman vermeyen ağır ve acıklı yükün altından kurtulman için velîlerin sözlerini oku." di yorlardı. Tâceddîn bu heybetten orada donup kalmıştı. O zavallı kişi; "Bana Allahü teâlânın rızâsı için birkaç kelime öğretiniz." diye ricâ edi yordu. Bu sırada kendisine Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî´sinden birkaç beyit öğrettiler. O da bu beyitleri okudu. Okur okumaz bütün zincirleri ve bağları üzerinden çözüldü. Sonra da Cennet tarafına yönelip gitti. Tâced- dîn uykudan uyanır uyanmaz Mevlânâ´nın medresesine koştu. Yolda Mevlânâ hazretleri ile karşılaştı. Mevlânâ hazretleri ona; "Ey Tâceddîn! Bir yerde sâdece velîlerin sözleri insanın böyle imdâdına yeti şir ve yar- dım isteyenlere yardım ederse, artık onların sohbetinin neler yapacağını ve onlara karşı beslenen sevginin bereketinin insanı nerelere ulaş- tıracağını düşün." buyurdu. Gördüğü rüyâya Mevlânâ hazretlerinin vâkıf olduğunu anlayan Tâceddîn, ellerini öpüp sâdık talebelerinden biri oldu.
Evlîyanın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında kelâm ehlinden İbn-i Küllâb, bozuk fırkalar hakkında reddiyeler yazıyordu. Bâzı kimseler ona, tasavvuf ehlini de yazmasını söylediler. "Bunların reisleri kimdir?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî´dir dediler. İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî´ye birisini gönderip görüşlerinin ne olduğunu öğrenmesini söyledi. Cüneyd-i Bağdâdî buna buyurdu ki: "Bizim yolumuz, bâkî olanı, fânî olandan ayırmak, bâkî olan için, faydası olmayan her şeyden uzak durmaktır." Bu cevap, İbn-i Küllâb´a gelince; "Bu nasıl bir şeydir ki, bizim bunu anlamamız dahi imkânsız." deyip, Cüneyd-i Bağdâdî´nin bulunduğu meclise gitti. Ona tevhîd hakkında bir suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî´nin verdiği cevaptan hayrette kalıp; "Bu cevâbı tekrarlar mısınız?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî daha değişik bir şe kilde cevap verdi. İbn-i Küllâb´ın hayreti daha da artıp; "Bu cevâbı da tek rar eder misiniz?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî bu sefer de daha başka bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb; "Söylediklerinizi kavrayabilmem, ez berleyebilmem imkânsız. Bâri bunları söyleyin de yazayım." dedi. Haz ret-i Cüneyd-i Bağdâdî; "Eğer, bütün bunları söyleyen, ben olsaydım yazdırırdım." buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî´nin büyüklüğünü kabûl ve ona hayranlığını îtirâf etti.
Halep bölgesinde yetişen velîlerden Şeyh Ebû Bekr bin Ebû Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Halep´te Şeyh Hâlid isminde bir zât vardı. Şeyh Ebû Bekr´in büyüklüğüne inanmazdı. Kendisi fakir olup, Ulvâniyye tarîkatı üzere câmide insanlara nasihat ederdi. Fakat Şeyh Ebû Bekr´in hallerini iyi görmez; "O, şerîate aykırı hareket ediyor, onun yanına gitmeyin." diye devamlı kötülerdi. Bir gün Haleb´e yeni bir vâli tâ yin edildi. Vâli, Şeyh Hâlid´in vâzlarını ve iyi hallerini duyunca, onun zi yâretine gitti. Görüştüklerinde ona hâlini, ne ile geçindiğini sorunca, Şeyh Hâlid, serveti, bir maaşı olmadığını, sevenlerin, dostların yardımı ile geçindiğini, kimseden de bir şey istemediğini, mescidde müslüman- lara nasihat etmekle meşgul olduğunu söyledi. Bunun üzerine vâli kula- ğına; "Beni dinlersen İstanbul´a git. Sultan, hâlini öğrenirse sana maaş bağlar." dedi. Bu teklif Şeyh Hâlid´in hoşuna gitti. Yol hazırlıklarını yaptı- ğı sırada Şeyh Ebû Bekr ziyâretine geldi. Şeyh Ebû Bekr kimseye gitmezdi. Fakat o gün talebelerine; "Kalkın Hâlidciğin ziyâretine gidelim." dedi. Mescidin önüne gelince, içeri girmeden kapının önünde durdu. Şeyh Hâlid bu ziyârete çok şaşırdı. Şeyh Ebû Bekr ona; "Sana yaşını sormaya geldim. Bana söyle kaç yaşındasın?" diye sorunca; "Seksen yaşındayım." dedi. Bunun üzerine Şeyh Ebû Bekr; "Ey Hâlid! Sen bu zamâna kadar hangi gün aç ve çıplak kaldın. Nereye gidiyorsun. Allahü teâlâdan hayâ etmiyor musun?" deyince, Şeyh Hâlid´in gözünden yaşlar akmaya başladı ve; "Beni ayıplama! Ben kararımdan vazgeçtim..." dedi. Şeyh Ebû Bekr´in büyüklüğünü, Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu anlayıp, o günden sonra çok hürmet gösterdi. O güne kadar söyledikle rinden tövbe etti.
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü inkâr edenlerden biri, Ebû Saîd´in; "Âlemde hiç kimse helâl lokma bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz." sözünü duymuştu. Kendisini imtihân etmek istedi. Helâl para ile bir oğlak satın aldı. Haram para ile de, birincisine çok ben zeyen başka bir oğlak aldı. Bunları kızarttırıp, hizmetçisi ile Ebû Saîd´e gönderdi. Kendisi de önden gidip, onların bulunduğu yerde oturdu. Hizmetçi kızarmış oğlakları getirirken karşısına iki sarhoş çıkıp, haram para ile alınan oğlağın bulunduğu tepsiyi alıp yediler. Hizmetçi, elinde kalan ve helâl lokma ile alınmış olan oğlağı, Ebû Saîd´in önüne koydu. Oğlak ları gönderen kimse durumu öğrenip anlayınca, sarhoşlara çok kızdı. Fakat bu hâlini açıktan belli etmedi. Sonra Ebû Saîd dönerek; "Kendini boşuna üzme! Haram olan köpeklere gider, helâl olan da helâl yiyenlere gelir." buyurdu. O kimse çok mahcûb olup hâline tövbe etti ve bu hâdi seden sonra bir daha aleyhinde bulunmadı.
Ebû Saîd hazretlerini çekemiyen, büyüklüğünü inkâr edenlerden, kendisine hakârette daha ileri gidip, çok lânet eden, Ebû Hasan Tûnî isminde biri vardı. Bu kişinin Ebû Saîd´e olan hürmetsizliği o kadar fazla idi ki, Ebû Saîd´in bulunduğu mahalleye bile girmezdi. Ebû Saîd bir gün; "Atımı eyerleyip hazırlayınız. Ebû Hasan Tûnî´nin yanına gideceğiz." bu yurdu. Bir çokları bunun hikmetini anlayamayıp hayret ettiler. O gerçek ten bizim yanlış yolda olduğumuzu zannediyor ve Allah rızâsı için, yan lışa lânet ediyorsa bu lânet sebebiyle Allahü teâlâ ona rahmet eder." buyurdu. Talebelerinden bir kaç kişi ile yola çıktılar. O kimsenin bulun duğu yere yaklaşınca, talebelerden birini gönderip, kendisiyle görüşmek için geldiğini haber verdi. Ebû Hasan Tûnî bu hâli haber alınca; "Onun burada ne işi var. O, kiliseye gitsin. Onun yeri orasıdır." dedi. O talebe mecbûren bu haberi hocasına getirince, "Bismillah! Mâdem ki öyle diyor, biz de oraya gideriz." buyurup kiliseye gittiler. O sırada kilisede hıris- tiyanlar âyin için toplanmışlardı. Acabâ niye geldi diye merak edip onun etrafında toplandılar. İçeri girdi. Duvarda, Îsâ aleyhisselâmın ve hazret-i Meryem´in resimleri diye çizilmiş iki büyük tablo vardı. Ebû Saîd resimlere bakıp; "Ey Meryem oğlu Îsâ! Allah´ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?" (Mâide sûresi: 116) meâ lindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve "Muhammed aleyhisselâmın dîni hak ise, şu anda bu iki resim de secde etsinler." buyurdu. Allahü teâlânın izni ile o iki resim yere düştü. Yüzleri Kâbe tarafında olup, secde hâlini aldılar. Orada bulunan hıristiyanlar feryâd ettiler. Kırk tânesi hemen Ke lime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Bu hâl, Ebû Hasan Tûnî´ye ula şınca hatâsını anlayıp, pişman oldu, tövbe etti. Hemen Ebû Saîd haz retlerinin yanına gelip özür diledi ve sâdık talebelerinden oldu.
Mısır´da yetişen evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü´l-Abbâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü inkâr edici sözleri, kendisini fıkıh âlimi zanneden bir kimse söyledi. Ona; "Ey fakîh! Sen başkasını bırak kendi hâlinle meşgûl ol! Ömrünün bitmesine yedi gün kaldı. Öleceksin!" buyurdu. O kimse, bu hâdiseden bir hafta sonra vefât etti.
