Forum Hafızoğlu

Tam Versiyon: Mücahid Evliyalar
Şu anda tam olmayan bir versiyonun içeriğine bakıyorsunuz. Tam versiyon'a bakınız.
Mücahid Evliyalar
Evliyânın tanınmışlarından ve Tâbiînden Abdullah bin Gâlib (rah- metullahi teâlâ aleyh) Zâviye harbi denilen bir savaşa katılmıştı. Bu sıra- da oruçlu idi. Düşman saflarına hücum edeceği sırada başına biraz su döktü. Sonra kılıcını sı yırıp kınını kırdı. Bu, şehîd düşünceye kadar sa- vaşacağım manâsına gelirdi. Düşman saflarına daldı. Savaşa savaşa şehîd düştü.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) Merv´de bir yıl ticâretle uğraşır, kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl İslâmiyet´i yaymak için cihâda, düşmanla harbe gi derdi. O, medresede müderris, hoca; câmide vâiz, şehirde tüccâr; harb- de büyük bir kahramandı. Kılıç ve kalem sâhibi idi. Kalemiyle cihâda dâir eser yazdı, kılıcıyla da dillere destan olan kahramanlıklar gösterdi.

Abbâsîler devrinde Bizanslılarla yapılan harplerden birine katılmıştı. Ab bâsî ordusu sessiz, sâkin ve aydınlık bir gecede Tarsus´un kuzeyinde karargâh kurmuştu. Tarsus´un sırtlarında İslâm ve Bizans orduları görü nüyordu. İki taraf da kendilerini kuvvetli göstermek için alevleri göklere yükselen ateşler yak mışlardı. Bu ateş ocaklarından birinin etrafında te peden tırnağa silâhlı askerler hilâl şeklinde oturmuşlar, ortalarında ise ince yapılı, nûrânî yüzlü bir zat onlara ders anlatıyordu. Kimse vaktin na sıl geçtiğinin farkına varmamıştı. Sözü kesip, duâsını yapınca istirahate çekildiler.

Sabah namazı kılındıktan sonra, harp hazırlıkları başladı. İki ordu karşı kar şıya geldi. Bizans ordusundan iri yapılı, kendisi ve atı zırhlara bürünmüş biri kılıç sallayarak ortaya çıktı. Döğüşmek için müslüman- lardan er istedi. Müslü man saflarından bir kahraman onun karşısına çıktı. Fakat, şehîd düştü. Bu hâl müslümanların gayretine do kundu, ikinci bir yiğit daha çıktı. O da şehîd oldu. Sonra birkaç er daha şehîdlik şerbe- tini içti. Rum ordusunda sevinç çığlıkları yükselirken, müslüman ordu- sunda tekbir ve Allah Allah sesleri ortalığı çınlatı­yordu. Bu sırada müslü- man askerlerin arasından, atının üzerinde heybetli biri nin meydana çıktı- ğı görüldü. Tamâmen zırhlara bürünmüştü. Fakat kimse tanımı­yordu. Rum´un karşısında dimdik durdu. Herkes son derece heyecanlı idi. Çar­pışma başladığı gibi, çevik bir hareketle kılıcını Rum´un göğsüne sapla- dı. Müs­lüman saflarında tekbîr sadâları yükseliyordu. Rum tarafı ise şaş- kına döndü. İkinci çıkan er de birincinin âkibetine uğ radı. Sonra birkaç ki- şiyi daha öldürdü. Müslümanlar son derece sevinç liydi. Müslüman er ye- rine dönünce bu kahrama nın Abdullah bin Mübârek hazretleri olduğunu görüp hayret ettiler.

Seferde bile ibâdetlerini gizlerdi. Gazâ arkadaşı Muhammed bin Âyun şöyle anlatır:

Seferde bir gece, Abdullah bin Mübârek istirâhate çekilmişti. Ben de mızra ğıma dayanmış oturuyordum. Benim uyuduğumu zannedip kalktı ve fecr vak tine kadar namaz kıldı. Sonra beni namaza kaldırmağa geldi. Uyumadığımı ve halinden haberdar olduğumu anlayınca, hayâsından yüzü kızardı. Sefer boyunca böyle yaptı.

İbn-i Hibbân ise şöyle anlatır: Bütün mücahidler İbn-i Mübârek ile Şam´a varmıştık. Orada halkın ibâdetini, gazâya hazır hallerini, her gün seriyyelerin, küçük askerî birliklerin geliş-gidişlerini görünce, İbn-i Mübâ rek; "Bu güzel haller ile Rabbimizin huzûruna çıkacağız. Burada Cennet kapılarını açtık." bu yurdu.

Misis´teki ikâmeti sırasında ilim, ibâdet ve cihâddan geri durmadı. Misis´te, ikindi namazında Cumâ Mescidi´ne gelir, güneş batıncaya kadar kıbleye karşı oturur, Allahü teâlânın zikriyle, meşgûl olur, kimseyle ko nuşmazdı. "Kim gün düzünü Allahü teâlâyı anarak geçirirse, o, bütün gün zikretmişlerden sayılır." buyururdu.

Misis nâhiyesinde on yedi bin hadîs-i şerîf rivâyet etti. Küçük yaştaki tale besi Abde bin Süleymân´a hadîs-i şerîf yazdırır ilim öğretir, üstelik ona para da verirdi.

Mücâhid velîlerden Abdülkâdir Cezâyirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şerif lerden olup, soyu hazret-i Ali´nin oğlu hazret-i Hasan efendimize da yanmakta dır. Baba ve dedeleri Cezâyir´in Vehran tarafında, şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayı lırlardı. Cedlerinden biri olan Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barba ros Hayreddîn Paşanın Ce zayir´i fethinde bir nefer gibi çalışmış ve Ce zayir´de Osmanlı hâkimiyetinin ku rulmasında, ziyâdesiyle gayret sarfet- mişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve torunlarına büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir´in babası Muhyiddîn de Kâ dirî şeyhlerinden olup âlim bir zât idi.

Şeyh Muhyiddîn, parlak bir zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdül- kâdir´i küçük yaşta ilim öğrenmeye sevketti. İlk tahsilini Kaytana´da ya- pan Abdülkâdir, sonra Cezayir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur´ân-ı kerîmi hıfzetti. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş mâlumâtıyla, fazîlet ve takvâsıyla şöhreti her tarafa yayıldı. Ül kesini pek yakın bir gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan Abdülkâdir kendisini ilm-i siyaset, dev let idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve silâh kullanmak gibi her çeşit harp sanatında pek ustaydı.

1826´da babasıyla birlikte Mısır´a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin meşhûr ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini zi yâret etti. Âlimlerle görüşüp bilgi alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz´a geçerek hac vazî­fesini îfâ etti. 1829 yılında Şam´a geldi. Burada evliyâ nın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ile görüşüp duâ sına kavuştu. Buradan Bağdad´a geldi. Şerefli âilesinin tabi olduğu evli yânın büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber efendimizin soyun dan Seyyid Abdülkâdir Geylânî haz retlerinin mübârek kabrini ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.

Abdülkâdir´in yurda dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Tem muzunda Fransızlar Cezayir´i işgâl ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâ resine son ver diler. Vehrân ve Müstefânem bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh Muhyiddîn´i kendilerine emir seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir´i bu işe daha lâyık gördü ve emirliği ona devretti. Kendisi Oran´daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını ele aldı.

Abdülkâdir-i Cezayirî kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yap tığı ko nuşma ile cesâret, uzak görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâ kârlık gibi vasıf larını ortaya koydu. Konuşmasında şöyle demişti: "Eğer liderliği kabul ediyor sam bu cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bu lacağınız, îmânımızı savunmada hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya ha zırım."

Emir Abdülkâdir kısa sürede gösterdiği hârikulâde şecâat, kahra manlık, bi­nicilikteki mahâret ve soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı. Askerî bir lider olarak kendini kabûl ettirdi. Bu sebeple Fransızların Ce zâyir´i işgâl etmesinden iki sene sonra babasının muvafakati ve bütün Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine ülkenin emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).

Abdülkâdir-i Cezayirî bundan sonra Fransızlara karşı plânlı ve sis temli bir harekat başlattı. Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini siyâsî sâhada da sürdürerek birçok böl geleri de bu yolla ele ge çirdi. Fas Sultanı Abdurrahmân´ı kendi tarafına ve Fransızlara karşı mücâdele sâhasına çekmeyi başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde yerli kabîleleri et rafına topladı. Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına ka dar bütün batı Cezâyir´e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir´in Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl böl gedeki Fransız komutanı General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîret leri himâ yesi altına aldığını bildirdi. Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçala maktı. Onun bu kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî tekrar harekete geçti. Makta´da yapılan çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı (1835).

Bu yenilgi üzerine Fransa bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birlikle rin başında gelen General Bugeaud kısa bir sürede Cezayir´i ele geçireceğine, müslümanları mahv edip Abdülkâdir´i yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar Maasker´i kısa sürede ele geçirdiler. Bu zaferle kendisine fev kalade güvenen Bugeaud, Konstantine önüne geldiğinde Abdülkâdir´in asıl gücü ile karşılaştı. Abdülkâdir´in ne zaman ve ne şekilde vuracağı belli olmuyordu. Ordusu son derece disiplinli idi. En küçük bir bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor ve insanüstü bir gayretle çarpışıyordu. Bu durum Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde geri çekilmesine yol açtı. Bugeaud Fransa hükümetine gönder diği raporlarda:

"Abdülkâdir hızlı, zekî ve ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği inanç sâyesinde kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir." diyordu.

Nitekim Bugeaud çok geçmeden Abdülkâdir´le Tafna Antlaşmasını yap maya mecbur kaldı (1837). Bu antlaşma ile Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında ülkenin tamâmında hâkimiyeti elde ediyordu.

Abdülkâdir-i Cezayirî bu sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması kurmaya çalıştı. Devlet merkezini Maasker´den Tag- dempt´e nak­letti. Kanun ve kaideleri düzelterek İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım mükellefiyetler karşılığında ver- giden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve her kesten zekat topladı. Fas yoluyla İn giltere´den sağladığı top ve tüfeklerle ordusunu teknik açıdan kuvvetlendirdi.

Bu arada Fransızlar antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyor lardı. 1837 Ekiminde Osmanlı tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey´i yenerek Konstantine şehrini zaptettiler. 1839´da ise Abdülkâdir´le Kabiliye bölgesinin nüfuz meselesi yüzünden görüşmek istediler. Red cevâbı üzerine harekete geçen Fransız birlikleri Cezâyir´i Konstantine´ye bağlayan Bîbân geçidini ele geçirdiler. Buna karşı Abdülkâdir de 19 Kasımda küçük fakat hareket kâbiliyeti yüksek birliklerini Fransızlar üzerine sevketti. Aynı zamanda "cihâd-ı mukaddes" ilân ederek dînini seven herkesi bayrağı altına çağırdı. Ku mandan ve yardımcılarına gönderdiği mektuplarla onların şevkini ve gayretini arttır maya çalıştı.

Abdülkâdir-i Cezâyirî böylece Fransızlara karşı ölüm kalım harbini başlat mış bulunuyordu. Bu harbin sonunda ya Cezayir´de İslâmı muzaf fer kılacak veya bu uğurda çok istediği şehadete kavuşacaktı.

Emir Abdülkâdir, Sumala adını verdiği merkezini seyyar bir vaziyete ge tirdi. Düşmanın vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor ve savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu. Bu hareketli tesisle rinde barut, mermi ve silah da imal edebiliyor ve mal zeme sıkıntısı çekmiyordu.

Ancak Abdülkâdir´in az fakat disiplinli ordusu karşısında üst üste mağlubi yetin ezikliği içerisindeki düşman çareyi; kadın, çocuk ve ihtiyar ları zalimce katletmek, ekili araziyi yakıp yıkmak ve hayvanları telef et mek gibi yollarda buldu. Böylece yüz bini aşan Fransız ordusu yirmi bin kişilik ve dağınık vazi yetteki mücahidleri açlık ve sefalete düşürerek mağlub etmek gibi bayağı yol lara başvuruyordu. Onların bu şekildeki davranışları ve sinsi faaliyetleri, Abdülkâdir´in ordusunda tefrika ve an laşmazlıkların doğmasına sebeb oldu. Bu nun üzerine Abdülkâdir Mera- keş´e çekildi. Akrabası olan Merakeş hâkimi Abdurrahmân ve Merakeş´in müslüman halkının yardımıyla Fransızlarla savaş maya de vam etti. An- cak bu defâ da Fas kralı Abdurrahmân´ın ihaneti ile karşı laştı. Fas kralı, Fransızların şartlarını kabul ederek cihad meydanından çekilir ken Abdül- kâdir´e yapılan yardımların da kesilmesini emretti. Bu durum mücâhidleri büyük bir sıkıntıya soktu. 1842 Kasımında Abdülkâdir´in harekât merkezi olan Sumala düşman eline geçti. Emir´in paha biçilmeyen şahsî kütüp hânesi içindeki belgelerle birlikte Fransızlar tarafından tahrib edildi. Bü- yük Sahra´ya çekilen Emir Abdülkâdir orada da tarafdârlarının telef ol- ması üzerine 1847 senesinde İskenderiyye veya Akka´da kalması şar- tıyla General Lamoriciere´ye teslim olmak zo runda kaldı. Teslim olurken ağzından çıkan tek kelime mücâdelesinin sonunu ne güzel özetlemek- tedir. "Kader."