Rivâyet edilir ki, Ebü´l-Abbâs´ın bulunduğu şehrin kâdısı, onun bü yüklüğünü inkâr ederdi. Bir gün, onun hakkında zabıt tuttu. Tuttuğu zab- tı, dolabına koyup kilitledi ve anahtarını da yanına aldı. Ebü´l-Abbâs´a da haber gönderip, güneş doğarken mahkemede hazır olma sını emretti. Er- tesi gün güneş doğarken, Ebü´l-Abbâs kâdı efendinin ya nına geldi. Kâdı, hazırladığı zabtı çıkarmak için dolabı açtığında, akşam koyduğu zabtı yerinde bulamayınca, hayret etti. Anahtarı kimseye vermemişti. Zabtı kim alabilirdi? Bu hâlde iken Ebü´l-Abbâs cebinden, kâdı efendinin ak- şam dolaba kilitlediği zabtı çıkardı, ve; "Senin dolabından bu zabtı al- maya gücü yeten Allahü teâlâ, senin kalbinde bulunan îmânı da almaya kâdirdir. Eğer Allahü teâlânın velî kullarına karşı gelir, bü yüklüklerini in- kâr edersen, sana cezâ olarak kalbinden îmânı çıkartabi lir." buyurdu. Bu hâl karşısında kâdı çok mahcûb olup tövbe etti ve Ebü´l-Abbâs´ı muhâ- keme etmek düşüncesinden vaz geçti.
Kûs şehrinde bir grup kimse, Behâüddîn isminde bir zâtın evinde toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Sohbet esnâsında Kâdı Izâb isminde bir zat, Ebü´l-Abbâs el-Mülessem hazretlerinin kerâmetlerinden bahse diyordu. Orada bulunanlardan birisi, bu sözlere îtirâz ederek: "Bize böy- le sözleri söyleme. Eğer o, hakîkaten sâlih bir zât ise, kerâmet sâhibi ise, hemen şu anda buraya gelir" dedi. Orada bulunanlardan bâzıları bu- nu tasdîk ederek aynı şeyi istediler. Ebü´l-Abbâs o sırada, uzakta bir yerde bulunuyordu. Onlar, bu sözleri söyler söylemez. Ebü´l-Abbâs haz retleri içeri girip; "Selâmün aleyküm." dedi. Meclistekiler Ebü´l-Abbâs´ın selâmını aldılar ve onun bu kerâmetinden dolayı hayrette kaldılar. Ebü´l-Abbâs orada bulunan ve kendisine îtirâz edip, büyüklüğünü inkâr eden lere dönerek; "Aleyhimde konuştunuz." buyurup, ayrılıp gitti. Orada bu lunanların hayret ve teaccübleri daha da arttı.
Ebü´l-Hasan-ı Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Silsile-i aliyye de nilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Bir gün İbn-i Sînâ, Harkân´a E- bü´l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini evinde ziyârete geldi. Hanımı, azarla ya- rak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü´l-Hasan hazretlerinin bü yük- lüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sînâ or mana doğru giderken, Ebü´l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin, bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü. "Bu ne hâldir?" diye sorunca, "Evim- dekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümü- zü taşıyor." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden Ebû Muhammed İbrâhim bin Ali el-A’zeb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret lerinin, "Bizim gelmesini arzû ettiklerimiz, ancak bizi ziyâret edebilir." buyurduğunu; Meâli bin Hilâl el-Abedânî, duydu ve içinden; "İstese de istemese de ben onu ziyâret ederim." diye geçirdi. Onun ikâmet ettiği yere doğru yola çıktı. Oraya yaklaştığında, büyük bir arslana rastladı. Arslan, üzerine hücûm etti. Korkuyla geri döndü. Ertesi gün ve daha sonraki günlerde ne kadar gitmek istedi ise, o arslan hep karşısına çıktı. Hâlbuki ondan başka herkes rahatça gidiyordu. Hiçbirine arslanın zararı dokunmuyordu.
Bu hâle şaşırdı ve meseleyi bâzılarına anlattı. Aklına gelenleri de söyledi. Ona; "Bu arslanın sana yol vermemesi, o büyük zâtın sözüne küçük bir îtirâzın sebebiyledir." dediler. Bunun üzerine istigfâr okuyup, hâlis bir niyetle tövbe etti. Tövbekâr olarak yola çıkıp, Ebû Muhammed İbrâhim´in yanına gitti. Arslan da kalkıp onun yanına geldi. Ebû Muham- med İbrâhim, arslanla şakalaştılar ve ona dönerek; "Hoş geldin, ey töv- bekâr kişi!" buyurdular. O da hemen ellerine sarılıp öptü ve af di ledi.
Seyyid Ahmed Buhârî´nin yetiştirdiği büyük velîlerden Mahmûd Çe lebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir menkıbeyi şöyle anlatır: Ab dullah-i İlâhî bir gün Seyyid Emîr Ahmed Buhârî hazretleri ile birlikte, önceleri kendisinden okudukları âlimi ziyârete gittiler. O âlim, Emîr Buhâ- rî´ye; "Şimdi ne ile meşgûl oluyorsunuz?" diye sordu. O da; "Mirsâd-ül-İbâd fil-Mebd ilel-Me´âd isimli tasavvufî eseri mütâlaa etmekle meşgûl oluyoruz." dedi. Bunun üzerine o ilim sahibi kimse, bu kitabı okuduğu için Emîr Buhârî´yi azarlamaya, o kitabı ve müellifini kötüle meye, tasavvuf ehline dil uzatmaya başladı. Nihâyet daha da ileri gide rek, Emîr Buhârî ve Abdullah-i İlâhî´yi meclisinden kovdu.
Meğer bu kimse, tasavvuf ehlinin büyüklüğünü anlayamayan, inkâr eden bir zavallı imiş. Mahmûd Çelebi bu menkıbeyi anlatınca, tasavvuf ehlini inkâr edenlerin de bulunduğunu anlamış oldum. Bundan sonra Mahmûd Çelebi´ye arzettim ki: "Efendim, tasavvuf büyüklerinin hâllerini inkâr edenler, inkâr etme gibi büyük bir belâya mübtelâ olmuşlardır. Ta savvuf ehlinin büyüklüğünü inkâr etmeyip kabûl ettiği hâlde bu yolda ilerlemeye çalışmayanların hâli, diğerinin hâlinden daha kabîh (çirkin) değil midir?" Ben böyle söyleyince; "Hayır öyle değildir. O büyüklerin bü yüklüklerini inkâr etmeyip îtiraf etmek, yâni kabûl etmek de bir nîmettir. Bu îtirâfın eninde sonunda o kimseyi hak yoluna çekmesi ümîd edilir." buyurdu."
Şakâyik-ı Nu´mâniyye´ nin müellifi olan Taşköprüzâde, bir gün soh bet esnâsında Mahmûd Çelebiye dedi ki: "Efendim! Bâzı tasavvuf ki taplarında anlaşılamıyan, hattâ görünüş îtibâriyle dînin açık olarak bildi rilen hükümlerine aykırı olan kısımlar bulunuyor. Bunları inkâr etmemiz câiz olur mu?" Mahmûd Çelebi buna cevâben; "O tasavvufî hâller sizde meydana gelinceye kadar inkâr edersiniz. Ama o haller sizde de mey dana gelince, artık inkâr etmenize lüzûm kalmaz. Çünkü o bilgilerin ha kîkatte dînimizin hükümlerine aykırı olmadıklarını, öyle anlaşıldığını an lamış olursunuz. Yâni tasavvuf büyüklerinin söyledikleri sözlerden bâzı larının uygun değil gibi görünmeleri, o zâtın yanlış şeyler söylemek iste diğinden değildir. Kendisini kaplayan tasavvufî hal sebebiyle, o halde iken anlatmak istediğini, şuuru yerinde olmadığından, uygun olmayan kelimelerle söylemesinden veya hâli ifâde için o anda başka kelime bu lamamasındandır. Her hâlükârda tasavvuf büyüklerinin o sözlerinin yan lış bir mânâyı anlatmak için değil, doğru bir şeyi yanlış mânâya gelecek kelimelerle anlattığından yanlış anlaşılabilmektedir. Bununla berâber, mutasavvıfların dînin hükümlerine aykırı gibi görünen, açıktan yanlış anlaşılan sözleri kabûl edilmez. Fakat o büyüklere dil de uzatılmaz. Çünkü mâzurdurlar.
İstanbul evliyâsının büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İstanbul´da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğ retip saâ- dete ermeleri için rehberlik yaptığı sıralarda İstanbul´da Antepli ismiyle meşhur bir vâz hocası vardı. Bu kimse çok inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i kâmil oldu ğuna inanmaz ve konuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün bu hoca, Unkapanı´nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınların dan biri; "İşte bu gelen, Tokâdî Emîn Efendidir!" diyerek gösterdi. Antebli vâiz alaylı bir tavırla ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendi yanlarına gelip selâm verdi. Bu sırada Antebli hoca başını kaldı rıp; "Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim ağrıyor. Bana bir nefes eyle de gözlerimin ağrısı geçsin." diyerek alay etti. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; "Kör ol!" dedi ve oradan geçip gitti. Antepli hocanın gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin talebelerin den bâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; "Sen hocamıza karşı edepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık kör olursun bunu bilesin." dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğin farkına varıp Mehmed Emîn Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti. Ayaklarına kapa nıp; "Aman efendim kusurumu affedin." diye yalvardı. Bu yalvarması üzerine; "Hayır söz geri dönmez! Sonra yerine gözümüzün birini vermek gerekir." buyurdu. Antepli hoca bu sözleri işitince, o kadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; "Hoş! Şimdi hiç olmazsa bâri bir nebzecik." dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı ay devamlı göz ağ rısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ile göz ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı ve hürmetli, edepli oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarından sonra; "Tokatlı Mehmed Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozu toprağı ola yım." der, böylece ona olan inancını ve sevgisini dile getirirdi.
Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) tasavvuf büyüklerinin yoluna önceleri hiç inanmazdı. Müftî olan arkadaşı ile berâber olduğu günlerde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ekbe- râbâd’a gelmişti. Mevlânâ Abdurrahmân´ın bulunduğu ve İmâm-ı Rabbâ- nî’nin sevenlerinin oturduğu mahallede misâfir olmuştu. Hamîd-i Bingâlî bu haberi duyunca, dayanamadı ve büyük bir sıkıntı ile Mevlânâ’nın ya- nına gelip; “Bu mahalleden başka yere gidiyorum.” dedi. Mevlânâ; “Hay- rola, neden îcâb etti? Bu sıkıntının sebebi nedir?” diye so runca, o da hazret-i İmâm’ın ismini söyleyip; “Sizin yakınınıza geldiler. Ben onunla tanışırım. Görmeye gitmezsem olmaz, gidersem hiç olmaz.” dedi. Mev- lânâ; “Onlar büyüktürler ve âlimdirler. Niçin görmek istemezsin?” deyin- ce, Hamîd-i Bingâlî; “Ben onu görmeye dayanamam.” dedi ve kapıdan çıkıp gitti. İki üç gün sonra Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ’nın evinde unuttu ğu bir risâlesini almaya gelmişti ki, biraz sonra İmâm-ı Rabbânî de oraya geldi. Mevlânâ, edebe riâyeti yerine getirdi. Hazret-i İmâm’ı karşıladı ve tam bir tevâzu ile içeri aldı. Şeyh Hamîd’in yüzünün rengi değişti. Bu eve geldiğine bin pişmân oldu. Hazret-i İmâm, Mevlânâ’ya hitâben; “Size bir mesele danışmaya geldim.” buyurdu. O da; “Zâtınıza gizli kalan hangi bir mesele olabilir?” diye arz etti. “Siz müftîsiniz, bunun için size sorup amel etmek en ihtiyâtlı yoldur.” buyurdu. Gâyet açık olan meseleyi görüştük- ten sonra, mübârek yüzünü Şeyh Hamîd tarafına dönüp; “Şeyh Hamîd Efendi! Siz burada mı idiniz?” bu yurdu. Şeyhe bir iki nazar etti. Sonra kalktı. Mevlânâ, her ne kadar; “Hizmetçiler sofra hazırladı, getiriyorlar.” dediyse de, kabûl buyurmadı. Mevlânâ dış kapıya kadar onları uğurladı. Bundan sonrasını Mevlânâ Abdurrahmân şöyle anlattı: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin peşinden Hamîd-i Bingâlî de dışarı çıktı. O inkâr ve nefrette olan Şeyh Hamîd, hazret-i İmâm’ın arkasından ağlayarak, kavrularak, gözünden yaşlar akıtarak, dervişler gibi düşe kalka gidiyordu. Hazret-i İmâm ise, ona dö nüp bakmıyordu bile. Nihâyet hazret-i İmâm kaldığı eve girdi. Şeyh, on ların kapısı önünde hayrân ve perişân halde el bağlamış, başını önüne eğmiş bir halde durdu. Bir müddet sonra, İmâm-ı Rabbânî, o kendine çektiği Hamîd-i Bingâlî’yi husûsî odasına çağırdı ve sohbette bulundu. Gittikleri yolun husûsiyetlerini anlattı. Evliyâlık makamları onu öyle kap ladı ki, hallere gömülüp, dostlardan ve tanıdıklardan tamâmen kesildi. Birkaç gün sonra, hazret-i İmâm memleketleri olan Serhend’e ha- reket etti. Şeyh yaya olarak gayr-i ihtiyârî, gönlünü çaldırmış bir halde hazret-i İmâm’ın peşi sıra gitti.
Hazret-i İmâm’ın eshâbının bâzıları dediler ki: “Hazret-i İmâm’ın, Mevlânâ Abdurrahmân´ın evine teşrîfi, belki Ekberâbâd’a gelişleri, sırf Şeyh Hamîd’i bozuk îtikâdından kurtarmak içindi. Zîrâ buna memur idi ler.” Mevlânâ Abdurrahmân diyor ki: “Hazret-i İmâm’ın Şeyh Hamîd üze rindeki bu tasarrufunu görmekle, benim ihlâs ve îtikâdım kuvvetlendi.” Ne zaman Mevlânâ’ya, hazret-i İmâm’ın kerâmetleri sorulsa, hep bu hâ diseyi anlatırdı.
Ondan sonra Hamîd cezbe ve sülûk makâmlarında ilerleyerek, vilâ yet derecesine kavuştu ve icâzetle şereflendi. Doğru yolu bildiren âlimler arasında, icâzet verilip, gönderilen talebeye hırka vermek âdet olduğun dan, Hamîd-i Bingâlî ayrılırken, hazret-i İmâm’dan teberrüken, kullan dıkları bir şey istedi. Onlar da istediğini verdiler. Hamîd verileni öperek, huzûrundan ayrıldı. Teşyî etmeye (uğurlamaya) giden ahbabları dediler ki: “Hamîd-i Bingâlî o hediyeyi sarığına sarıp başına tâc eyledi. Bu şe kilde memleketine gitti.” Mısrâ:
Bir toprak ki, yâr ilinden başa gelir,
Benim için yüz taştan da iyidir.
Anadolu velîlerinden Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz retlerinin Sinan adında bir oğlu vardı. Bu oğlu ilim tahsîli yapmış, zâhirî ilimlerde çok yükselmişti. Ancak babasının büyük velî olduğunu bir türlü kabûl etmiyordu. Tasavvufta yükselmek, kemâle ermek istiyordu ve ken dine rehberlik edecek yol gösterici bir mürşid arıyordu. Kuvvetli bir ilim tahsîli yapmış olduğundan hep kitaplarla meşgûl olurdu. Nihâyet bir gün babasına; "Herkes seni sevip sayıyor. Eğer beni önceden yetiştir seydiniz, size itâat ederdim. Fakat zâhir ilimlerde bilginiz yok. Benimse çok müşkülüm var." dedi. Bunun üzerine babası; "Oğlum sen de murâ dına erersin. Benim sözümü dinle, bu yolda gayret göster, Mekke´ye git, Kâbe´yi tavâf et. Safâ ve Merve arasında sa´y edip, Makâm-ı İbrâhim´e varınca, Allahü teâlâya yalvarıp duâ et. İki rekat namaz kıl. Selâm verip duâ ettikten sonra yanında ihtiyar bir zât görürsün. O zât senin gönlünün derdine çâre olur. O gönül sırlarından haberdârdır. Nice sırları ondan öğrenirsin." dedi.
Babasından böyle bir işâret alınca, Kâbe´ye gitmek üzere yola çıktı. Mekke´ye gitmek için bir gemiye bindi. Hava gâyet sâkin ve gemi yolcu ile doluydu. Yolculukları sırasında hava değişip rüzgâr esmeye ve deniz dalgaları coşmaya başladı. Sonunda gemi battı. Yolculardan kimi bo ğuldu, kimi kurtuldu. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinân ise boğulmak üzere olup dalgalar arasında çırpınıyordu. Bu sırada babası âniden gö züküp onu boğulmaktan kurtardı ve gözden kayboldu. Boğulmaktan kurtulduğu için Allahü teâlâya şükretti.
Kurtulan diğer yolcularla birlikte karadan yürüyerek yola devâm etti ler. Ancak hallerinin ne olacağını bilmeden yolculukları sıkıntılı geçi yordu. Bir müddet gittikten sonra çölde eşkıyâ yollarını kesip hepsini esir aldı. Sinan bu sefer de tuzağa düşmüş bir yabancı kuş gibi esir oldu. Allahü teâlâya tevekkül edip sabırla beklemeye başladı. Onu bir zindana kapattılar. Geceleri gözüne uyku girmiyordu. Çok halsiz ve zayıf düş müş, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Ayrıca çok da iş kence görüyordu. Bu ızdırap ve zindandan kurtulmak için hiçbir çârenin olmadığını anladı. O zaman Allahü teâlâya duâ edip, şöyle dedi:
"Yâ Rabbî! Bana lutfeyle, çok günâhkârım. Senin velî kullarından olan babama değer vermez ve inanmazdım. İnadım sebebiyle içinde bulunduğum bu sıkıntıya düştüm. Babama hiç teslim olmazdım. Onun sözlerini hiç tutmazdım. Kimsenin sözünü beğenmez ve yüzünü görmek istemezdim. Babama hiç baş eğmezdim. Yâ Rabbî! Benim çektiğim hep bu yaptıklarımdandır. Bana ihsân eyle kurtar beni. Şimdi kabahatimi anladım." diyerek gece-gündüz ağlardı.
Günlerce böyle çâresiz gam ve dert çekip kurtulacağı günü bekledi. Bir gün ellerini ve ayaklarını da bağladılar ve; "Şimdi senin gözlerine de mil çekip seni kör edeceğiz, artık dünyâyı görmez olursun ve bir yere gi demeyip, buralarda kalırsın." dediler. Bu sözleri işitince, çâresizlik ve dehşet içinde çok ağladı. Artık tam çâresizlik içine düşüp gözlerini de kaybetme korkusu içindeyken birdenbire babası Kemâl Ümmî hazretleri karşısına çıkıverdi. Elini uzatıp; "Gözünü yum beri gel. Allahü teâlânın kudretini göresin. Hep âh edip inlersin." dedi. Sonra onu anlamadığı bir şekilde tutup Kâbe´ye bıraktı. Gözlerini açtığında Kâbe´nin yanında idi. Bu hallere çok şaşırıp, günahlarına ve kabâhatlerine pek ziyâde pişman oldu. Tam bir ihlâs ile cânu gönülden Kâbe´yi tavâf etti. Sonra Makâm-ı İbrâhim´e geçip iki rekat namaz kıldı.