Ancak Fransızlar bir kez daha sözlerine sadık kalmadılar. Emir Ab- dülkâdir, Cezayir vâlisi Duc d´Aumele tarafından Fransa´ya gönderildi. Emir ve yanında kiler önce Toulon´da, sonra da Loira Vadisindeki Anboi- se kalesinde beş yıl ha pis kaldılar.

Toulon´a geldiğinde Fransız kralı eğer başka bir ülkeye gitme arzu sundan vazgeçerse kendisine büyük bir armağan verileceğini bildirdiği zaman Emir Abdülkâdir:

"Kral namına bana bütün Fransa´nın zenginliğini teklif etseniz ve bu zen ginliği şu cüppemin üzerine yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hâtı rımdan ge çirmem. Ben burada sizin misâfirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak utanç ve şerefsizlik bana değil, size ulaşacaktır." dedi.

Napolyon, Fransa´da imparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir-i Cezâyirî´ye Osmanlı ülkesinde kalması için müsâade verdi. 1852´de İstanbul´a gelen Abdülkâdir-i Cezâyirî Sultan Abdülmecîd Han´la görüştü ve pâdişâhın fevkalâde izzet ve ikrâmını gördü. Daha sonra Bursa´ya geçerek kendisine tahsis edilen konakta oturdu. 1855´de Bursa´da büyük bir zelzele olması üzerine Şam´a geçti.

Abdülkâdir-i Cezâyirî, Şam´a gidince, zamânını ilmî çalışma, ibâdet ve ço­cuklarının terbiyesi ile geçirdi. Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngi liz ve Fran­sızlar, Osmanlı Devletini kuvvet zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla hâlletme yoluna gitmişlerdi. Osmanlı Dev leti içerisindeki çeşitli fırka ve milletleri birbirleriyle çarpıştırmaya başla mışlardı. Lübnan ve Suriye´de Dür zîleri İngilizler silâhlandırmış, Mârunî lere de Fransızlar arka çıkmışlardı. Her iki devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı tebeasını Osmanlı topraklarında birbi rine kırdırıp, kendi emelle rine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların bir sah nesi olarak 1860 se nesinde Dürzî âsileri, hıristiyan ahâliyi öldürmeye teşebbüs ettikleri vakit, Abdülkâdir, Cezâyirli muhâcirlerin yardımı ile Fransa konsolo sunu ve bin beş yüz kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti tara fından taltif edildi. Fransa hükümeti, bu hareketin mükâfâtı olarak Emir´e Le- gion d´honneur nişanının grandcruix´sını verdi. Abdülkâdir-i Cezâyirî 1862 senesinde hacca gidip iki sene Hicaz´da kaldıktan sonra İstanbul´a gelerek, Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişânıyla taltif edildi.
Daha sonra Şam´da ömrünü ilim ve ibâdetle geçiren Abdülkâdir Cezâyirî H.1300´de vefat etti. Nâşı Sâlihiyye´de Muhyiddîn Arabî türbe sine defnedildi. Devrin târihçileri "Gabe bedrün kâmilün= Mükemmel do lunay battı H. 1300 di yerek ölümüne târih düşürdüler.

Abdülkâdir Cezâyirî, her şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sâhibi, vakarlı bir zât idi. Bu hali, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsa tını bulan Avrupalıların da takdirini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve çok merhametli idi. Ancak, düşmanlarını yıldırmak için zarûrî gördüğü anlarda şiddetli çarpışmalardan hiç çekinmezdi.

Abdülkâdir Cezâyirî, ilim ve irfâna çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin bü­yüklerindendi. Dünyâ ve âhiretin kemâlâtını kendisinde toplamıştı. Kah raman bir mücâhitti. Şan ve şöhreti doğudan batıya her yere yayıldı. Za mânının âlim leri arasındaki ihtilâfları hâllederdi. Aynı zamanda kerâmet ehli idi. Çok kerâ metleri görüldü.

Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yaz dığı Mevâkıf adlı kitabının her bir bölümü mârifetlerle doludur. Kitabının seksen üçüncü bölümünde şöyle yazmaktadır:

Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: "Allahü tealâ bir kimseye bir nîmet verdi ğinde o nîmetin onun üzerinde görülmesini ister." Hülâsa budur ki, eğer nîmetin gö rülmesi yalnız fiil, iş ile olursa onu fiil ile göstermek ve eğer nîmetin görülmesi, söz ile olursa onu da söz ile göstermek, açıklamak la zımdır.

Haccederken yaşadığı hâdiseleri anlatırken şöyle demektedir:

Medîne-i münevvereye vardığımda Resûlullah´ın Ravda-i mutahhera- sına gittim. Resûlullah´a (sallallahü aleyhi ve sellem), hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer´e selâm verdikten sonra, Resûlullah´ın huzû runda edeble durdum ve; "Yâ Resûlallah! Köleniz kapınızda durmaktadır. Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana her şeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Yâ Resûlallah! Sizin himâ yeniz benim için kâfidir." de dim. O zaman Eşref-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Sen be- nim evlâdımsın ve yanımda makbûlsün." Bana evladım buyur maları, sulbî evladlığı mı, yoksa kalbî evlâdlığı mı idi. Benim maksadım her iki- sinde idi. Allahü teâlâya hamd ve şükredip; "Yâ Rabbî! Bunu bana Pey- gamber efendimizin zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habî- bin; "Beni gören hakîkî görür. Zîrâ şeytan benim şeklimde kendini hiç kim seye gösteremez." buyurmaktadır, diye duâ ettim. Sonra da Kade- meyn-i şerîfeyne, mübârek iki ayağı tarafına geçtim ve şark taraf taki bir duvara yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O hâlde iken kendim den geçtim. Her şeyden habersiz kaldım. Mescid-i Nebevî´de kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur´ân-ı ke rîm okur, kimi duâ ederdi. Hiç bir şey duymadım ve her şeyden habersiz oldum, o esnâda; "Bu seyyidimizdir." sesini işittim. Gaybet hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah efendimiz beni ayak tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sâkin idiler. Müba rek sakalının aklığı fazla idi. Yanakları kırmızı idi. Lakin mü bârek şemâili vasfedenlerin yazdıklarından çok daha kırmızı idi. Bana yaklaş tıkları va kit kendime geldim. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar ettim.

Abdülkâdir-i Cezâyirî hazretlerinin yaşayışında İslâm ahlâkını bütü nüyle müşâhede edip, görmek mümkündü. Onu gören kendisine hayran kalırdı. Gerek Fransızlarla sulh olduğu zamanlarda ve gerekse tutsaklığı devresinde Abdülkâdir Cezâyirî´yi gören generaller; kendisiyle dost ol maya çalışırlar ve ona İslâmiyetle ilgili, sualler sorarlardı. Abdülkâdir Ce- zayirî´nin Fransız gene rali Dumas´a İslâmiyetin kadına verdiği değer hakkındaki cevabı şu şekildedir:

...Bu meselenin gerçek yüzü ve hakîkati sizin işittiğinizin tam aksine dir. Müslümanların nezdinde kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri haiz dirler. Me sela onlar zevcelerini pek severler ve onlara karşı çok merha metlidirler. Muhab betin, sevgi duymanın zarûrî gereği ise hürmet etmek tir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyur dular ki: "Zevcelerine ancak kerîm olanlar ikrâm ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihânet edip kötülük yaparlar." Diğer bir hadîs-i şerîfte de Eshâb-ı kirâmına hitâ ben buyurdular ki: "Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır. Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim." Resûlullah efen dimiz, mübârek zevcelerini kendi mübârek elleri ile deveye bin dirirlerdi. İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezaket ve edebleri sa yıla mayacak kadar çoktur. Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşâvere ederler. Birçok işleri zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinde reisdirler. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu, erkeklerin işidir. Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.

Abdülkadir Cezâyirî hazretleri, komutanlarından Muhammed Hasnâ- vî´ye yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:

"...Şecâat, kahramanlık ve cömertlik sıfatlarıyla mevsûf (vasıflandı rılmış) ve Hak teâlâya tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Mu- hammed Hasnâvî! Allahü tealâ sizin ve bizim halimizi yüceltsin. Dünya ve âhiretteki emellerimize kavuştursun! Kıymetli, sabırlı mücâhid karde- şim! Allahü tealâ anlayışını arttır sın! Hayırlar ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar üzerinde muhâfaza eylesin. Muhak kak ki cihâd, peygamberlerin (aley- himüsselâm) şiârı, müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya hamdederim.

Gayret ve çalışmalarına sevaplar ihsân buyurup, bu yolda sana yar dım eyle sin! Allahü teâlâ Kur´ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitâben cihâdın fazîle tini, kendi yolunda şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifade buyurmuş tur. Bunlar üzerinde iyice düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah yolunda şehîd ol manın ne demek olduğu iyi anlaşı lır. Cihâdın ve şehîd olmanın fazîleti ve yüksek derecesi Tevrat ve İncil´de de bildirilmiştir. Karşılığında Allahü teâlâ Cennet´i vâd buyurmuştur. Şerefini bu radan anlamalıdır. Kendi yo lunda cihâd edenlerin, cihâda katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ec- re kavuşacaklarını da müjdelemiştir.

Kıymetli kardeşim! Sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyânın hayrını dilemedikçe ona cihâd nasîb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nîmetin kadrini iyi bilmelisin. Daimâ sizin işlerinizi ve hâllerinizi tâkib et mekteyiz ve sizinle görü şüp kucaklaşmayı çok arzu ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı, bereketli bir za man- da bizi buluşturup görüştürsün. Amin..."

Muhammed bin Hasan Bay´a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selâm dan sonra şöyle demektedir:

"...Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tâzelemek düşünce siyle vekî limizi gönderiyoruz. Muhakkak ki, müminler tek bir beden gibi dir. Biri incinirse hepsi incinmiş olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîkî mümin, din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır. Dâimâ birbirle rini destekler ve kuvvetlendi rirler. Yardımlaşma ise, ancak Allahü teâlâ- nın râzı olduğu şeylerde ve takvâ hu sûsunda olmalıdır. Bu, Allahü teâ- lânın size emridir..."

Millî Mücâdelenin ilk bayraktârı Ahmed Hulûsi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Denizli Müftülüğünde iken Türkiye´nin paylaşılmasını ihtivâ eden Mondros Mütârekesi imzâlanmıştı. Şubat 1919´da Paris´te bir araya gelen Îtilâf devletleri temsilcileri Balıkesir, Aydın ve İzmir´i Yuna nistan´a vermeyi karar laştırdılar. Bu gelişmeler üzerine Nûreddîn Paşa, bölge ileri gelenleri ve din adamları liderliğinde, İzmir Müdâfaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyeti adı al tında bir teşkilât kurdu. Bir kongre toplan masını kararlaştıran cemiyet, Balıke sir, Aydın ve Denizli livâlarından de lege gönderilmesini istedi. Denizli´den gön derilen delegeler arasında Ahmed Hulûsi Efendi de bulunuyordu. Kongreye İz mir vâli ve kolordu komutanı Nûreddîn Paşa başkanlık etmiş ve ilhak tahakkuk ettiği tak dirde mukâ- vemet edebilmek için teşkilât kurulması kararlaştırılmıştı. Paşa, İzmir´in Yunanistan´a verilmesi hâlinde silâhlı bir müdâfaaya kalkı şılaca ğını söy- lediği sırada Ahmed Hulûsi Efendi büyük bir uzak görüşlü lükle kendi sine şöyle demişti:

"Paşa! İstanbul işgâl altındadır. İşgâl kuvvetleri İstanbul hükûmeti üzerinde tazyiklerde bulunarak sizi terfian veya memuriyetinizi nakil sû retiyle İzmir´den uzaklaştırırlar. Çünkü buradaki hıristiyan unsurlar işgâl kuvvetleriyle temas hâ­lindedirler. Sizin burada fiilî mukâvemet için girişe ceğiniz her hareketi onlara bildirirler. Onlar da hükûmete tesir ederek, bu teşebbüsü netîcesiz bırakırlar. Bakınız Rum papazlarından metropolit Hrisostomos daha şimdiden bu şehrin fahrî vâlisi gibi hareket etmeye başlamış ve Yunan işgâlinin hazırlıklarına gi rişmiş bulunmaktadır."