Bu hâlini kendisi şöyle anlatmıştır: Makâm-ı İbrâhim´de iki rekat na maz kıldım. Selâm verdikten sonra; "Yâ Rabbî bu yolda nice sıkıntılar çektim. Şimdi beni murâdıma erdir." diye duâ edip ellerimi yüzüme sür düm. Bu sırada yanımda oturan yüzü örtülü bir ihtiyâr gördüm. Elini öp tüm ve; "Efendim şimdi sizden ricâm, beni murâdıma kavuşturmak için himmet eylemenizdir. Derdime bir çâre ihsân edin." dedim. Bana; "Evli yâya karşı inadı terkeyle, onlara îtimât göster. Görünüşlerine bakma! Onların bâtınlarına iç alemlerine bak. Neden gördüğünü ilimden haber siz zannedersin. Zâhir ilimle Allahü teâlâya kavuşmayı mı murâd eder sin! Zâhir ilmi olmayanı Hak´tan uzak mı sanırsın? Gerçi ilim kişiye faydalıdır. Fakat bu ilimle amel edilmeyince, faydası olmaz. Dünyaya düş kün olmayan, haramlardan sakınan mevlasına kavuşur. Eğer bu sözleri anlayıp idrak ettiysen, mürşidine yol göstericine teslim olman gerekir." buyurdu ve bir hayli nasîhat etti.
Sinan Efendi bu nasîhatları dikkatle dinleyip çok göz yaşı döktü. Kendisine nasîhat eden zât yüzündeki örtüyü kaldırıp ona yüzünü gös terdi. Baktığında onun babası olduğunu gördü. "Derdime yine babam çâre oldu." diyerek elini öpüp ayaklarına kapandı. Artık babasının büyük bir velî olduğunu açıkça görüp anladı. Ona teslim oldu ve duâsını aldı. Kâbe´deki hizmetçiler Sinan´ın yanına yaklaşıp; "Bu zât neden sana bu kadar yakın alâka gösterdi. Senin de ona karşı muhabbetin nedendir?" dediler. "Bu zât benim babamdır." deyince, hizmetçiler; "Bu zât elli seneden beri beş vakit namazını Kâbe´de kılar. Biz onu hep burada görü rüz." dediler. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinan, daha sonra babası nın terbiyesinde tasavvufta yetişip mârifet sâhibi fazîletli bir zât oldu.
Horasan’da yetişen evliyânın meşhûrlarından Muhammed bin Hâ- mid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Câhillerin evli yâyı inkâr etmesi, büyüklere dil uzatması, onları anlamaktan uzak olma ların- dan ve kalblerinin hikmeti almamasındandır.”
Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde, Allahü teâlânın velî kullarına karşı edepli olmayı ve kusur etmemeyi tav siye etti. Bir defâsında buyurdular ki: Evliyâya dil uzatan, onlara karşı e- dep dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hâl üzere ölür.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden İsmâil Hakkı Bursevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Evliyâyı inkâr etmeyip, muhab bet bes- lemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâber dir." Buyu- ruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edecekle rinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur."
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâ- gî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:
"Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktım ki akreptir. Hemen yere attım. Yere düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli baktım o hayvan domuz idi."
Talebelerinden biri ona; "Efendim bu hayvan neye işârettir?" diye so runca; "O domuz kılığına sokulmuş bir insandır. Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun büyüklüğünü inkâr eden kişidir. Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ ittifak etmişlerdir. Sıbgatullah-i Arvâsî´nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu. İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır. İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır."
Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu.
"Aynı domuz olan kimsedir. Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şe kilde göründü." buyurdu.
Abdurrahmân Tâgî hazretleri; olgun bir mürşidin, yol gösterici rehbe rin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi:
"Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bid´atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sı ra- t-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat bunların tedâvîsi müm- kündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra piş manlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid´at işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasına yalvarıp sığınmaya bağlı dır. İn- san sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin alâmeti, vâz ve nasîhat- lerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir. Bu fakir (yâ- ni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye sok tuğunu bildiğim için, velî olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım. Münkirlik yapmadım fakat karşı çıka- rım.
Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe if lâh olmaz. Hocasına îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır. Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz edemez.
Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar. Bâzı kitaplarda şöyle nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden bir ebdâl, büyük velî vardı. Bu zât Allahü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldelere yağ- mur yağdırmasını diledi. Lâkin yağmur yağmadı. Bulutlar yağmuru sarp bir beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı. Bu hâdise üze rine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî! Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur ver medin de, başka yere yağdırdın?" gibi îtiraz yollu söylendi. Bunun üze rine ce- nâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı. Köpek kılığında ve baygın hâlde yere düştü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine gelip duâ istedi. Abdülhâlık Goncdüvânî haz retleri duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Sonra bu zâta eski makâm ve mevkii Allahü teâlâ tara- fından, yeniden verildi."
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdül- vehhâb-ı Şa´rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamanı emirle- rinden; Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı nama- zından sonra bir yerde toplanıp sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilmin den, velî- lerin kerâmetlerinden anlatırlardı.
Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa´rânî´ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık bir or dunun Mısır´a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu ku mandanı, Mısır´ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; "Mısır´ın sâhibi ile görüşüp, Mısır´ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz." dedi. "Mısır´ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da; "Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´dir." dedi. Ku- mandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı Şa´rânî´yi evinde bu lama- dılar. Oğlu Abdürrahmân´a durumu anlattılar. Abdürrahmân, baba sının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Mu- hammed Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mı sır´ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa´rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek istediğini bildi rince; "Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed Defterdâr´ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.
Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine de karşı çıkanlar, büyüklüğünü in kâr e- denler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar se- bebiyle cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ede- rek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse var- dı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî´nin büyük lüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük ev liyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şe- nâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî´ye arzetti. O anda; "Sabret! O, yakında cezâsını bulur." diye bir ses duyuldu.
Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.
Allahü teâlânın velî kullarına hürmet edip edebli olanlar çok olduğu gibi, onlara karşı gelip, büyüklüklerini inkâr edenler de çıkmıştır.
Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında da, haddini bil- mez bir kimse, kendisine o zâtınkine benzeyen bir külâh alıp; "Ben de onun gibi olabilirim." düşüncesiyle, kibirli bir şekilde gidiyordu. Her şeyin, cübbe ve külâh giymekle hallolacağını zanneden bu kimse, hizmetçinin yardımıyla ata binerken birden hayvandan düştü ve boynu kırıldı. Hatâ- sını anlayıp, acılar içinde kıvranırken; "Beni Ahmed Satîha hazretlerinin yanına götü rün." diye inlemeye başladı. Bunu alıp Ahmed Satîha hazret- lerinin ya nına götürdüler. O kimsenin bu hâlini gören Ahmed Satîha, ke- râmet ola rak o kimsenin durumunu anladı ve tebessüm edip; "Öyle yap- makla bize zahmet verdin ve boynun kırıldı. Allahü teâlâya tövbe et! Boynun düze lir." dedi. O kimse, tövbe ve istigfâr etti. Ahmed Satîha da duâ ederek, bir miktar zeytinyağına ağız suyundan kattı ve o kimseyi ge- tirenlere vere rek; "Bununla hastanın boynunu oğun." buyurdu. Yağlayıp oğdular ve Allahü teâlânın izni ile boynu iyileşti. Bu kimse, o eski düşün- ce ve hâlle rinden vazgeçti. Gördüğü bu açık kerâmet ile, o zâtın büyük- lüğünü anla yıp, huzûruna gitti ve hizmetine girdi. Ölünceye kadar da, Ah- med Satîha hazretlerinin sohbet ve hizmetinden ayrılmadı.
Hindistan evliyâsının büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin dayısı Ferîdüddin-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbir´i İslâmiyetin zayıfladığı Kalyâr´a (Gvâliyar) gönderdi. Ah- med Sâbir 14 Şubat 1253 (H.650) günü Alîmullah Ebdâl ile birlikte Kalyâr´a hareket etti. Oraya vardığında Ebü´s-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârî´nin evinde kaldı. Ertesi gün, Kalyar´a vazîfeli olarak geldiğini, câmide herkese duyurdu. Musammad Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behaeddîn ve Cemal Rohagar isimli bir komşusu, Alâüddîn-i Sâbir´- in ilk talebeleri oldular. Her ikisi de bu beldedeki insanlara doğru yolu bil- dirmekle vazîfelendirildiğini bildirirken oradaydılar. Onlar, Sâbir hazret- lerini desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.
Ertesi gün, Kalyâr Câmiinde vâz ederek, kendisinin Kalyâr halkına imâm olarak gönderildiğini tekrar bildirdi. Ama halk;
"Bizim rehberimiz Kur´ân-ı kerîm, imâmımız Kâdı Tabrak Rûfî´dir. Bu geleneği değiştirmeyiz." dediler. Alâeddîn-i Sâbir, kendisini vazîfelendi renin ve gönderenin, Sultân-ül-Evliyâ Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker oldu ğunu söyledi. Halk, yine dağıldı. Sonra durumu Kâdı Tabrak´a haber ver- diler. Cumâ günü Kâdı Tabrak, Cumâ namazına geldi. Alâüddîn-i Sâbir hazretlerine;
EVLİYANIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKAR etmek
"Sen bizim kutbumuz isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver. Şâyet bunu yapabilirsen kutub olduğuna inanacağım." dedi. Alâeddîn-i Ahmed, gökyüzüne bir an baktı ve sonra buyurdu ki: "Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler. Yoksa onları isimleriyle çağıra cağım." Birkaç dakika içerisinde câmide 27 kişi öne çıktı. Hayretler içinde kalmışlardı. Sâbir hazretleri sordu:
"Kâdınızın keçisini, nerede kestiğinizi söyleyin. Yoksa ben söylemek zorunda kalacağım." Hepsi hâdiseyi inkâr etmeye başladılar. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir, Kâdı Tabrak´la birlikte câmiye gelen bir şahsa;
"Keçiyi ismiyle çağır." dedi. O da; "Hirmana!" diye bağırdı. O anda yirmi yedi kişinin karnından şöyle bir ses geldi:
"Ben, bunların mîdelerine taksim olundum. Bunlar beni, geceleyin Sadrak kuyusunun kenarında kestiler, artıklarımı ve kemiklerimi taşa bağlayıp, kuyunun dibine attılar. Etimi kızartıp yediler." Bu kerâmete şâhid olanlar, Sâbir´in Kalyâr imâmı olduğunu kabûl ettiler. Kâdı Tabrak ise;
"Bu, büyücüdür. Yaptığı kerâmet değildir, büyü aldatmasıdır." dedi. Zayıf karakterli vâli Zamvan, fikir değiştirip Mahdûm Sâbir´e;
"Sen bir büyücüsün, yaptıkların büyüdür." dedi. Sâbir hazretleri:
"Elhamdülillah! Bu fakîr, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, bir sünnetine uydu. O´na büyücü dedikleri gibi, bize de diyorlar." dedi. Daha sonra câmiyi terk ederek, Muhammed Gülzâdî´nin evine gitti. Orada olup bitenleri bir rapor hâlinde yazarak Alîmullah Ebdâl ile, Ferî- düddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine gönderdi.
Alîmullah Ebdâl, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e raporu verdi. O da bir fetvâ hazırlayarak, Resûlullah efendimizin mânevî tasdîki ile Kâdı Tabra- k´a gönderdi. Kâdı Tabrak, fetvâyı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e şöyle yazdı:
"Rehberimiz Kur´ân-ı kerîm´dir. Uzun zamandır Kalyâr´ın imâmeti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirleri nizin bizim için bir mânâsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imâmımız olarak kabûl edebiliriz." Mektup ve yırtık fetvâ, Ali Ahmed Sâbir´e, Safrat isimli kadının hizmetçisi ile getirildi. Çok üzülen Alâüddîn-i Sâbir, Safrat´a;
"Mâdem ki o, bizim hocamızın fetvâsını yırtmıştır, biz de onun ismini Levh-il-mahfûzdan yırttık. Ve bugünden îtibâren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar, kıyâmete kadar cezâlanacaklardır" dedi. Alâeddîn-i Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e iletti. Yırtılmış fetvâ ve mektup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´in eline varınca, odasına kapanıp, on üç gün sonra çıktı. Kalyâr vâlisi Zamvan´a, şöyle bir mektup yolladı:
"Allahü teâlâ, sizlere Kalyâr´a vâli olmak nasîb etti ise, Ali Ahmed´in de imâm olmasını takdîr eyledi. Kendisini imâm tanımanız ve itâat etme nizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmed´in, isimlerinizi Levh-il-mahfûzdan yırt tığını bilmiyorsunuz? İmâmınızı kabûl etmez iseniz, Allahü teâlâ size gazâb eder. Kabûl ederseniz Allahü teâlâ ve O´nun Resûlü hoşnûd olur. Kâdı Tabrak ile berâber, Ali Ahmed´e büyücü demişsiniz. Bunları unutu nuz. Benim Ahmed´im, Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Size imâm olarak vazîfelendirilmiştir.
Bu fakîr ilâve ederim ki; Kâdı Tabrak, Ali Ahmed´e hürmet ve itâat et sin. İtâat etmezse, Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Allahü teâlâ, kendine isyân edenleri cezâlandırır. Cezâsının ne kadar acı olduğunu herkes bi lir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur. Alâüddîn-i Sâbir´in baba sının ismi Abdürrahîm´dir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-A´zam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânî´dir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl varken, siz Kalyar halkı, başkalarının imâmetini tercih edersiniz. Tövbe ediniz ve Allahü teâlâdan korkunuz! Resûlullah efendi mizin evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim, itâat etmezse niz, hepiniz helâk olursunuz. Allahü teâlâ; "Resûlullah´a itâat, Allahü teâlâya itâattir." buyuruyor. Şimdi itâat etmek ve etmemek sizin mesûli yetinizdedir." Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, mektubunu mühürledi ve;
"Kıyâmüddîn Zamvân´a götür." dedi. Mektup, Kıyâmüddîn Zamvân´a gittiğinde, Kalyâr´ın ileri gelenleriyle berâber Kâdı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah Ebdâl´e sordu:
"Ferîdüddîn hazretlerinin yanından ne zaman ayrıldın?"
"Öğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını Kalyâr´da Mahdûm Ali Ahmed Sâbir ile kıldım." dedi.
"Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin?" dediler. "Mahdûm Ali Ahmed Sâbir´in kerâmeti ile. Siz de itâat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhûr edebilir." dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve Kâ- dı yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabûl etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´in mektubunu yırttılar. Alâeddîn-i Sâbir kendi lerine gönderilen mektubu alınca;
"Hocamın mektubunu oku bakalım." dedi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibâretti: "Kalyâr sizin keçinizdir. İster sütünü için, isterseniz etini yiyin."
Hocasından mektupla emri alan Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Kur´ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birin cisinden daha şiddetli idi. Kalyâr halkı korku içinde idi. Üçüncü defâ zel zele olduğunda, Kalyâr Vâlisi Zamvan, doğruca Kâdı Tabrak´a gitti:
"Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir?" Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmed´i kabûl etmeyişimizdir. Bütün şehir yerle bir olacak." dedi. Ama Kâdı:
"Kalyâr´da yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrat´tır. Yu nanlıdır, büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir da nışalım." dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dördüncü defâ zelzele oldu. Kadın dedi ki:
"Efendim! Bu büyü, sizin Kalyâr Kutbu zannettiğiniz yeni gelen kim senin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak bir değil, birkaç defâ zelzele olur." Zamvan´a inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvan´ı rahatlattı. Cumâ günü Mahdûm Ali Ahmed câmiye, Kâdı Tab- rak ve Zamvan´dan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâeddîn vardı. Mihrâba geçip oturdu. Kâdı Tabrak gelip;
"Orayı bana boşalt!" dedi. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri;
"Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksa, bütün şehir halkıyla berâber helâk olursunuz. Siz ve sizi tâkib edenler, kıyâmet gününe kadar pişmanlık çekerler." buyurdu.
Kâdı Tabrak dinlemeyip reddetti ve; "Neden hep ısrâr edip duruyor sun? Hiç birimiz seni kabûl etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın bile tuttuk." dedi. Bu son sözünden sonra Mahdûm Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâeddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz kılacak yer açmadı. Hattâ Allahü teâlânın bu sevgili kulu, câminin dış merdivenlerine kadar itelendi. Cumâ namazı başladı. Cemâat rükûya gitti. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri de rükûya eğildiğinde, âniden câminin duvarları rükûya giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Câminin dışındakiler koşuyorlardı. Musammad Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdûm Sâbir ona dedi ki:
"Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukta gömülü kaldı. Alîmullah Eb- dâl, kendisini getirsin." Behâeddîn kurtarıldıktan sonra, Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Gülzâdî´ye buyurdu ki;
"Bir gün içinde, Kalyâr´dan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabâla rınızı ve arkadaşlarınızı berâberinizde götürünüz. Allahü teâlânın azâbı henüz bitmedi." Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Kalyâr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere tesir etmedi: 1) Mah dûm Sâbir´in içinde bulunduğu 50 kilometrekarelik saha, 2) Şehîd kabir leri, 3) Musammad Gülzâdî´nin evi. Kalyar, dört gün durmadan sallandı. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece ce zâlarını görmüş oldular. 1253´den 1501´e kadar Kalyâr harâb olarak kal- dı. 1501´de Kutbulâlem Abdülkuddûs Gengûhî, (Alâeddîn Sâbir´in 7. halî- fesi) Alâeddîn Sâbir hazretlerinin kabrine, bugün mevcud olan türbeyi yaptırdı. Sâbir hazretlerinin bu türbesi, Kuzey Hindistanlıların ve Sultan İbrâhim Lodî´nin ricâları ile olmuştur. Geçirdiği tahrîbattan sonra Kalyâr, 250 sene daha eski parlak günlerine geri dönemedi. Zelzele olan 24 ki lometrekare bölgeye hiç kimse giremedi.
Kalyâr fâciasından sonra, Sultan Nâsırüddîn Mahmûd çok kork muş- tu. O zamanlar Delhi´de bulunan Sultan, vezîrini, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine yolladı. Yazdığı ilticâ yazısı kısaca şöyledir:
"Kıymetli efendim! Kalyâr fâciasını işittim. Çok müteessir oldum. Kıyâmüddîn Zamvan´a benzemekten korkuyorum. Bu sebeple size sığı nıyorum. Lütfedip emir ve tâlimâtlarınızı gönderirseniz, onlara göre hare ket ederim."Gönderdiği iltica mektubuna karşı, Ferîdüddîn-i Genc-i Şe ker, sultanın ve âilesinin ilticâsını kabûl etti. Ancak Kalyâr´ın harab olmuş arâzisine kimsenin girmemesini ve Delhi´deki halîfesi Nizâmüddîn-i Evli- yâ´nın teveccühlerine kavuşup gönlüne girmesini tenbih etti."
Alâeddîn-i Sâbir hazretleri´nin dergâhında onun menkıbe, kerâmet, söz ve güzel hallerinin toplandığı Hakîkat-i Gülzâr-ı Sâbir isimli eserden bâzı kı sımlar okunuyordu. Zamânın meşhûrlarından bir çoğu da orada idi. Yal nız Mahdûm Sâbir´in dergâhında hizmetçi olan biri, kitabın bâzı yerlerine îtirâz etti ve îtirâz mahiyetinde çeşitli sorular sordu. Daha o anda bütün vücûdu cüzzâm illetine, hastalığına yakalandı. Pis pis kokmaya başladı. Cemâattekilerin hepsi, bu hâdiseye şâhit oldular ve kendisine;
"Bu, Alâeddîn Sâbir´in hayatına âit yazılara olan inançsızlığının ce zâsıdır. O kimse tövbe edip pişman olmasına rağmen, o hâliyle oracıkta vefât etti."