Ahmed Hulûsi Efendinin söyledikleri çok geçmeden gerçekleşti. Nû- reddîn Paşa azledilerek yerine vâliliğe Kambur İzzet, kumandanlığa da emekli paşalar dan Nâdir Paşa tâyin edildi.

Ahmed Hulûsi Efendi ise, İzmir Redd-i İlhak Kongresinden döndükten sonra memleketin elîm bir âkıbete sürüklenmekte olduğunu görerek der hâl yo ğun bir teşkilâtlanma çalışmasına girişti. Onun bu faâliyetlerini De nizli mutasar rıfı Fâik Bey (Öztırak) şöyle anlatmaktadır:

Ahmed Hulûsi Efendi, benimle çok uzun ve mahrem görüşmelerde bulundu. Denizli sancağının kazaları olan Acıpayam, Buldan, Sarayköy, Tavas ve Çal´da bilhassa müftüler ve müderrislerle eşrâfın rehberlik ettiği heyetlerin teşkîlini te min ettiğini söyleyip, artık mukadder olan Yunan iş gâli önünde neler yapılması îcâb ettiğinin şimdiden düşünülüp lüzumlu tedbirlerin alınmasını teklif ve tav siye etti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, müftü efendinin sözlerinde hiç bir imkâ nın gerçekleşmesi şartı yoktu. Ya pılması gereken vatanın istiklâli ve haysiyeti îcâbıydı. İlmi, irfânı, ahlâkı ile muhitin hürmet duyduğu muhterem şahsiyeti, sancağın her tarafında sevilen ve sayılan adamdı. Ahmed Hulûsi Efendi çok zor şartlar altında vazîfeye çağırdığı kimseleri meziyet ve husûsiyetleriyle çok iyi takdir ederek tâyin ve tespit etmişti. O müstesnâ günlerin bendeki en derin inti baı şudur: Çok güç şartlar altında girişilecek hizmetlere lâyık mânevî rehberler bulur ve onların telkinleri kalp ve vicdanlarda ümit izleri mey dana getirebilirse elde edilemeyecek güzel netîceler, ufukların ardında demektir. Ben Ahmed Hu lûsî Efendinin mübeccel ve muhterem varlı ğında bu ebedî hakîkatın en muhte şem misâlini görmüşümdür."
Bu arada beklenen fecî âkıbet gerçekleşti. İzmir 15 Mayıs 1919 Per şembe sabahı Yunanlılar tarafından işgâl edildi. Acı haber Denizli´ye ulaştığı zaman ir kilmeyen, ümitsizlikle yıkılmayan tek insan Ahmed Hu lûsi Efendiydi. Çünkü o, mukadder sonucu biliyor, din, vatan ve nâmus için neler yapılması gerektiğini düşünmüş bulunuyordu. İzmir´in işgâli üzerine ilk iş olarak Denizli´de bir pro testo mitingi tertipledi. Müftülük dâi resinin yakınındaki bir câmide bulunan Sancak-ı şerîfi asılı bulunduğu yerden tekbirler ve salât ü selâmlar ile indirdi. Etrafında şehrin ileri gelen şeyh ve imâmları olduğu hâlde câminin etrâfında bekleşen kalabalığın önüne geçti. Kalabalık Belediye Meydanına doğru yürü meye başladı. Tekbir seslerini işiten halk, işini gücünü bırakarak Belediye Mey danına koşuyordu. Müftü Hulûsi Efendi meydanı doldurmuş bulunan Denizlili lere hitâben ağlamaklı bir sesle şöyle konuştu:

"Hemşehrilerim!.. Karşımıza çıkarılan düşman daha dünkü uşakları mızdır. Biz onlara mağlûb da olmadık. Bu düşman her kim olursa olsun Türk´ün ve Müslümanlığın son müstakil yurdu olan topraklarımızı da eli mizden almak isti yor. Bizler şimdiye kadar esir yaşamadık ve yaşayama yız. Silâhımız yoksa sa pan taşıyla düşmana karşı çıkmak ve onu tepe lemek her Türk ve Müslümana farz-ı ayndır. Fetvâ veriyorum. Silâh azlığı veya çokluğu mühim değildir. Bir çok ülkelere hükmetmiş Fâtihlerin to runlarıyız."

Sözü sık sık tekbirlerle kesilen ve son derece heyecanlı geçen mi ting, De nizli halkının düşmana mukâvemet için hazır bulunduğunu ve şehrin muhterem müftüsü Ahmed Hulûsi Efendinin emir ve direktiflerine uyacaklarını göster mişti. Fakat Ahmed Hulûsi Efendi yalnız Denizli için değil, bütün civar, vilâyet ve kazâları da içine alan bir millî mukâvemet hareketi meydana getirmek isti yordu. Bu sûretle Aydın ve Nazilli´ye emin adamlarından birkaçını göndererek onlarla temasa geçti. Müftü Efendinin faâliyetlerini yakından tâkib eden Denizli Rumları ise; "Onun sarığını ba şına dolayacağız." diye haber göndermekteydiler. Ancak kahraman De­nizli müftüsü bu tehditlerden korkacak ve din ve nâmus müdâfaasından geri duracak bir kimse değildi. Bizzât kendisi Dinar´a ve Afyonkarahisar´- a gitti. Bu bölgelerdeki diğer müftü, vâiz ve müderrislerle te masa geçerek silahlı çeteler teşkil edip, ilerleyen Yunan kıtaları karşı sında bir mukâ- vemet cephesi meydana getirmek husûsunda onları ha rekete geçirdi. Bu bölgede efeler, yedek subaylar, mütekaid (emekli) su baylar ve halktan herkes mahallî müftülerin idâre ettiği teşkilâta kaydolu narak kısa zaman- da harbe hazır vaziyete getirildiler.

Hazırlıklarını tamamlayan Hulûsi Efendi, Yunanlıların Nazilli´ye gir meleri üzerine emrindeki kuvvetle derhal harekete geçti. Nazilli´de bulu nan Yunan ku mandanı üç-beş bin kişilik bir kuvvetin üzerine geldiğini haber alınca derhal mevziini terkederek Aydın istikâmetine çekildi. Müftü Hulûsi Efendi kumanda sındaki milis kuvvetleri Nazilli´yi kolaylıkla ele ge çirdiler. Fakat burada durma yarak Aydın´a doğru gerilemiş bulunan Yu nan kuvvetlerinin takibine başladılar. Nazilli´de ve yol boyunca uğranılan her köyde toplanan halka, heyecanlı nutuk lar îrâd eden Müftü Efendinin emrindeki kalabalık gittikçe artıyordu. Bu nûr yüzlü din adamına karşı herkes büyük hürmet, îtimâd ve muhabbet besliyordu.

Ahmed Hulûsi Efendi bu gayret, şevk ve inançla Aydın´ı Yunanlılar dan geri almaya muvaffak oldu. Bundan sonra artan kuvvetlerin idâresi işini kumandan lık vasıfları iyi bilinen Demirci Mehmed Efeye bıraktı. An cak bu sırada toparla nan Yunanlılar büyük kuvvetlerle gelerek Aydın´ı tekrar işgâl ile büyük katli amlarda bulundular.

Bundan sonra bölgede tam bir ölüm kalım mücâdelesi başladı. Ah- med Hu lûsi Efendi bizzât bir nefer gibi çarpışmalara katıldı. Verdiği vâz- larla da topla dığı gönüllülerle milis kuvvetlerini devamlı destekledi. Böyle- ce Denizli bölge sinde Yunan ilerleyişine set çekti. Bu müdâfaa hattı ol- masaydı. Ankara´nın, dü zenli askerî birliklerin kurulmasını sağlayama dan Yunan birliklerinin eline geçmesi işten bile değildi.

Ahmed Hulûsi Efendi Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra ge lişen si yâsî olaylara karışmamış ve geri kalan ömrünü Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle geçirmiş, gençlere dîn-i İslâmı öğretmeye çalışmıştır.

Millî mücâdele mücâhidlerinden Ahmed İzzet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; 14 Mayıs 1919´da İzmir´in işgâli ile memleketin acılar içine düştüğü yıllarda Çal´da müftü ola rak vazîfe yapmaktaydı. Halkın ne yapacağını şaşırdığı o karanlık gün lerde pekçok defâ Çarşı Câmii şerîfinde, hükûmet önündeki meydanda dînî nutuklar söyledi. Halkı mukâvemete teşvik etti. Kendisine gelenleri ümitsizliğe kapılmadan teşkilât lanmaya sevketti.

Kaymakam Fazlı Güleç ise; "Müftü Efendi, şer´an üzerine düşen va zîfeyi yapmıştır. Bu bâbta benim de hakk-ı kelâmım vardır. Beni dinler seniz orduları mız dağılmış, silâhı elinden alınmıştır. Askerlerimiz cephe leri bırakmıştır. Bu sebeple Müftü Efendinin söylediklerini yapmak, düş manı gazaplandırmaktan, neticede ise onların ayakları altında perişân olmaktan başka bir işe yaramaya caktır." diye ona karşı çıkıyordu.

Bunlara karşılık Ahmed İzzet Efendi kendi ifâdesiyle sözlerini şöyle nak­letmektedir: Gözlerimiz görerek, bedenimizde can varken, kendimizi ve mukad­desatımızı düşmanın yed-i habîsine, kirli eline terk ve vatana ayak basmalarına tahammül edemeyeceğimizi, behemehal müdâfaa ter tibâtı almamız lâzım geldi­ğini, silâhsız ve vâsıtasız da olsa düşmana kar- şı koymaklığımızı, evvela bizleri sonra evlâd-ü iyalimizi şehîd etme den memleketimize düşman giremeyeceğini, hattâ hepimizi şehîd etseler bile, Allahü teâlânın izni olmadan düşmanın bu top­raklara ayak basma sının mümkün olamayacağını söyledim.

Ancak fikir birliği tam hâsıl olmadığı için bu hareket bir müddet için netîce siz kaldı. Ahmed İzzet Efendi kendi köyü olan Süller´e gitti. Bu sı radaki hâlini ise şöyle anlatmaktadır: Bir müddet köyümde kaldım. Bu rada kendi kendimi he sâba çektim. Kalbim bana; "Bu bapta sen haklısın, ısrar et, cenâb-ı Hakk´ın vâdi yerini bulacaktır." diyordu.

Ahmed İzzet Efendi bundan sonra fiilen düşmana karşı koyma hare ketine katıldı. Önce Ali Kurt köyüne gitti. Burada 25-30 kişilik bir çeteye sâhib olan Dede Efe´yi düşman üzerine harekete geçmeye iknâ etti. Bu radan Denizli´ye geldi. Müftü Ahmed Hulûsi Efendiyi görerek kendisine fikirlerini anlattı. Ahmed Hulûsi Efendi çok memnun olarak kendisini tebrik etti. Sonra mutasarrıf Fâik Öztırak´la görüştü. Faik Beyin; "Çâresiz vaziyetteyiz. Böyle bir durumda bir kaymakam, bir mutasarrıf ve bir vâli ne yapabilir?" sözleri üzerine fevkalâde celallenen Ahmed İzzet Efendi; "Fâik Bey! Kaymakamlık, mutasarrıflık ve vâ lilik, milletle kâimdir. Millet cayır cayır yanmaya başladı. Biz buna seyirci ka lamayız. Ne yapacaksa nız yapınız. Ben kudretim nisbetinde bu uğurda bir vazîfe almaya gel dim." cevâbını verdi.

Ahmed İzzet Efendi bundan sonra düzenli birlikler kuruluncaya kadar teşkil ettiği milis kuvvetleriyle bizzat savaşlara katıldı. Ahmed Hulûsi Efendi ve De mirci Mehmed Efe ile birlikte hareket etti. Yunanlılara ağır kayıplar verdirdi. Elinde tüfek olduğu hâlde birliklerinin en önünde çar pışmalara iştirak etti. Na maz vakitlerinde emrindekilere namazı kıldırıyor sonra yine en önde ileri atılı yordu. Bu hâli ile bölge halkının gönlünde taht kurdu. Yediden yetmişe herkesin sevgisini, saygısını kazandı.

Bu savaş esnâsında Ahmed İzzet Efendinin köyü de yağma ve tahrib edi lenler arasındaydı. Köyü basan işgâl birlikleri Ahmed İzzet Efendiyi aramışlar, bulamayınca evleri ve değirmenlerini ateşe vermişlerdi. İşgâlin kalkmasından sonra mahallî hükümet Ahmed İzzet Efendinin zararını on bin altın olarak tespit etti. Bu vakâyı haber aldığı zaman Ahmed İzzet Efendi şöyle demiştir: "Bu ka dar serveti ve hattâ cânı fedâ etmeden dâ vâyı tahakkuk ettirmek ve Allahü teâlâya tam kulluk etmiş olmak müm kün değildir. Önemli olan vatan ve mille timizin, nâmus ve mukaddesâtı mızın kurtulmuş olmasıdır."

Ahmed İzzet Efendi, Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra öm rünü büyük bir tevâzu ve ferâgat hissi içinde yaşayarak geçirdi. Muhitinin ve çevresi nin fakir insanlarına karşı bütün varlığını sarfederek hizmete koştu. Yardımla rıyla birçok kâbiliyetli gencin, okuyup yetişmesini sağladı. 1952 yılında ebedî âleme göçtü.

Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) baba tarafından as ker, anne tarafın dan ise ilim ile meşgûl olan bir âileye mensuptu. Küçük yaştan îtibâren âilesinin nezâretinde iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Daha sonra baba mesleği olan asker lik yolunu seçti. Altı-bölük sipahisi olarak Sultan İkinci Bâyezîd Hanın seferle rine katıldı.

Ancak bu sırada karşılaştığı bir hâdise onun hayâtını, geleceğe yö nelik plânlarını tamamen değiştirerek baba mesleği olan askerliği bırak masına ve il miye sınıfına geçmesine sebeb oldu. Kendisi bu olayı şöyle nakletmektedir:

Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Pa şanın oğlu İbrâhim Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise, vezîrin ve bu kumandanın huzû runda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâ sında, eski elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni ol madı. Buna hayret ettim. Arkadaşla rımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim oldu ğunu sordum. "Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zattır. İsmi Molla Lütfi´dir." dedi. "Ne kadar maaş alır." dedim. "Otuz dirhem." dedi. "Ma kâmı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur?" de dim. "Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar." dedi. Düşün düm, "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret eder sem, şu âlim gibi olu rum." dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim.

Nitekim İbn-i Kemâl ordu ile Edirne´ye dönünce bu düşüncesini tatbik mevkıine koydu. Askerlikten ayrılarak ilim tahsîline başladı. Bu sırada Molla Lütfi, Edirne´deki Dârü´l-hadîs´e tâyin edilmişti. İbn-i Kemâl bir müddet onun derslerine devâm etti. Kendisinden Şerhu´l-Metali´ ve haşi yelerini okudu. Arka daşları arasında zekâsı, kavrayış kabiliyeti ve yete neği ile temâyüz etti. Kısa sü rede ilimde yüksek makamlara kavuştu. Daha sonra Kestelli Muslihiddîn Mus tafa Efendi, Hatîbzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muârifzâde Sinânüddîn Yûsuf Efendilerden usûl ve tefsîr dersleri alarak tahsîlini tamamladı.

İlim adamlarına fevkalâde hürmet gösteren ve onları teşvik eden İkinci Bâyezîd Han, İbn-i Kemâl´in bilgi ve istidâd yönünden sâhib olduğu değerleri duyunca kendisini Edirne´de Taşlık Medresesine tâyin etti. Ay rıca İdris-i Bitli sî´nin Farsça yazdığı Heşt Behişt adlı Osmanlı târihine benzer Türkçe bir Os manlı Târihi yazmasını istedi ve bu iş için kendisine otuz bin akçe ihsân eyledi.

İbn-i Kemâl 1511 yılında günlük kırk akçe ile Üsküp´teki İshak Paşa Medre sesine nakl edildi. Bir yıl kadar sonra Edirne´deki Halebiye Medre sesine tâyin edildi.

Sultan Selîm Hanın vefâtı, devrin yıkılmaz ve eşsiz ilim adamı İbn-i Kemâl hazretlerini çok üzdü.

Yavuz Sultan Selîm´in vefâtından sonra İbn-i Kemâl hazretleri bir müddet daha medresede talebe yetiştirmeye devâm etti. 1526´da Şeyhü lislâm Zenbilli Ali Efendinin vefâtı üzerine Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından bu göreve getirildi. Şeyhülislâmlık makâmına gelince işleri daha çok ağırlaştı. İlmi ile o kadar büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamâ nındaki birçok âlim bâzı meselelerde ona başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri tashîh ve kont rol maksadıyla ona gönde rirlerdi. On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültü rünün en büyük mü messili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükem mel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olan Kemâlpaşazâde, iki dünyâ fayda larını bilen ve bildiren, pek nâdir simâlardan biriydi. Cinnîlere de fetvâ ve rirdi. Bunun için "Müfti-yüs-sekaleyn" (İnsan ve cinlerin müftüsü) adı ile meşhûr oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâirdi. Tasavvufta da ileri derece sâhibiydi. Büyük velîlerin te vec cühünü kazanmıştı. Şeyhülislâmlık makâmında bulunduğu sürede, dâhili ve hâ rici, din ve mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı ki taplarıyla mücadele etti. İbn-i Kemâl hazretleri Yavuz Sultan Selîm´i ol duğu gibi Kânûnî Sultan Sü leymân´ı da Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevî- lere karşı mücadeleye teşvik etti. Pâ dişâhın Şâh Tahmasb´a gön derdiği mektupları, bizzât kaleme alan o idi.

Senûsîlik hareketinin büyük mücâhid lideri olan, İslâm birlik ve kar deşliği nin en mükemmel örneğini veren velî Ahmed es-Senûsî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin soyu Peygamber efendimizin to runu hazret-i Hasan efen dimize kadar uzanmaktadır. Ceddi Seyyid Muham- med ibni Ali es-Senûsî, Ku zey Afrika´da İtalyan ve Fransız istilâ hareket- lerine karşı İslâm dünyâsının birlik ve berâberliğini temin maksa dıyla Senûsîlik tarîkatını kurdu. İlk defâ Derne ci vârında dağlık bir arâ zide Zâ- viye-i Beyzâ adını verdiği tekkesini tesîs etti. Mertliği, dînine bağ lılığı ile kısa zamanda muhitinde geniş ilgi topladı. Her taraf Senûsî tek­keleri ile doldu. Harekete dâhil olanlar öncelikle şahsî ahlâk ve inançları bakı- mından en mükemmel bir seviyeye getirilirdi. Sonra da aynı üs tün lüğü etraflarına yaymak üzere faâliyete geçirilirlerdi. Fakat Senûsîlik hare ketinin hedefi yalnız Kuzey Afrika değil, bütün İslâm dünyâsıydı. Müslü- man milletlerin sosyal, ekonomik ve kültürel seviyelerinde muaz zam bir inkılâp vü cuda getirerek İslâm dünyâsını uyandırıp kalkındırmak ve birleştirmek istiyor lardı.

Seyyid Muhammed 1895 yılında ölünce yerine oğlu Muhammed Mehdî es-Senûsî geçti. Hareket onun zamânında alabildiğine genişledi. Bütün sâha kontrol altına alındı. Kısa zamanda Güney ve Batı Afrika´da milyonla zencinin sistemli bir şekilde müslüman olmasını sağladılar. Ara bistan´a, Malezya´ya ve hattâ Hin distan´a tarîkatlarının mümessillerini göndererek İslâm dünyâsı çapında bir uya nış sağlamaya çalışıldı. Senû- sî tarîkatı âdetâ hakîkî bir devlet hâline geldi.

1902´de ise Muhammed el-Mehdî´nin ölümü üzerine yeğeni Ahmed eş-Şerîf es-Senûsî hazretleri daha büyük bir azimle dâvâyı eline aldı.

Ahmed eş-Şerîf, 1873´te Cağbûb´da doğdu. Babası Muhammed eş-Şerîf´tir. Küçük yaştan îtibâren mükemmel bir tahsîl ve terbiye gördü. Din ilimlerinde âlim oldu. Her türlü silâh kullanmakta mahâret sâhibi idi. Or duların sevk ve idâ resinde fevkalâde meziyet sâhibiydi.

Tarîkatin başına geçtikten sonra faâliyetleri hızlandırdı. Her tarafa yayılan ihvanlar (kardeşler) örnek ekonomik organizasyonlara girişerek, müşterek zirâî, sınâî ve ticârî teşebbüsler kurdular. Her yerde okullar açarak örnek bir ahlâkın yenilmez îmânlı fertlerini yetiştirdiler. Senûsîlik tarîkatı 1911´de İtalyanların Trablusgarb´ı ele geçirmek için giriştikleri bü yük askerî harekâta kadar tamâmen bir kültür hareketi olarak sulhçu metodlarla çalıştı. Ancak Trablusgarb´ın tehdîd altına girmesiyle derhâl burayı müdâfaa mevkıinde bulunan Türk kuvvetlerinin yanında yer aldı lar. Türk askerlerinin gerilemeye mecbûr olmasından sonra da memle­ketlerini dağlık mıntıkaya çekilerek azimle müdâfaa ettiler. Bu mücâde lelerde sayıca, düşman kuvvetlerinin çok altında bulunmalarına rağmen cihân târihinin en büyük kahramanlık örneklerini verdiler. Ahmed es-Se- nûsî, bu savaş sırasında ilk defâ, yayımladığı beyannâmeleri, el-Hükû- metü´s-Senûsiyeti´l-Celîle adı ile imzâlamaya başladı. Böylece Senûsiye hareketini ilk kez bir devlet olarak îlân etti.

Birinci Dünyâ Savaşında İtalya müttefikleriyle harbe girince Senûsîler mec burî olarak onun karşısında yer aldılar. 1915´te Mısır´ı işgâl eden İn gilizlere karşı giriştikleri harplerde büyük kayıplar verdiler. Ahmed es-Senûsî, Birinci Dünyâ Savaşının sonlarında Sultan Mehmed Reşâd´ın isteği üzerine İstanbul´a geldi. O, son derece bağlı bulunduğu Osman-oğullarına ve Türk milletine, İslâm dünyâsı üzerindeki nüfûz ve îtibâ- rından istifâde ederek faydalı olmak istiyordu. Fakat bir müddet sonra Mondros mütârekesinin imzâlanmasıyla son müstakil İslâm devleti olan Türkiye´nin de Batı emperyalistlerinin taksimine mâruz kal dığını elem ve dehşetle gördü.

Birinci Dünyâ Savaşında İngilizler, İslâm dünyâsını parçalayıp yut mak için çok kesif bir câsusluk ve propaganda faâliyetlerine girişmişlerdi. Bu çalışmalar sonucunda Hint müslümanlarının aşırı dostluk ve bağlılık larına mukâbil Arap dünyâsında bâzı çözülmeler başlamıştı. Birçok Arap liderlerine Osmanlı Devle tinin yıkılmasıyla kurulacak devletlerden taçlar vâdedilerek ayrılık telkin edil mekteydi. Sultan Reşâd Han sarsılan İslâm birliğini "hilâfeti hâiz olan Türkler" etrâfında yeniden tesis ve takviye için Şeyh Senûsî hazretlerini huzûruna kabûl etti. Ondan Müslüman Âlemini dolaşarak Hilâfet etrafında bozulan birliği yeni den kurmasını ricâ etti. Gerçekten de o devirde müslümanların en fazla sözünü dinleyecekleri şahsiyet gâyet haklı bir şöhrete mâlik olan Şeyh Senûsî hazretleri idi. Şeyh hazretleri derhâl muvâfakat ederek Sultana, Türk milletine hizmete ha zır bulunduğunu bildirdi. Ancak tam İslâm Dünyâsını dolaşmaya çıka cağı sırada kendisini dâvet eden Sultan Reşâd Han vefât etti. Sultan Vahideddîn´in cülûs merâsiminde bulunmak üzere seyâhat ertelendi.

Osmanlı pâdişâhlarının saltanata çıkışlarında cülûs merâsimi denilen bir me râsim yapılırdı. Bu merâsimde devrin en kıymetli İslâm âlimi tara fından Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesinde yeni pâdişâha umûmi yetle hazret-i Ömer´in kılıcı kuşatılırdı. Sultan Vahideddîn´in cülûs merâ siminde ona bu kılıç Şeyh Ahmed es-Senûsî tarafından kuşatıldı. Şeyh hazretleri pâdişâha kılıcı takarken şöyle duâ etti: "Cenâb-ı Hak´tan zât-ı şâhânelerine ömrü tavil (uzun ömür), ecr-i cemîl (sevap) niyâz ederim, efendimiz."