Birgün, Mahraca Lanjit Singh isimli biri, Kalyâr´a gelip dergahı yık mak üzere, bir grup askerle Delhi´den yola çıktı. Hâce´nin dergâhına yaklaştıkları sırada, askerlerin hepsinin gözleri bir anda kör oldu. Felâ ketin sebebini anlayıp, Hâce Mahdûm´dan özür dilediler ve onun talebe lerinden oldular. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni ile hepsinin gözleri açıldı. Eskisinden daha iyi görür oldular.
Hindistan´ı İngiliz işgâlinden sonra orada bulunan iki İngiliz ava çık mışlardı. Avlanırken, Hâce Mahdûm´un dergâhının yanına kadar geldiler. Avcılardan birisi, orada bulunan bir maymunu, hiçbir sebep yokken keyif için öldürdü. O anda kendisi de öldü. Öteki İngiliz çok korktu. Arkadaşı nın cesedini bırakarak kaçıp gitti.
Hindistan´da bulunan Meşhûr Ganj Nehri üzerinde bir kanal açıla caktı. Kanal planını hazırlamak vazîfesi bir İngiliz mühendisine verilmişti. Bunun hazırladığı plâna göre kanal, tam Hâce Mahdûm´un dergâhından geçiyordu. İnsanlar bu duruma karşı çıktı. Bütün karşı çıkmalara rağ men, İngiliz mühendis, Hâce Mahdûm´un dergâhının yıkılması plânından vazgeçmedi. Kendisi, dergahın yakınında bir çadırda kalıyordu. Bir gece yatarken, birden kendisini, çadırın orta direğinde başaşağı olarak asılmış buldu. Görünüşte, içeri giren ve çıkan olmamıştı. Sabahleyin durumu farkeden yardımcıları kendisini çözdüler ve bunun, kendisine, Hâce´yi rahatsız etmemesine dâir bir îkâz olduğunu, dergâhı yıkmak kararından vazgeçmesini söylediler. Bu hâdise üzerine çok korkan mühendis, Alâ- eddîn Mahdûm´un dergâhını yıkmak kararından vazgeçtiği gibi, her gittiği yerde, ondan hürmetle bahsetmeye başladı.
Irak evliyâsından Ali bin Heytî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir kısım âlimler ve büyük bir grup cemâat, ziyârete gittiler. Ali bin Heytî, onlara uzun bir sohbette ve nasîhatta bulundu. Herkes çok memnun ve mesrûr oldu. Sâdece içlerinde, âlim görünüşlü birkaç kimse kalblerinden îtirâzda bulundular. Ali bin Heytî, kimlerin îtirâz ettiğini anladı ve herkes evine dağıldıktan sonra, îtirâz eden âlimlerin evlerine teker teker ziyârete gitti. Herbirinin yanına geldiğinde, yüzlerine dikkatlice bakarak ayrıldı. Ali bin Heytî´nin âlimlere o bakışı ile, onlarda bildikleri ne kadar ilim varsa hepsi gitti. Bütün ilimlerini unuttular. Hattâ Kur´ân-ı kerîmi dahi ezberden okuyamaz oldular. Bir ay kadar bu hâl devâm ettikten sonra, yaptıkları hatâyı anladılar. Toplanıp Ali bin Heytî hazretlerinden özür dilemeye geldiler. Tövbe ve istigfâr edip, elini öptüler, affedilmeleri için yalvardılar. Bunun üzerine Ali bin Heytî özürlerini kabûl edip, onları affetti. Bir sofra kurdurup hepsini dâvet etti. Yemeğe başladılar. Daha birinci lokmada, unuttukları bütün ilimler kendilerine iâde edildi.
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Hakem bin Abbâs-ı Kelbî buyuruyor ki: "Benim Zeyd isminde bir am cam var idi. O, Câfer-i Sâdık hazretlerine çok îtirâzda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzuu açıldı. Yine çok îtirâz- da bulundu ve; Câfer-i Sâdık nerede, böyle işler nerede?" dedi. Câfer-i Sâdık´ın bu sözden haberi oldu ve şöyle buyurdu: "Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allahü teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helâk etsin."
Bir gün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse Câfer-i Sâdık´a îtirâzda bulunmadı.
Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Konya´da Tâceddîn adında evliyâyı ve hâllerini inkâr eden biri vardı. Mevlânâ hazretlerinin de aleyhinde bulunurdu. Bu kişi bir gece kendisini nasılsa Cehennem kapısında durmuş gördü. Ce hennemliklerin durumunu olduğu gibi seyretti. Orada bir adamı eli ayağı bağlı olduğu hâlde bir Cehennem´den çıkarıp, öteki Cehennem´e soku yorlardı. Dört kişi de orada durmuş; "Ey tâlihsiz kişi! Bu aman vermeyen ağır ve acıklı yükün altından kurtulman için velîlerin sözlerini oku." di yorlardı. Tâceddîn bu heybetten orada donup kalmıştı. O zavallı kişi; "Bana Allahü teâlânın rızâsı için birkaç kelime öğretiniz." diye ricâ edi yordu. Bu sırada kendisine Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî´sinden birkaç beyit öğrettiler. O da bu beyitleri okudu. Okur okumaz bütün zincirleri ve bağları üzerinden çözüldü. Sonra da Cennet tarafına yönelip gitti. Tâced- dîn uykudan uyanır uyanmaz Mevlânâ´nın medresesine koştu. Yolda Mevlânâ hazretleri ile karşılaştı. Mevlânâ hazretleri ona; "Ey Tâceddîn! Bir yerde sâdece velîlerin sözleri insanın böyle imdâdına yeti şir ve yar- dım isteyenlere yardım ederse, artık onların sohbetinin neler yapacağını ve onlara karşı beslenen sevginin bereketinin insanı nerelere ulaş- tıracağını düşün." buyurdu. Gördüğü rüyâya Mevlânâ hazretlerinin vâkıf olduğunu anlayan Tâceddîn, ellerini öpüp sâdık talebelerinden biri oldu.
Evlîyanın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında kelâm ehlinden İbn-i Küllâb, bozuk fırkalar hakkında reddiyeler yazıyordu. Bâzı kimseler ona, tasavvuf ehlini de yazmasını söylediler. "Bunların reisleri kimdir?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî´dir dediler. İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî´ye birisini gönderip görüşlerinin ne olduğunu öğrenmesini söyledi. Cüneyd-i Bağdâdî buna buyurdu ki: "Bizim yolumuz, bâkî olanı, fânî olandan ayırmak, bâkî olan için, faydası olmayan her şeyden uzak durmaktır." Bu cevap, İbn-i Küllâb´a gelince; "Bu nasıl bir şeydir ki, bizim bunu anlamamız dahi imkânsız." deyip, Cüneyd-i Bağdâdî´nin bulunduğu meclise gitti. Ona tevhîd hakkında bir suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî´nin verdiği cevaptan hayrette kalıp; "Bu cevâbı tekrarlar mısınız?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî daha değişik bir şe kilde cevap verdi. İbn-i Küllâb´ın hayreti daha da artıp; "Bu cevâbı da tek rar eder misiniz?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî bu sefer de daha başka bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb; "Söylediklerinizi kavrayabilmem, ez berleyebilmem imkânsız. Bâri bunları söyleyin de yazayım." dedi. Haz ret-i Cüneyd-i Bağdâdî; "Eğer, bütün bunları söyleyen, ben olsaydım yazdırırdım." buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî´nin büyüklüğünü kabûl ve ona hayranlığını îtirâf etti.
Halep bölgesinde yetişen velîlerden Şeyh Ebû Bekr bin Ebû Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Halep´te Şeyh Hâlid isminde bir zât vardı. Şeyh Ebû Bekr´in büyüklüğüne inanmazdı. Kendisi fakir olup, Ulvâniyye tarîkatı üzere câmide insanlara nasihat ederdi. Fakat Şeyh Ebû Bekr´in hallerini iyi görmez; "O, şerîate aykırı hareket ediyor, onun yanına gitmeyin." diye devamlı kötülerdi. Bir gün Haleb´e yeni bir vâli tâ yin edildi. Vâli, Şeyh Hâlid´in vâzlarını ve iyi hallerini duyunca, onun zi yâretine gitti. Görüştüklerinde ona hâlini, ne ile geçindiğini sorunca, Şeyh Hâlid, serveti, bir maaşı olmadığını, sevenlerin, dostların yardımı ile geçindiğini, kimseden de bir şey istemediğini, mescidde müslüman- lara nasihat etmekle meşgul olduğunu söyledi. Bunun üzerine vâli kula- ğına; "Beni dinlersen İstanbul´a git. Sultan, hâlini öğrenirse sana maaş bağlar." dedi. Bu teklif Şeyh Hâlid´in hoşuna gitti. Yol hazırlıklarını yaptı- ğı sırada Şeyh Ebû Bekr ziyâretine geldi. Şeyh Ebû Bekr kimseye gitmezdi. Fakat o gün talebelerine; "Kalkın Hâlidciğin ziyâretine gidelim." dedi. Mescidin önüne gelince, içeri girmeden kapının önünde durdu. Şeyh Hâlid bu ziyârete çok şaşırdı. Şeyh Ebû Bekr ona; "Sana yaşını sormaya geldim. Bana söyle kaç yaşındasın?" diye sorunca; "Seksen yaşındayım." dedi. Bunun üzerine Şeyh Ebû Bekr; "Ey Hâlid! Sen bu zamâna kadar hangi gün aç ve çıplak kaldın. Nereye gidiyorsun. Allahü teâlâdan hayâ etmiyor musun?" deyince, Şeyh Hâlid´in gözünden yaşlar akmaya başladı ve; "Beni ayıplama! Ben kararımdan vazgeçtim..." dedi. Şeyh Ebû Bekr´in büyüklüğünü, Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu anlayıp, o günden sonra çok hürmet gösterdi. O güne kadar söyledikle rinden tövbe etti.