Ancak bu sırada netîceleri îtibâriyle bir felâket olan Mondros mütâre kesi imzâlanınca, Pâdişâh, Senûsî hazretlerine maiyetiyle birlikte Bur sa´da oturma sını irâde etti. Şeyh Ahmed Senûsî hazretleri daha sonra yine Vahideddîn Hanın isteği üzerine Türk Kurtuluş Savaşında çalışmak üzere Anadolu´ya geçti. Ana dolu´yu, daha ziyâde doğu ve güney vilâyet lerimizi bir bir dolaşarak halkı Anka ra´ya bağlamaya çalıştı. Her gittiği yerde beyazlara sarınmış olarak mahallî kıyâ fetiyle kürsüye veya min bere çıkıyor, vâz ve irşâdlarıyla ordumuza gönüllüler kazandırıyordu. Onun her sözü bir nasîhattı. Elinde kılıcı, at üstündeki hali, heybeti, Ana dolu Türk insanının üzerinde efsânevî tesirler meydana getiriyordu. Onun Kurtuluş Savaşındaki vâz ve nasîhatları, halkı birliğe dâvet edişi yalnız Anadolu´da değil, bütün İslâm dünyâsında derin akisler uyandırdı. Bu maksatla rastladığı gazetecilere Türk milletinin mücâdelesinin meşrûlu ğunu ve bütün müslümanların kendilerini desteklemelerinin dînen vâcib olduğunu ifâde eden kat´î beyânatlar vermekteydi.

Şeyh Ahmed Senûsî hazretleri, Kurtuluş Savaşının sonlarına doğru, bu ha reketin kurmayları arasında hilâfete ve halîfeye karşı başgösteren soğukluk üze rine Anadolu´da daha fazla durmayı uygun bulmadı. Büyük bir üzüntü içerisinde Ankara´dan ayrılarak Arap memleketlerine gitmek üzere yola koyuldu. Giderken söylediği şu sözler onun siyâsî bir dâhi ol duğunu göstermektedir:

"Bugün İslâm milletleri arasında en kuvvetli ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idâre yönünden en ümit vericisi Türk Milleti´dir. Binâenaleyh, bütün İslâmî ha rekât ve dayanışmanın kuvvet merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk Mil letini bu yakın alâka ve yardıma, dayanışmaya ve bu çok mühim vazîfeye ehil kılan birçok târihî ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilâfeti temsil etmiş olması, bütün İslâm âleminin kalbgâhı olan Hare meyn ve civârının hâdim ve hâmisi ol mak şerefine sâhip bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz bulundurması, asırlar boyunca İslâm´ın alemdârlığını yapması ve onu, İlâhî bir lütufla her türlü tehlike ve saldırıdan koruması ve nihâyet hâli hazırdaki tutumun hâlâ ümid verici olması gibi sebepler, bu büyük milleti bugün de İslâmî hareket ve dayanışmanın ve İslâm âlemi için, düşünüp çırpındığımız topyekün bir kurtuluşun yegâne kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk etmektedir.

Türkiye´nin ve İslâm Âleminin kurtuluşu Allahü teâlânın izniyle, ancak Müslüman Türk Milleti sâyesinde mümkün olabilir ve böyle olacaktır."

Şeyh Ahmed es-Sünûsî hazretleri Türkiye´den ayrıldıktan sonra Şam´a gitti. Yaygın şöhreti ve ziyâretçilerinin çokluğu yüzünden kendi sinden korkan Fran sızlar, onu Şam´ı terke zorladılar. Buradan Filistin´e geçti. Orada da İngilizler kendisinden çekinip, endişelendiler. Artan İngiliz baskısı yüzünden Mekke´ye geçti ise de vehhâbî inancında olan İbn-i Suûd´la anlaşamadı. Sonunda Yemen imamlığı ile Suûd krallığı arasında tampon bir devlet olan Asîr´e çekildi. Burada Senûsî şeyhlerinden İdris es-Senûsî´nin torunu olan başka bir İdris es-Senûsî hü­kümdârdı. Ancak Asîr´de lâyık olduğu hüsn-i kabûlü gören Ahmed es-Senûsî, H.1352´de vefâtına kadar burada kaldı.

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rah- metullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Hazret-i Osman zamânında Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Leys kabîlesinden biri elimden tu tarak;

"Sana bir müjde vereyim mi?" dedi. "Evet" dediğimde; "Hani hatırlar sın, Resûlullah efendimiz beni İslâma çağırmak için sizin kabîleye gön dermişti. Onlara İslâmı anlatıp, dâvette bulunuyordum. O zaman, sen; "En güzel, en iyi bir şeye, güzel huylara çağırıyorsun, kötü huylardan uzaklaştırıyorsun. Bunları hiç duymamıştım." demiştin ve müslüman ol muştun. Kabîlen arasında tutulan ilim, irfan sâhibi, zekî bir kimse oldu ğun için, tavsiyen üzerine kabîlenizin men supları da müslümanlığı kabûl etmişlerdi. Bütün bu durumları, Medîne´ye dö nünce Resûl aleyhisselâma anlattım. Resûlullah senin için; "Allah´ım! Ahnef´i bağışla!" buyurdu. Bu nun üzerine; "Benim yanımda, âhiretim için Resûlullah´ın bu mübârek duâsından daha ümit verici bir şey yoktur." dedim ve çok sevindim.

Ahnef bin Kays, halîfe hazret-i Ömer´i Medîne´de, Basra halkından bâzı kimselerle birlikte ziyâret etti. Halîfe herkesin halini hâtırını sordu. O sırada Ahnef bin Kays, bir köşede abasına sarınmış bir hâlde sessizce duruyordu. Haz ret-i Ömer;

"Senin bir ihtiyâcın yok mu?" diye sorduğunda, o şöyle cevap verdi:

"Ey Mü´minlerin Emîri! Evet var. Hayır ve bereketin anahtarı Allahü teâlâdır. Diğer şehirlerin halkından olan kardeşlerimiz sulak ve verimli yerlere yerleştiler. Biz ise çorak, rutûbetli, bir tarafı tuzlu deniz, bir tarafı çöle çevrili bir yere mekân tuttuk. Ne ekin, ne hayvanımız var. Yiyecekle rimizi ve faydala nacağımız şeyleri çok zor şartlar altında elde ediyoruz. Zayıf bir insan, tatlı su alabilmek için iki fersahlık yol gitmek zorunda. Eğer bizim en basit ihtiyaçları mızı karşılamaz ve fakirliğimizi gidermez sen, yok olup giden kavimler gibi ola cağız." Bunun üzerine hazret-i Ömer, Basra halkının çocuklarına Beyt-ül-mâl dan, maaş bağladı. Vâli Ebû Mûsâ el-Eş´arî´ye, Basra´ya kanalla su getirtmesi için mektup yazdı.
Hazret-i Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş´arî´ye yazdığı mektubunda; "Ahnef bin Kays´ı kendine yakın tut. İşlerinde ona da danış ve sözlerine kulak ver." buyur muştu.

İran imparatoru Yezdicürd, topraklarının büyük kısmı müslümanların eline geçince, Merv şehrine gidip yerleşmişti. Yezdicürd buradan İran şehirlerine mektup yazarak, halkı isyân ettirdi ve andlaşmayı bozdurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Ahnef bin Kays´a Horasan üzerine sefer düzenlemesi için emir verdi. Bir orduyla yola çıkan Ahnef bin Kays, İran şehirlerindeki isyânı bastırdı ve Horasan´a yürüdü. Önce Herât´ı fethedip Merv eş-Şehcân´a doğru ilerlerken, Nişâbur´a Mutarrif bin Abdullah ko mutasında, Serahs´a da Hars bin Hassân komutasında bir birlik gön­derdi. Ahnef bin Kays, Merv eş-Şehcân´a varınca, Yezdicürd, Merv er-Rûz´a kaçtı. Buradan, Türk sultânına ve Çin krallarına mektup yazıp yar dım istedi. İslâm ordusu Merv er-Rûz üzerine yürüyünce, Yezdicürd Belh´e gitti. Ahnef bin Kays, Merv er-Rûz´u ordu karargâhı yaptı. Kûfeli- lerden meydana gelen bir birliği Belh´e Yezdicürd´ün üzerine gön derdi. Yezdicürd´ün askerleri ile İslâm mücâhidleri arasında şiddetli bir muhâre- be oldu. Yezdicürd´ün ordusu yenilerek kaçtı. Arkadan yetişen Ahnef bin Kays, Kûfelilerden meydana gelen öncü birliğe yardım etti ve Allahü teâlânın izniyle Belh şehrini aldılar. İslâm mücâhidleri Belh´in he­men akabinde Nişâbur ve Toharistân´ı da aldılar.

Ahnef bin Kays, bu fetihleri anlatan bir mektubu hazret-i Ömer´e gönde rince; "Keşke oraya ordu göndermeseydim. Keşke bizimle oranın arasında ateşten bir deniz olsaydı." buyurdu. Bu sözleri duyan hazret-i Ali; "Neden, ey mü´minlerin emîri!" diye sormaktan kendini alamadı. Bu nun üzerine hazret-i Ömer; "Çünkü buranın halkı üç defâ yerlerinden da ğılacaklar, ayrılacaklar. Üçüncüsünde tamâmen imhâ edilecekler. Böyle bir musîbet meydana gelecek tir. Bu musîbet burayı fethettiğimizde, bu rada bulunacak müslümanlara gelece ğine, fethedilmeyip buranın müs- lüman olmayan halkının başına gelmesi daha iyidir, diye cevâb verdi.

Hazret-i Ömer daha sonra, Ahnef bin Kays´a, Ceyhun Nehrini geç memesini bildiren bir mektup gönderdi. Bu sırada Yezdicürd, Türk hâkâ nından aldığı yar­dımla geri döndü. (Türkler o asırda henüz müslüman ol- mamışlardı.) Ahnef bin Kays, Yezdicürd´ün aldığı yardım kuvvetiyle üze- rine geldiğini öğrenince, fikir­lerini öğrenmek için, kıyâfetini değiştire rek, gece askerleri arasında dolaşıp on ları dinledi. Mücâhidlerden birisi nin;

Eğer komutanımız bizi dağın eteklerine çekerse, nehir, düşmanla aramızda hendek vazifesi görür. Sırtımızı da dağa dayamış olduğumuz için düşman arka mızdan da saldıramaz. Biz de düşmanla bir cephede muhârebe yapardık. Uma rım Allahü teâlâ bize zafer ihsân eder dediğini duydu. Sabahleyin namazdan sonra; "Ey mücâhidler! Biz azız, düşman ise kalabalık. Bu sizi korkutmasın. Nice az bir topluluk, pekçok düşmana Allahü teâlânın izni ile gâlip gelmiştir. Allahü teâlâ sabredenlerle berâ berdir. Şimdi buradan ayrılın. Sırtınızı dağa ve rin. Dağ arkanızda, nehir ise bizimle düşman arasında kalsın. Düşmanla tek ta raftan muhârebe edelim." dedi.

Yirmi bin kadar olan İslâm ordusu bu emri yerine getirdi. Türk asker lerin den birisi meydana çıkıp er istedi. Derhal Ahnef bin Kays ortaya çıktı, onunla çarpıştı. Türk süvârisi öldü. Bunun üzerine arkasından sı rayla iki asker daha çıktı. Ahnef bin Kays bunları da öldürdü. Türkler, o zaman savaş âdeti olarak, üç süvâri çıkıp karşı taraftan üç kişiyle çarpı şıncaya kadar yerlerinden ayrıl mazlar, ordu hücûma geçmezdi. Üç süvâ rileri de öldürülünce, durumu hâkanla rına bildirdiler. O da bu durum hayra alâmet değil deyip, ordusunu geri çekti.

Türk hâkânını müslümanlarla karşı karşıya bırakan Yezdicürd, fır sattan isti fâde ile, müslümanların elinde bulunan Merv eş-Şehcân´a git mişti. Orada bulu nan Hârise bin Nu´mân komutasındaki küçük mücâhid birliği, kalabalık düşman askerinden korunmak ve vakit kazanmak için, kaleye kapandı. Merv eş-Şehcân yakınlarında bir mağarada sakladığı hazînesini çıkartan Yezdicürd, Türk hâkâ nının yanına dönerken, İranlı lardan bir kısmı;

"Ne yapmak istiyorsun?" diye sordular. O da; "Türk hâkânının yanına gidi yorum. Oradan da Çin ülkesine gitmeyi düşünüyorum" deyince, on lar;

"Bu çok kötü bir düşüncedir. Bizimle birlikte müslümanlarla sulh yap. Çünkü onlar dindâr, sözlerine sâdık ve bize yumuşak davranıyorlar. Mu hakkak ki, bizi memleketimizde böyle insanların idâre etmesi, dinsiz ve vefâsız kimse lerin memleketine gidip, onların idâresi altında yaşamaktan daha iyidir" dediler. Onların bu tekliflerini reddedince; "O zaman hazîne lerini bırak. Biz onların yö netiminde memleketimizde yaşıyalım." dediler.

Yezdicürd bunu da kabûl etmeyince, halk onu azledip, hazînelerine el koy dular. Yezdicürd de, Türk hâkânının yanına gitti ve Türk illerinde i- kâmet etti. İranlılar hazîneleri Ahnef bin Kays´a getirip teslim ettiler. O- nunla andlaşma yaptılar. Kendi ülkelerinde mallarına sâhib olarak müslü- manların idâresinde, kisrâlar döneminden daha rahat bir şekilde yaşadı- lar.