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü inkâr edenlerden biri, Ebû Saîd´in; "Âlemde hiç kimse helâl lokma bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz." sözünü duymuştu. Kendisini imtihân etmek istedi. Helâl para ile bir oğlak satın aldı. Haram para ile de, birincisine çok ben zeyen başka bir oğlak aldı. Bunları kızarttırıp, hizmetçisi ile Ebû Saîd´e gönderdi. Kendisi de önden gidip, onların bulunduğu yerde oturdu. Hizmetçi kızarmış oğlakları getirirken karşısına iki sarhoş çıkıp, haram para ile alınan oğlağın bulunduğu tepsiyi alıp yediler. Hizmetçi, elinde kalan ve helâl lokma ile alınmış olan oğlağı, Ebû Saîd´in önüne koydu. Oğlak ları gönderen kimse durumu öğrenip anlayınca, sarhoşlara çok kızdı. Fakat bu hâlini açıktan belli etmedi. Sonra Ebû Saîd dönerek; "Kendini boşuna üzme! Haram olan köpeklere gider, helâl olan da helâl yiyenlere gelir." buyurdu. O kimse çok mahcûb olup hâline tövbe etti ve bu hâdi seden sonra bir daha aleyhinde bulunmadı.
Ebû Saîd hazretlerini çekemiyen, büyüklüğünü inkâr edenlerden, kendisine hakârette daha ileri gidip, çok lânet eden, Ebû Hasan Tûnî isminde biri vardı. Bu kişinin Ebû Saîd´e olan hürmetsizliği o kadar fazla idi ki, Ebû Saîd´in bulunduğu mahalleye bile girmezdi. Ebû Saîd bir gün; "Atımı eyerleyip hazırlayınız. Ebû Hasan Tûnî´nin yanına gideceğiz." bu yurdu. Bir çokları bunun hikmetini anlayamayıp hayret ettiler. O gerçek ten bizim yanlış yolda olduğumuzu zannediyor ve Allah rızâsı için, yan lışa lânet ediyorsa bu lânet sebebiyle Allahü teâlâ ona rahmet eder." buyurdu. Talebelerinden bir kaç kişi ile yola çıktılar. O kimsenin bulun duğu yere yaklaşınca, talebelerden birini gönderip, kendisiyle görüşmek için geldiğini haber verdi. Ebû Hasan Tûnî bu hâli haber alınca; "Onun burada ne işi var. O, kiliseye gitsin. Onun yeri orasıdır." dedi. O talebe mecbûren bu haberi hocasına getirince, "Bismillah! Mâdem ki öyle diyor, biz de oraya gideriz." buyurup kiliseye gittiler. O sırada kilisede hıris- tiyanlar âyin için toplanmışlardı. Acabâ niye geldi diye merak edip onun etrafında toplandılar. İçeri girdi. Duvarda, Îsâ aleyhisselâmın ve hazret-i Meryem´in resimleri diye çizilmiş iki büyük tablo vardı. Ebû Saîd resimlere bakıp; "Ey Meryem oğlu Îsâ! Allah´ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?" (Mâide sûresi: 116) meâ lindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve "Muhammed aleyhisselâmın dîni hak ise, şu anda bu iki resim de secde etsinler." buyurdu. Allahü teâlânın izni ile o iki resim yere düştü. Yüzleri Kâbe tarafında olup, secde hâlini aldılar. Orada bulunan hıristiyanlar feryâd ettiler. Kırk tânesi hemen Ke lime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Bu hâl, Ebû Hasan Tûnî´ye ula şınca hatâsını anlayıp, pişman oldu, tövbe etti. Hemen Ebû Saîd haz retlerinin yanına gelip özür diledi ve sâdık talebelerinden oldu.
Mısır´da yetişen evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü´l-Abbâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü inkâr edici sözleri, kendisini fıkıh âlimi zanneden bir kimse söyledi. Ona; "Ey fakîh! Sen başkasını bırak kendi hâlinle meşgûl ol! Ömrünün bitmesine yedi gün kaldı. Öleceksin!" buyurdu. O kimse, bu hâdiseden bir hafta sonra vefât etti.
Rivâyet edilir ki, Ebü´l-Abbâs´ın bulunduğu şehrin kâdısı, onun bü yüklüğünü inkâr ederdi. Bir gün, onun hakkında zabıt tuttu. Tuttuğu zab- tı, dolabına koyup kilitledi ve anahtarını da yanına aldı. Ebü´l-Abbâs´a da haber gönderip, güneş doğarken mahkemede hazır olma sını emretti. Er- tesi gün güneş doğarken, Ebü´l-Abbâs kâdı efendinin ya nına geldi. Kâdı, hazırladığı zabtı çıkarmak için dolabı açtığında, akşam koyduğu zabtı yerinde bulamayınca, hayret etti. Anahtarı kimseye vermemişti. Zabtı kim alabilirdi? Bu hâlde iken Ebü´l-Abbâs cebinden, kâdı efendinin ak- şam dolaba kilitlediği zabtı çıkardı, ve; "Senin dolabından bu zabtı al- maya gücü yeten Allahü teâlâ, senin kalbinde bulunan îmânı da almaya kâdirdir. Eğer Allahü teâlânın velî kullarına karşı gelir, bü yüklüklerini in- kâr edersen, sana cezâ olarak kalbinden îmânı çıkartabi lir." buyurdu. Bu hâl karşısında kâdı çok mahcûb olup tövbe etti ve Ebü´l-Abbâs´ı muhâ- keme etmek düşüncesinden vaz geçti.
Kûs şehrinde bir grup kimse, Behâüddîn isminde bir zâtın evinde toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Sohbet esnâsında Kâdı Izâb isminde bir zat, Ebü´l-Abbâs el-Mülessem hazretlerinin kerâmetlerinden bahse diyordu. Orada bulunanlardan birisi, bu sözlere îtirâz ederek: "Bize böy- le sözleri söyleme. Eğer o, hakîkaten sâlih bir zât ise, kerâmet sâhibi ise, hemen şu anda buraya gelir" dedi. Orada bulunanlardan bâzıları bu- nu tasdîk ederek aynı şeyi istediler. Ebü´l-Abbâs o sırada, uzakta bir yerde bulunuyordu. Onlar, bu sözleri söyler söylemez. Ebü´l-Abbâs haz retleri içeri girip; "Selâmün aleyküm." dedi. Meclistekiler Ebü´l-Abbâs´ın selâmını aldılar ve onun bu kerâmetinden dolayı hayrette kaldılar. Ebü´l-Abbâs orada bulunan ve kendisine îtirâz edip, büyüklüğünü inkâr eden lere dönerek; "Aleyhimde konuştunuz." buyurup, ayrılıp gitti. Orada bu lunanların hayret ve teaccübleri daha da arttı.
Ebü´l-Hasan-ı Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Silsile-i aliyye de nilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Bir gün İbn-i Sînâ, Harkân´a E- bü´l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini evinde ziyârete geldi. Hanımı, azarla ya- rak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü´l-Hasan hazretlerinin bü yük- lüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sînâ or mana doğru giderken, Ebü´l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin, bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü. "Bu ne hâldir?" diye sorunca, "Evim- dekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümü- zü taşıyor." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden Ebû Muhammed İbrâhim bin Ali el-A’zeb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret lerinin, "Bizim gelmesini arzû ettiklerimiz, ancak bizi ziyâret edebilir." buyurduğunu; Meâli bin Hilâl el-Abedânî, duydu ve içinden; "İstese de istemese de ben onu ziyâret ederim." diye geçirdi. Onun ikâmet ettiği yere doğru yola çıktı. Oraya yaklaştığında, büyük bir arslana rastladı. Arslan, üzerine hücûm etti. Korkuyla geri döndü. Ertesi gün ve daha sonraki günlerde ne kadar gitmek istedi ise, o arslan hep karşısına çıktı. Hâlbuki ondan başka herkes rahatça gidiyordu. Hiçbirine arslanın zararı dokunmuyordu.
Bu hâle şaşırdı ve meseleyi bâzılarına anlattı. Aklına gelenleri de söyledi. Ona; "Bu arslanın sana yol vermemesi, o büyük zâtın sözüne küçük bir îtirâzın sebebiyledir." dediler. Bunun üzerine istigfâr okuyup, hâlis bir niyetle tövbe etti. Tövbekâr olarak yola çıkıp, Ebû Muhammed İbrâhim´in yanına gitti. Arslan da kalkıp onun yanına geldi. Ebû Muham- med İbrâhim, arslanla şakalaştılar ve ona dönerek; "Hoş geldin, ey töv- bekâr kişi!" buyurdular. O da hemen ellerine sarılıp öptü ve af di ledi.
Seyyid Ahmed Buhârî´nin yetiştirdiği büyük velîlerden Mahmûd Çe lebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir menkıbeyi şöyle anlatır: Ab dullah-i İlâhî bir gün Seyyid Emîr Ahmed Buhârî hazretleri ile birlikte, önceleri kendisinden okudukları âlimi ziyârete gittiler. O âlim, Emîr Buhâ- rî´ye; "Şimdi ne ile meşgûl oluyorsunuz?" diye sordu. O da; "Mirsâd-ül-İbâd fil-Mebd ilel-Me´âd isimli tasavvufî eseri mütâlaa etmekle meşgûl oluyoruz." dedi. Bunun üzerine o ilim sahibi kimse, bu kitabı okuduğu için Emîr Buhârî´yi azarlamaya, o kitabı ve müellifini kötüle meye, tasavvuf ehline dil uzatmaya başladı. Nihâyet daha da ileri gide rek, Emîr Buhârî ve Abdullah-i İlâhî´yi meclisinden kovdu.