Ahnef bin Kays tarafından gönderilen fetih haberi ve ganîmetler haz ret-i Ömer´e ulaştığında, müminleri câmide toplayıp, gelen mektubu her kesin huzû runda okuttu. Sonra, şu hutbeyi îrâd etti:

"Allahü teâlâ Kur´ân-ı kerîmde Resûlünü hak din ile gönderdiğini, O´na tâbi olanların dünyâ ve âhiret hayırlarına kavuşacaklarını vâd etti ve meâlen şöyle buyurdu: "O Allahü teâlâ peygamberini, müşrikler iste mese de bütün dinlere gâlip kılmak için, hidâyetle (Kur´ân-ı kerîmle) ve hak dinle (İslâmiyet´le) gön­derdi."(Tevbe sûresi: 33). Bu vâdini yerine getiren ve İslâm ordusunu muzaffer kılan Allahü teâlâya hamdolsun. Şunu iyi bilin ki, mecûsî devleti yıkılmış, mahvolmuştur. Artık onlar müslümanlara zarar verebilecek bir karış toprağa bile sâhip değillerdir. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sizin nasıl hareket edeceğinizi görmek, sizi imtihân etmek için onların mallarını, mülklerini ve halkını sizin emrinize vermiştir. Allahü teâlâ vâdini yerine getirir. Sakın hâlinizi değiştirme yin. Yoksa Allahü teâ- lâ sizin yerinize başkalarını getirir. Şüphesiz ben bu üm met hakkında, arasında çıkacak fitneden korkarım."

Hazret-i Ömer´in şehâdetinden sonra, mecûsîler, Yezdicürd´ün kış kırtma sıyla yaptıkları andlaşmayı bozdular. Hazret-i Osman bunun üze rine, Horasan bölgesine İbn-i Âmir komutasında bir ordu gönderdi. İbn-i Âmir, bölgeyi tanı dığı için Ahnef bin Kays´ı öncü birliklerin komutanı yaptı. İslâm ordusu kısa zamanda isyânı bastırdı ve fethedilmeyen diğer yerleri de ele geçirdi.

Yezdicürd, Ahnef bin Kays hazretlerine mağlûb olup, hâkanla Türk ülkesine geri dönerken, Çin hükümdârına bir elçi gönderdi. Elçi, mektû bunu ve hediyele rini Çin hükümdârına sundu. Çin hükümdârı elçiye;

"Hükümdârların birbirlerine yardımda bulunması karşılıklı vazifeleri dir. Ancak sen bana, sizi memleketinizden çıkaran kimselerin ahvâlini anlat. Görü yorum ki, sen sayı bakımından onların az, sizin ise çok oldu ğunuzu söylüyor sun. Az olmalarına rağmen size gâlip gelmeleri, onlarda, sizde bulunmayan bir takım iyi hasletlerin bulunduğunu göstermektedir." deyince, elçi;

"Siz onlar hakkında soracağınız şeyleri sorun, ben de cevap vere yim." dedi. İmparator;

"Bu insanlar ahde vefâ gösteriyorlar mı?" diye sorunca, elçi;

"Evet" cevâbını verdi. "Sizinle savaşmadan önce, size ne teklif edi yorlar?" diye sorduğunda;

"Bizi şu üç şeyden birisine dâvet edip, istediğimizi kabûl etmekte ser best bı­rakıyorlar. Ya dinlerini kabûl etmek, ya cizye vermek veya savaşa râzı olmak." dedi. İmparator yine;

"Onların komutanlarına itâatleri nasıldır?" diye sorduğunda;

"Onlar komutanlarına son derece itâat ederler ve bağlılık gösterirler." diye cevap verdi. "Onlar neyi haram, neyi helâl kılıyorlar? Kendilerine helâl edileni haram, haram edileni de helâl kılıyorlar mı?" diye sordu. Elçi;

"Hayır" cevâbını verince, imparator;

"İşte bu insanlar, kendilerine haram kılınanı helâl, helâl kılınanı da haram kılmadıkça hiç bir şey onları mağlûb edemez." dedikten sonra, Yezdicürd´e şu mektubu yazdı:

"Şâyet elçinden bâzı bilgiler öğrenmemiş olsaydım, sana Merv´den Çin´e kadar uzanan bir ordu gönderirdim. Fakat elçinin anlattığı bu ka vim, bu halle riyle dağlar üzerine hücûm etseler, dağları devirirler. Onlar daki îmân gücünü kimse yenemez. Eğer benim üzerime gelseler, beni de yok ederler. Sana tavsi yem, onlarla sulh yapman ve ülkende kalman, ke sinlikle onları tahrik etmemen dir."

Akbıyık Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) İkinci Murâd Han ve Fâtih Sul tan Mehmed devrinde yaşayan büyük velîlerden olup, Asıl adı Ahmed Şemseddîn´dir. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin sohbetinde yetişti. Onun feyz ve bereketi ile kemâle erişti. Kalblere şifâ olan sözleri ile ileri dere- celere ka vuştu.

Akbıyık Sultan bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer ta raftan İkinci Murâd Han´ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı gi riştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli´deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.

Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tara fından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu pa rayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapama yacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti az za man içinde, hocasının soh betinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bay ram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mah zurlarından bahsederek Akbıyık Sultan´a;

"Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan iş lerle meşgul ol."

Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan;

"Hocam! Peygamber efendimiz; "Dünyâ, âhiretin tarlasıdır." buyuru yor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?"

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;

"Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur." buyurdu.

Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince se bebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi.

Akbıyık Sultan´ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayı lamaya cak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kap tırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fu karâ, kimses
Selçukluların çevreden tamâmiyle uzaklaştıklarını gören ve günlerce süren muhasaraya rağmen teslim olmadan kuşatmayı atlatmanın sevin cine kapılan şe hir halkı, birkaç gün sonra normal yaşantılarına başladı. Kapılar açıldı. Çarşı ve pazarda faâliyetler normal seyrine döndü.

Halk şehir içinde olduğu gibi, şehir dışında da bağ, bahçe ve yaylak işleriyle uğraşmağa başlamıştı. Bir gece şehre dönmeye başlayan sığır sürülerinin arasına bir öküz postuna bürünmüş bulunan Şeyh Ali de ka rıştı ve böylece kimseye belli etmeden şehre girmeye muvaffak oldu. Şehirde, akşam karanlığında kimseye görünmemeyi başararak bir yere gizlendi. Herkesin yorgunluktan derin uykuya daldığı bir saatte yavaşça gidip, şehri kuşatan duvarların kapısını açtı ve o gece yakınlara kadar gelerek bekleşen askerlere kararlaştırdıkları işâreti verdi. Şeyh Ali´nin her türlü tehlikeyi göze alarak açmayı başardığı kapıdan şehre akan as ker­ler, nöbetçileri de tesirsiz hâle getirdikten sonra şehre hâkim olmakta ge cik­mediler.

İşte şehrin ele geçirilmesi sırasında bu gâzi şeyhe, öküz postuna bü rünme sinden dolayı Ali Gav Sultan denildi. Gav, Farsçada öküz demek tir.

Ali Rızâ Acara (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kurtuluş savaşının mücâ- hid gâ­zilerindendir. Kars, Ardahan ve Batum 1878´de Rusların eline geçmişti. Bu yıl larda başlayan hürriyet ve istiklâl mücâdelesinde Ali Rızâ Acara da yerini aldı. Rus ve İngilizlere karşı Batum´da Türklük ve müslü- manlığı kurtarmak üzere gi rişilen zor, çetin ve amansız mücâdele 1918´- de Brest-Litovsk Antlaşması ile he define ulaştı. Bu antlaşma ile Ev liye-i Selase de denilen Kars, Ardahan ve Batum anavatana kavuştu.

Sultan Vahideddîn Han bu münâsebetle Elviye-i Selâseden bir heyeti İstan bul´a dâvet etti. Bunun üzerine Temur Paşa başkanlığında bir heyet İstanbul´a geldi. Bu sırada Ali Rızâ Acara İstanbul´da bulunuyor ve Mek- teb-i Kuzâtta oku yordu. Yıldız´da pâdişâhın verdiği yemeğe katıldı. Ali Rızâ Acara bizzat şâhid olduğu bu vakayı şöyle nakletmektedir:

"Yemekte Vahideddîn Han, Temur Paşa´ya ve diğer heyet âzâlarına pekçok iltifat gösterdi. Yemekten önce ise şu konuşmayı yaptı: Bir baba düşününüz ki, evlatlarını kaybetmiştir. Kırk yıl onların yokluklarının ıstıra bıyla yaşadıktan sonra birgün evine dönünce onları çıkıp gelmiş ve ye mek masası etrâfında top lanmış bir halde görse, nasıl heyecan ve sevinç duyar, tasavvur edebilir misiniz? İşte ben o sevinç ve heyecan içinde yim."

Temur Paşa, İstanbul´da bulunduğu müddetçe kendisine her türlü resmî iş lerde rehberlik eden Ali Rızâ Efendinin hizmetlerinden son de rece memnun ol duğu için Batum´a döndüğünde onu her tarafta medh ü senâ etmiş ve îtibârını yükseltmiştir.

Ali Rızâ Acara, Mekteb-i Kuzâttan mezûn olunca Batum´a geldi. Da- ha önce Temur Paşanın onun hakkında yaptığı medh ü senâsı sebe biyle muazzam bir ilti fât ve alâka gördü. Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmetinin ku- rucusu müteşebbisleri arasında yer aldı. 1915-17 yılları arasında düşma- na ve komitacılara karşı hare­keti bizzât idâre etti. Ta mamen mahallî "A- cara" elbisesi giydirilmiş bulunan milis askerleriyle karşılarındaki on sekiz komiteye karşı parlak zaferler kazandı. Yapılan savaşlarda sekiz bin esir ile pekçok silâh ve malzeme ele geçirdiler. Kâ zım Karabekir Paşa ile yaptığı yazışmalar sonunda esirleri serbest bı raktı. Mal zeme ve silâhları ise kendisine verilmek üzere Hopa´ya gön derdi.

Ancak bu sırada artan İngiliz baskı ve sıkıştırması üzerine Ali Rızâ Efendi Batum´dan çıkmaya mecbûr oldu. Esâsen bu sırada Birinci Büyük Millet Mecli sine Batum Mebusu olarak seçildiğinden Ankara´ya da çağı rılmaktaydı. Fakat Batum´daki mücâdele dolayısıyla Meclise dört ay geç iltihâk edebildi. Gelirken Trabzon´a uğrayarak Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Barutçuzâde Ahmed ve ulemâdan İbrâhim Cûdî Efendilerle görü şüp konuştu. Câmilerde halka vâzlar vererek, onları millî mücâdeleye ve birliğe teşvik etti.

Ali Rızâ Efendi, bundan sonra "Deli" nâmıyla bilinen Hâlid Paşanın kuv vetleri içinde gerek silahı ve gerekse hitâbeti ile emsalsiz ve unutul maz hizmet lerde bulundu. Yalova´dan Kars´a kadar "Tekâlif-i harbiye" için dolaşıp şehir şe hir, câmi câmi vâz ve konferanslarla halkın Kurtuluş Savaşına teşviki istikâme tinde azim ve sebatla çalıştı.

Cephede bulunduğu bir sırada İkdâm Gazetesi´nin muhâbiri ile yap tığı mü lâkat, onun cenâb-ı Hakk´ın lütfu ihsânıyla tahakkuk edecek za fere ümit ve inancını belirtmektedir. Muhâbir; "İleriyi nasıl görüyorsu nuz?"

"Çok iyi olacak."

"İngilizler İstanbul´dan giderler mi?"

"Mecburen."

"Pek güç, bak Mısır´dan gitmediler."

"Mısır´ın arkası Sudan, İstanbul´un arkası ise Anadolu´dur. Anadolu´ daki azim ve îmân, İngiliz´i İstanbul´dan kovacak bir kudrete sâhiptir."

"Bunu nasıl anlıyorsunuz?"

"Bu bir histir, böyle şeyler aklî hesaplara uymaz. Bu millet i´lâ-yı ke lîmetullah dâvâsına bin yıl fedâkarâne hizmet etmiş büyük ve emsalsiz zafer ler kazanmıştır. Biz de o şehid ve gâzilerin evlâdlarıyız. Cenâb-ı Hak bizi onların hizmetleri hürmetine yardımından mahrûm etmeyecektir. Benimle birlikte bütün Anadolu halkı, bu inancı taşımaktadır. İnanıyoruz, o hâlde zafer bizimdir."

Bu ümit ve cesâretle çarpışarak Kurtuluş Savaşının âbidevî şahsi yetleri ara sında yerini alan Ali Rızâ Acara Efendi, savaş sonunda vatanı Batum´un Ruslara terkedildiğini esef ve üzüntü ile gördü. Savaş mey danlarının bu namlı mücâhidi, Cumhuriyet´in îlânından sonra kendini ta mâmen tâat ve ibâdete verdi. 1969 yı­lında Ankara´da Rahmet-i Rah mâ- na kavuştu.

İznik´le Mekece arasındaki bir mevkide Hâlid Paşa kuvvetleri yeni bir sa vaşa girmenin hazırlığı içinde bulunuyor. Bütün efrâd hazır vaziyette durmakta dır. Yoklama yapıldıktan sonra heybetli, siyah sakallı, ilim ve fazîlet sembolü, sarığıyla kır bir atın üzerinde Ali Rızâ Acara Efendi mey- dana çıktı. Efrâdı bir baştan bir başa at üstünde dolaştıktan sonra orta yerde durdu. Gür sesi ile ruh lara rahatlık, heybet ve heyecan veren şu konuşmayı yaptı:

"Askerler! Kardeşlerim! Mübârek dînimizin ana şartlarından biri de hacdır. Hacılar hac maksadıyla mübârek Kâbeye gittikleri zaman orada "Hacerü´l-Esvede" yüzlerini, gözlerini sürmek sûretiyle onu öperler. Çün- kü Hacerü´l-Esved cenâb-ı Rabbülâlemin tarafından Cennet´ten gön derilmiş mübârek bir taştır. Siz de bugün öyle şerefli bir mücâdele ve hizmet üzerindesiniz ki, cenâb-ı Hakk´ın yardımıyla muvaffak olup, zafer müyesser olunca, bütün millet, ihtiyar analarımız, güngörmüş babaları mız, genç kızlar, çocuklar, hâsılı bütün arkada bıraktıklarımız Hacerü´l-Esvedi öpen hacıların heyecan ve iştiyakiyle sizi sarılıp öpecek ve bağ­rına basacaktır. Siz bu mücâdelede ölürseniz "şehîd", kalırsanız "gâzi" olmak sûretiyle Cennet-i âlâdan gönderilmiş bulunan Hacerü´l-Esved gibi bu mazlûm milletin mukaddesâtına dâhil olacaksınız. Cenâb-ı Hak, nurlu ve açık alınlarınız gibi bahtınızı da açık eylesin ve yarın rûz-ı mahşerde Peygamber aleyhisselâtü vesselâm efendimizin iltifât ve şefâatlerine mazhar kılacak zaferi lütfu ihsân buyursun. Sizleri, İslâm´ın bin yıllık va tanı olan bu topraklarda ezan seslerini devâm ettirecek bu savaşın gâli biyetiyle şereflendirsin."

Ali Rızâ Acara Efendinin böylece devâm eden heyecanlı vâzı so nunda er lerden yedi kişi aşırı heyecan sebebiyle bayıldı. Bundan sonra başlayan taar ruzda erler, kükremiş arslanlar gibi düşmana saldırdılar. Ali Rızâ Efendi de elinde silâhla askerin arasında idi. Cenâb-ı Hakk´ın yar dımı ile düşman püskür tüldü.

Nakşibendî büyüklerinden Alvarlı Muhammed Lütfi (rahmetullahi te- âlâ aleyh) Erzurum´un Hasankale ilçesine bağlı Kındığı köyünde doğdu. Babası Hâce Hüseyin Efendi, annesi, Seyyide Hadîce Hanımdır. 1890 yılında babasıyla Bitlis´e giderek Muhammed Küfrevî hazretlerine talebe oldu. Her gün iki saat hocasının sohbetinde bulunurdu.

Efe hazretleri anlatır: Bir gün sohbetten sonra hazret-i Pir dışarıya çıkmış lardı. Ben de kendimde olmaksızın kapıya yöneldim. Odadan dı şarı çıktığımda hazret-i Pir´i bir kolunda büyük oğlu Şeyh Abdülhâdî, di ğer kolunda Şeyh Abdülbâkî hazretleri olduğu halde sofada ayakta bek ler gördüm. Elleriyle yak laşmamı emrettiler. Yanına vardığımda mübârek ellerini şakaklarıma koyup öyle bir nazar ettiler ki, başım Arşa değdi san dım."

Muhammed Lütfi Efendi, bu nazarla bilinmeyen, anlaşılmayan dere celere kavuştu. Ertesi sabah Pîr-i Küfrevî hazretleri kendisini halîfe seçti ğini ve halkı irşâda memur ettiğini bildirdi. Böylece icâzetini (diploma) al dıktan sonra bir müddet daha Sivaslı Câmiinde göreve devâm etti.

Sonra tâyini Erzurum´un Dinarkom köyüne çıktı. Burada iken 1916´da Rus ların doğuda Van, Muş ve Bitlis´i ele geçirmeleri üzerine Erzurum´a geldi. Rus istilâsının devâm etmesi ile Tercan´ın Yavi Köyüne gitti. Bu rada bir taraftan imâmlık yaparken diğer taraftan gönlüne girdiği herkesi Rus zâlimlerine karşı silahlandırdı.

1917´de Rusya´da bolşevik ihtilâlinin vukû bulmasından sonra Ruslar, Os manlı topraklarından çekilirken silahlarını Ermenilere vererek onları mâsum ve savunmasız Türkler üzerine kışkırttılar. Ermenilerin hedefi, Doğu Anadolu´yu da içine alan büyük Ermenistan devletini kurmaktı. Bu nun için Türk ve Müslü man olan halkın bölgeyi terketmesini istiyorlardı. Bu gâyeleri tahakkuk ettirmek üzere görülmemiş bir kıyım ve imhâ hare ketine başladılar. Beşikteki bebeklere ve yatalak hastalara varıncaya ka dar öldürdüler. Bâzılarını câmi, ev ve ahırlara toplayarak sonra ateşe verdiler. Bu mezâlim, doğudan batıya doğru büyük bir göç dalgasının başlamasına sebep oldu.

Ermenilerin bu insanlık dışı fiillerine karşı, Muhammed Lütfî Efendi, Yavi ve komşu köylerden topladığı altmış kişilik bir müfrezeyle harekete geçti. Önce Oyuklu köyü yakınında Rusların karargâh deposu olan ve Ermenilerin elinde bulunan bir silah deposunu bastı. Bu silah ve malze meleri Haydari Boğazı´ndaki Zergide köyünde bulunan Türk ordusuna ulaştırdı. 12 Mart 1918´de Türk ordusu ile birlikte Erzurum´a girdi. Ancak aynı gün babası Hâce Hüseyin Efendi şehîd düştü.

Doğu´nun Ermeni mezâliminden kurtarılmasından sonra tekrar Ha- sankale´ye döndü. Kendisine Hasankale müftülüğü teklif edildi ise de kabûl etmedi. Bu sı rada Alvar köyü insanlarının ısrarlı istekleri üzerine oraya yerleşti. Bundan sonra halk arasında "Alvar İmâmı" ve "Efe haz retleri" ünvanıyla tanındı. Bir Nakşibendî-Hâlidî şeyhi olarak 1939´a ka dar bu köyde, bu târihten sonra da Er zurum´da halkı irşâd ile meşgûl oldu. 1947, 1949 ve 1950 yıllarında olmak üzere üç defâ hacca gitti. 12 Mart 1956´da vefât etti. Cenâzesi Alvar köyüne götürüle rek oraya defne dildi.

Tâbiîn devrinin mücâhid velîlerinden olan, Amr bin Utbe (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri, şüpheli olmak korkusu ile mubah şeylerin ço- ğundan sa kınır dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak du rur, zühd hayâtı yaşardı. De vamlı gazâlara katılır, cenâb-ı Hak´tan şehîdlik rütbesi isterdi. O; "Rabbimden üç şey istedim. Birincisi dünyâya rağbet etmeye- yim. Dünyâlıktan elde ettiğime de elde edemediğime de önem vermeye- yim. İkincisi, Allahü teâlâ çok namaz kılmayı nasîb etsin. Üçüncüsü, şe- hîdlik rütbesine kavuşayım. Allahü teâlâ bana ilk iki isteğimi nasip etti. Üçüncüsünü bekliyorum. İnşâallah ona da kavuşu rum." demiş ve her ü- çüne de kavuşmuştur.

Amr bin Utbe, bir gün dört bin dirhem vererek çok soylu bir at satın aldı. Tanıdıkları; "Bu ata bu kadar para verilir mi?" dediler. Bunun üze rine onlara; "Bu atın, Allahü teâlânın yolunda attığı her bir adım, benim gözümde dört bin dirhemden daha kıymetlidir." cevâbını verdi.

Amr bin Utbe hazretlerini, kölesi şöyle anlatır:

"Amr bin Utbe bir gazâya çıkmıştı. Bir nöbet esnâsında namaza durdu. Bu sırada bir arslan kükremesi işitildi. Herkes telâşa kapılıp, sağa sola kaçmaya başladı. Amr bin Utbe, kendinden geçmiş bir vaziyette namazına devâm etti. Arslan, etrâfında dolaşıp bir şey yapmadı. Sonra arkadaşları; "Arslandan kork madın mı?" dediler. O; "Allahü teâlânın dı şında başka bir şeyden korkmaktan Allahü teâlâya karşı hayâ eder, uta nırım." diye cevap verdi.

Amr bin Utbe hazretleri, babasının kumandasında katıldığı bir ga zâda beyaz bir elbise çıkarıp onu giydi ve; "Kanımın bunun üzerine ak masını istiyorum." dedi. Daha sonra harb başladı. Mâseyzân denilen mevkide yapılan bu şiddetli muhârebede atılan iri bir taş ile yaralandı ve sonra vefât etti. Böylece uzun za­mandır arzu ettiği şehîdlik makâmına kavuştu. Şehîd olduğu yere giydiği elbise ile defnedildi.

Arab Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Harput velîlerinden olup ismi Yûsuf, babasının ise Arabşah´tır. Arab Baba, Harput´un fethi için gelen Sel çuklu kumandanlarından olup, aynı zamanda büyük bir ve lîdir.

İslâmiyeti yaymak için bâzan kılıç kullanan Arab Baba çoğu zaman insan lara doğru yolu göstermek için vâz ve nasîhatlerde bulundu. Sık sık "Kılıçla geldim kalemle gideceğim!" buyururdu. Vefât târihi belli değildir.

Arab Baba´nın türbesi 1276 târihinde yapılmıştır. Türbenin alt katında kabir odası, üst katında ise ziyâret edilen sanduka vardır. Arab Baba´nın kabrinin bir özelliği de nâşının herkes tarafından görülebilecek şekilde olmasıdır. Daha önce ziyârete gidenler yeşil örtüleri açıp bakabilirlerdi. Son zamanlarda Arab Baba´nın nâşı cemakan içine alındı. İnanmayan lar cesedin mumyalandığını iddiâ etmektedir. Bununla ilgili şöyle bir hâ dise anlatılır:

Belediye başkanının birisi inanmayarak, nâşı müzeye kaldırdı. Halk buna mâni olmaya çalıştı. Ancak belediye başkanı:

"Hayır! Bu cesed mumyalıdır. Bunu âlem de görmeli. Müzeliktir bu cesed!" cevâbını verdi.

Ertesi sabah cesedin, müzeye kaldırıldığı yerde olmadığı görüldü. Belediye başkanı bunu birilerinin yaptığını sandı ve tekrar müzeye koy durdu. Aynı hâdise birkaç defâ tekrar etti. Belediye başkanı isteğinde çok ısrar etti, fakat sonunda felç oldu.

Atâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Üsküdar´daki Özbekler Tekke sinin son şeyhidir. İstanbul´un İngiliz işgâlinden kurtarılması sırasında büyük kahra manlık ve fedâkarlıklar göstermiştir.