Meğer bu kimse, tasavvuf ehlinin büyüklüğünü anlayamayan, inkâr eden bir zavallı imiş. Mahmûd Çelebi bu menkıbeyi anlatınca, tasavvuf ehlini inkâr edenlerin de bulunduğunu anlamış oldum. Bundan sonra Mahmûd Çelebi´ye arzettim ki: "Efendim, tasavvuf büyüklerinin hâllerini inkâr edenler, inkâr etme gibi büyük bir belâya mübtelâ olmuşlardır. Ta savvuf ehlinin büyüklüğünü inkâr etmeyip kabûl ettiği hâlde bu yolda ilerlemeye çalışmayanların hâli, diğerinin hâlinden daha kabîh (çirkin) değil midir?" Ben böyle söyleyince; "Hayır öyle değildir. O büyüklerin bü yüklüklerini inkâr etmeyip îtiraf etmek, yâni kabûl etmek de bir nîmettir. Bu îtirâfın eninde sonunda o kimseyi hak yoluna çekmesi ümîd edilir." buyurdu."
Şakâyik-ı Nu´mâniyye´ nin müellifi olan Taşköprüzâde, bir gün soh bet esnâsında Mahmûd Çelebiye dedi ki: "Efendim! Bâzı tasavvuf ki taplarında anlaşılamıyan, hattâ görünüş îtibâriyle dînin açık olarak bildi rilen hükümlerine aykırı olan kısımlar bulunuyor. Bunları inkâr etmemiz câiz olur mu?" Mahmûd Çelebi buna cevâben; "O tasavvufî hâller sizde meydana gelinceye kadar inkâr edersiniz. Ama o haller sizde de mey dana gelince, artık inkâr etmenize lüzûm kalmaz. Çünkü o bilgilerin ha kîkatte dînimizin hükümlerine aykırı olmadıklarını, öyle anlaşıldığını an lamış olursunuz. Yâni tasavvuf büyüklerinin söyledikleri sözlerden bâzı larının uygun değil gibi görünmeleri, o zâtın yanlış şeyler söylemek iste diğinden değildir. Kendisini kaplayan tasavvufî hal sebebiyle, o halde iken anlatmak istediğini, şuuru yerinde olmadığından, uygun olmayan kelimelerle söylemesinden veya hâli ifâde için o anda başka kelime bu lamamasındandır. Her hâlükârda tasavvuf büyüklerinin o sözlerinin yan lış bir mânâyı anlatmak için değil, doğru bir şeyi yanlış mânâya gelecek kelimelerle anlattığından yanlış anlaşılabilmektedir. Bununla berâber, mutasavvıfların dînin hükümlerine aykırı gibi görünen, açıktan yanlış anlaşılan sözleri kabûl edilmez. Fakat o büyüklere dil de uzatılmaz. Çünkü mâzurdurlar.
İstanbul evliyâsının büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İstanbul´da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğ retip saâ- dete ermeleri için rehberlik yaptığı sıralarda İstanbul´da Antepli ismiyle meşhur bir vâz hocası vardı. Bu kimse çok inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i kâmil oldu ğuna inanmaz ve konuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün bu hoca, Unkapanı´nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınların dan biri; "İşte bu gelen, Tokâdî Emîn Efendidir!" diyerek gösterdi. Antebli vâiz alaylı bir tavırla ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendi yanlarına gelip selâm verdi. Bu sırada Antebli hoca başını kaldı rıp; "Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim ağrıyor. Bana bir nefes eyle de gözlerimin ağrısı geçsin." diyerek alay etti. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; "Kör ol!" dedi ve oradan geçip gitti. Antepli hocanın gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin talebelerin den bâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; "Sen hocamıza karşı edepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık kör olursun bunu bilesin." dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğin farkına varıp Mehmed Emîn Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti. Ayaklarına kapa nıp; "Aman efendim kusurumu affedin." diye yalvardı. Bu yalvarması üzerine; "Hayır söz geri dönmez! Sonra yerine gözümüzün birini vermek gerekir." buyurdu. Antepli hoca bu sözleri işitince, o kadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; "Hoş! Şimdi hiç olmazsa bâri bir nebzecik." dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı ay devamlı göz ağ rısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ile göz ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı ve hürmetli, edepli oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarından sonra; "Tokatlı Mehmed Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozu toprağı ola yım." der, böylece ona olan inancını ve sevgisini dile getirirdi.
Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) tasavvuf büyüklerinin yoluna önceleri hiç inanmazdı. Müftî olan arkadaşı ile berâber olduğu günlerde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ekbe- râbâd’a gelmişti. Mevlânâ Abdurrahmân´ın bulunduğu ve İmâm-ı Rabbâ- nî’nin sevenlerinin oturduğu mahallede misâfir olmuştu. Hamîd-i Bingâlî bu haberi duyunca, dayanamadı ve büyük bir sıkıntı ile Mevlânâ’nın ya- nına gelip; “Bu mahalleden başka yere gidiyorum.” dedi. Mevlânâ; “Hay- rola, neden îcâb etti? Bu sıkıntının sebebi nedir?” diye so runca, o da hazret-i İmâm’ın ismini söyleyip; “Sizin yakınınıza geldiler. Ben onunla tanışırım. Görmeye gitmezsem olmaz, gidersem hiç olmaz.” dedi. Mev- lânâ; “Onlar büyüktürler ve âlimdirler. Niçin görmek istemezsin?” deyin- ce, Hamîd-i Bingâlî; “Ben onu görmeye dayanamam.” dedi ve kapıdan çıkıp gitti. İki üç gün sonra Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ’nın evinde unuttu ğu bir risâlesini almaya gelmişti ki, biraz sonra İmâm-ı Rabbânî de oraya geldi. Mevlânâ, edebe riâyeti yerine getirdi. Hazret-i İmâm’ı karşıladı ve tam bir tevâzu ile içeri aldı. Şeyh Hamîd’in yüzünün rengi değişti. Bu eve geldiğine bin pişmân oldu. Hazret-i İmâm, Mevlânâ’ya hitâben; “Size bir mesele danışmaya geldim.” buyurdu. O da; “Zâtınıza gizli kalan hangi bir mesele olabilir?” diye arz etti. “Siz müftîsiniz, bunun için size sorup amel etmek en ihtiyâtlı yoldur.” buyurdu. Gâyet açık olan meseleyi görüştük- ten sonra, mübârek yüzünü Şeyh Hamîd tarafına dönüp; “Şeyh Hamîd Efendi! Siz burada mı idiniz?” bu yurdu. Şeyhe bir iki nazar etti. Sonra kalktı. Mevlânâ, her ne kadar; “Hizmetçiler sofra hazırladı, getiriyorlar.” dediyse de, kabûl buyurmadı. Mevlânâ dış kapıya kadar onları uğurladı. Bundan sonrasını Mevlânâ Abdurrahmân şöyle anlattı: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin peşinden Hamîd-i Bingâlî de dışarı çıktı. O inkâr ve nefrette olan Şeyh Hamîd, hazret-i İmâm’ın arkasından ağlayarak, kavrularak, gözünden yaşlar akıtarak, dervişler gibi düşe kalka gidiyordu. Hazret-i İmâm ise, ona dö nüp bakmıyordu bile. Nihâyet hazret-i İmâm kaldığı eve girdi. Şeyh, on ların kapısı önünde hayrân ve perişân halde el bağlamış, başını önüne eğmiş bir halde durdu. Bir müddet sonra, İmâm-ı Rabbânî, o kendine çektiği Hamîd-i Bingâlî’yi husûsî odasına çağırdı ve sohbette bulundu. Gittikleri yolun husûsiyetlerini anlattı. Evliyâlık makamları onu öyle kap ladı ki, hallere gömülüp, dostlardan ve tanıdıklardan tamâmen kesildi. Birkaç gün sonra, hazret-i İmâm memleketleri olan Serhend’e ha- reket etti. Şeyh yaya olarak gayr-i ihtiyârî, gönlünü çaldırmış bir halde hazret-i İmâm’ın peşi sıra gitti.
Hazret-i İmâm’ın eshâbının bâzıları dediler ki: “Hazret-i İmâm’ın, Mevlânâ Abdurrahmân´ın evine teşrîfi, belki Ekberâbâd’a gelişleri, sırf Şeyh Hamîd’i bozuk îtikâdından kurtarmak içindi. Zîrâ buna memur idi ler.” Mevlânâ Abdurrahmân diyor ki: “Hazret-i İmâm’ın Şeyh Hamîd üze rindeki bu tasarrufunu görmekle, benim ihlâs ve îtikâdım kuvvetlendi.” Ne zaman Mevlânâ’ya, hazret-i İmâm’ın kerâmetleri sorulsa, hep bu hâ diseyi anlatırdı.
Ondan sonra Hamîd cezbe ve sülûk makâmlarında ilerleyerek, vilâ yet derecesine kavuştu ve icâzetle şereflendi. Doğru yolu bildiren âlimler arasında, icâzet verilip, gönderilen talebeye hırka vermek âdet olduğun dan, Hamîd-i Bingâlî ayrılırken, hazret-i İmâm’dan teberrüken, kullan dıkları bir şey istedi. Onlar da istediğini verdiler. Hamîd verileni öperek, huzûrundan ayrıldı. Teşyî etmeye (uğurlamaya) giden ahbabları dediler ki: “Hamîd-i Bingâlî o hediyeyi sarığına sarıp başına tâc eyledi. Bu şe kilde memleketine gitti.” Mısrâ:
Bir toprak ki, yâr ilinden başa gelir,
Benim için yüz taştan da iyidir.