Atâ Efendinin postnişîn olarak vazîfeli bulunduğu Özbekler Dergâhı nın ku ruluşuyla ilgili şu menkıbe nakledilir: Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde Öz bekistan´dan kalkıp hacca gitmek üzere yola çıkan bir grup Türkistanlı, Halîfeyi görmek ve izin almak için İstanbul´a gelmişlerdi. Çünkü eskiden beri hacca gi decek olanlar, sultandan izin almak maksa dıyla İstanbul´a gelirler, Cumâ selâm lığında Halîfeyi görürler duâsını alırlardı. Bu bir nevî izin almak idi. Türkistan´ dan gelen Özbekler de ilk Cumâ selâmlığında Halîfeyi görmek üzere Sultantepesinde çadırlarını kurup yerleşmişlerdi. Sultan İkinci Mahmûd Han maiyyetiyle oradan ge çerken, çadırlarının şeklinden onların yabancı olduğunu anlayarak kim olduklarını merâk etti ve bir adamını göndererek durumu öğrendi. Sonra da atını sürerek yanlarına gitti. Durumlarını anladıktan sonra; "Halîfe em retse burada kalır mısınız?" deyince, hepsi birden; "Hay hay emr ü fer mân Pâdi şâhımız efendimiz hazretlerinindir." dediler. Bunun üzerine Sultan İkinci Mahmûd Han; "Öyle ise ben halîfeyim, emr ediyorum. Hac dan sonra dönünüz, burada kalınız. Size münâsip bir dergâh yapıla ve siz de gelecek hemşehri hacı larınızın hizmetini îfâ edesiniz!" diyerek onların el etek öpmesine meydan ver meden atını sürüp gitti. Hac dönü­şüne kadar, bir dergâh ve iki odalı bir ev ya pıldı. O günden îtibâren "Özbekler Tekkesi" diye anılan bu dergâh yapıldı ve Türkistanlı hacıların hizmetlerinde kullanıldı.
İstiklâl Harbi sırasında, İstanbul ile Anadolu arasındaki gizli haber leşmenin merkezi ve İstanbul´dan Anadolu´ya gitmek üzere hareket edenlerin üssü olarak kullanılan Özbekler Dergâhının şeyhi Atâ Efendi bu sırada büyük fedâkârlık ve kahramanlıklar gösterdi. İstanbul´un İngi lizler ve İtalyanlar tarafından işgâl edildiği kara günlerde vatanı kurtara bilme çârelerini araştırdı. İngiliz işgâline, ilk karşı koyma hareketi olarak "Karakol Cemiyeti"ni kuranlar arasında yer aldı. Temsil ettiği dînî ve mâ nevî kıymetleri, vatanın selâmet ve kurtuluşuna vakfetti. Kendisi gibi olan tasavvuf ehli ve âlim kimselerle elele vererek en gözü pek gençlerin gös- teremediği cesâreti ortaya koydu, kapı kapı dolaşarak, birçokları nın a- ğızlarının açılmadığı o günlerde müminlere ümit telkin etti, başına sa rın- dığı yeşil destârı, sarığı ve üzerindeki siyah cübbesi ile işgâl kuvvetle rinin dikkatini çekmeden çalışmalarını sürdürdü. İşgâl kuvvetlerinin evle rin ha- remine bile soktuğu yerli-yabancı câsûslar, ilk zamanlar tekke, mescid ve câmilerden ve dînî şahsiyetlerimizden şüphe etmiyorlar, Türk´ün bu mâ- nevî öncülerini yakından ta­nımıyorlardı. Başı sarıklı, destârlı, üzeri cüb- beli olan bu vatanperver insanlardan olan Atâ Efendi, düşmanların bu gafletlerinden istifâde etmesini bildi. Evlerde, câmi ve mescidlerde müs- lümanlara cesâret veren ve onların işgâl kuvvetlerine karşı direnmelerini teşvik eden konuşmalar yaptı. Mahallelerde tesiri bü yük olan câmi imâm- larını safına alarak onları silâh ve cephânelerin nak linde vazîfelen­dirdi.

Gündüzleri insanlara nasîhatlariyle ümid telkin eden Atâ Efendi, gece olunca silâhlanıyor, Nakkaş Karakolundan Özbekler Dergâhına kadar olan yol ları tutturuyordu. Silâh ve cephâneler taşınıyor, oradan da Kara kol Cemiyetinin fedâileri eliyle Büyük Çamlıca´nın arkasından dolandırıla rak Libâdî´deki göz doktoru Esad Paşanın çiftliğine aktarılmak üzere Kı sıklı imâmı Nûri Hocanın Libâdî´deki evinin yanındaki mahzende saklatı yordu. Münâsip zamanlarda tom ruk taşıyan arabaların alt bölümüne yerleştirerek Alemdağı´nda gizli karargâh kuran millî kuvvetlere ulaştırıl masını sağlıyordu. Özbekler Dergâhında gizli bir hastâne bile kurmuştu. Azgın Rum ve Ermeni çeteleriyle çarpışırken, düşman işgâli altındaki cephâne depolarını basarken yaralanan mücâhidler burada yatı rılıyor, gizlice gelen hamiyetli ve yardımsever doktorlar tarafından tedâvî görü yordu.

Atâ Efendinin asıl fedâkârlığı, Anadolu´ya geçecek kimseleri dergâ hında ba­rındırmasıydı. Birçok meşhûr isim onun dergâhında misâfir ol muşlar, daha sonra da müsâit vakitlerde Ankara yolunu tutmuşlardı. Vu run Kahpeye isimli eseriyle, Atâ Efendi gibi düşünen ve yaşayan din adamlarını kötüleyen, onları İstiklâl Savaşı aleyhindeymiş gibi gösteren Hâlide Edip Adıvar da, bu dergâhta misâfir olup, Anadolu´ya geçen kim selerdendi. Atâ Efendi, Üsküdar´ın çarşı ve kahvelerini dolaşır, tesbit edilmiş parola ile Anadolu´ya gidecek kimseleri bulup dergâhında top lardı. Sonra da bunları on beşer-yirmişer kişilik kâfileler hâline koyar, ge rekli emniyet tedbirlerini aldıktan sonra Çamlıca´nın eteklerinden işgâl mıntıkası dışına çıkarırdı. Her gün Üsküdâr´da dolaşırken kurduğu gizli cemiyet vâsıtasıyla çeşitli haberler toplardı. Aldığı bu haberlere göre ha reket eder, Müs lümanlara yol gösterirdi.

Atâ Efendinin dergâhı bir posta merkezi gibi çalışırdı. İstanbul´dan Anado lu´ya, Anadolu´dan İstanbul´a en kritik haberler bu kanaldan ulaştı rılıyordu. Bil hassa İstanbul´dan Anadolu´ya geçmiş olan Kuvay-ı Milliyeci- lerin, İstanbul´daki âileleriyle irtibatları en fazla bu posta vâsıta sıyla temin ediliyordu. İstanbul´da, Anadolu´nun harekâtının adam ve si lâh ihtiyâcını karşılamak üzere kurulan ma­hallî mukâvemet ve faâliyet merkezleri ile de temasta bulunan Atâ Efendi, onla rın gönderdikleri adam ve silâhları da kurduğu bu teşkilât sâyesinde Anadolu´ya gizlice ulaştırı yordu.

Atâ Efendinin talebeleri ve Özbekler Tekkesinin kahraman dervişleri Çam lıca eteklerine kadar sokulan milis kuvvetlerine yardım etmek, îcâ bında onları saklamak ve yaralılarına gerekli ihtimâmı göstermek sûre tiyle de faydalı olu­yordu.

1920 senesi Nisan ayının bir akşamı idi. Havada tatlı bir bahar şenliği ve se rinliği vardı. Hafif esen rüzgâr, her yana bahar kokularını yayıyordu. Özbekler Tekkesi de benzeri sık sık görülen müstesâ gecelerinden birini daha yaşıyordu. Bütün odaları biraz sonra Anadolu yolculuğuna çıkacak misâfirlerle doluydu. Bu misâfirler arasında işgâl kuvvetleri tarafından kapattırılan son Osmanlı Me buslar Meclisinin bir kısım âzâları, üyeleri de bulunuyordu. Atâ Efendi ise der gâhın bahçesinde bâzı kimselerle oturu yordu. Çadırlaşmış ve çiçeklerle donan mış bir akasya ağacının altında, tatlı tatlı sohbet ediyordu. Etrafını saran ve onu dinleyen yolcuları ko nuşmalarıyla teselli ediyor, yüreklerine çöken ayrılık acıla rını, gariplik duygularını unutturmaya çalışıyordu. Bu esnâda Üsküdar câmile rinde yatsı ezânı okunmaya başlamıştı. Atâ Efendi sustu, yanında bulunanlarla birlikte huzûr ve huşû içinde okunan ezânları dinledi. Tam bu sırada Fıstıkağacı ile dergâh arasındaki yol üzerinde gözcülük yapan bir derviş soluk soluğa bah çeye girdi. Yanına sokulduğu Atâ Efendinin kulağına eğildi ve fısıldadı: "Aman Şeyhim! Üsküdar´daki İtalyan polis kumandanı, yanında birkaç İngiliz zâbit ve polisi olduğu hâlde buraya doğru geliyor lar!.. Bilmem ki..." Şeyh Atâ Efendi dervişin sözünü bitirmesine meydan bırakmadı. Hemen yerinden fırladı. Bah çede ve odalarda kümelenen ve dertleşen misâfirlerine koştu. Yaklaşan tehlikeyi haber verdi, alınması gerekli tedbirleri de hepsine ayrı ayrı bildirdi. İki dakika bile geçmemişti ki, bahçede sessiz bir hareket başladı. Anadolu´ya geçmek üzere orada bekleyen misâfirler kendilerine kılavuzluk eden dervişleri takib ederek dergâhtan, set başına doğru sarkan ağaçlık ve fundalıklı yamacın üze rindeki dik patikalardan akmaya başladı. Sağa sola saparak, tarlaların kenarlarındaki çalı lıklara sokulup, gözden kayboldular.

Böylece, sayıları otuzu geçen misâfirler, tamâmiyle dağıldı, dergâh ve bahçe de her zamanki ıssız hâlini aldı. Dergâh kapısından içeri dalan işgâlci zâbitlerle berâberindekilerden bir kısmı bahçe ve mezarlığa sal dırdı. Bir kısmı da açık du ran kapıdan dergâhın içine daldı. Oda kapıla rını tekmeleyerek açan ve içeriye dalan işgalciler, yüklük ve dolapları bile aradılar. Nihâyet dergâhın mescid ola rak kullanılan büyük odasına dal dılar. Karşılaştıkları manzara karşısında şaşırıp aptallaştılar. Çünkü Şeyh Atâ Efendi, gerisinde saf tutan dervişleri ile birlikte namaz kılıyorlardı. Aralarında yabancı kimselerin bulunmadığını gören ve biraz sonra bahçe ve mezarlıkta da kimsenin görülemediğini öğrenen işgalci zâbitleri, uğra dıkları başarısızlık karşısında, hırs ve hayretlerinden dudaklarını ısırdılar. Kızgınlık ve hınç ile dergâhtan uzaklaşmak zorunda kaldılar.

O gece Özbekler Tekkesinde atlattıkları büyük tehlike dolayısıyla se vinerek ayrılan yolcular ise, ertesi günün akşamı geç vakitte Çal köyüne ulaşıp kurtuluşa erdiler. Onları tâkib eden ve Nal´a kadar uğurlayan Şeyh Atâ Eendi, her biri ile ayrı ayrı kucaklaşarak vedâ etti. Misâfirler ona tak dirkâr bakışlarla; "Ne mutlu sana şeyhim. Kurtuluş savaşçılarına yaptığın bu büyük hizmetler, hiç bir zaman unutulmayacak ve milleti istiklâle ka vuşturacak, yıldızlar arasında Şeyh Atâ adı da dâimâ hürmetle anıla cak..." diyorlardı.

Anadolu´nun kurtuluş hareketinde, İstanbul ile Anadolu arasında köprü vazî fesi gören Özbekler Dergâhının kahraman şeyhi Atâ Efendi, kurtuluş hareketi tamamlanmadan işgâlciler tarafından tutuklandı. İngiliz İntellices (entelijans) servisi yetkilisi Harron Armstrong, Şeyh Atâ´nın tev kif edilip tutuklandığı za man kendisiyle konuşmasından sonraki görüşleri için şu cümleleri kullandı:

"Bizler, Türk din adamlarının bu mevzûlarda faâl rol oynayacaklarını aslâ tahmin etmiyorduk. Diğer araştırmalarımız, Türk mukâvemet kay naklarının meydana çıkarılması yolunda müsbet netîce vermeyince, vâki ısrarlı ihbarları değerlendirerek, tekkeler, mescidler, câmiler gibi dînî ya pılar üzerinde durduk ve din adamlarını tâkib ve kontrola başladık. Elde ettiğimiz bilgiler ve karşılaş tığımız hakîkatler bizleri hayrete düşürdü. Bu din adamları özellikle telkinlerle ve mâneviyâtı yükseltmekle yetinme mişler, fiilî olarak da mukâvemet teşkilâtı içinde vazîfe almışlardı. Halk üzerinde nüfûzları fevkalâde olduğundan, üzerle rine aldıkları vazîfeleri başarıyla yerine getirmişlerdi."

İstanbul´un işgâlden kurtarılması ve Kurtuluş Savaşının zaferle netî celenme sinden sonra dergâhından ayrılmayan Şeyh Atâ Efendi, sessiz kalmayı tercih etti. Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra, Şeyh Atâ Efendinin Anadolu Kurtuluş hareketinin üssü olarak kullandığı Öz bekler Tekkesi de kapatıldı. Tek kenin târihî kitâbesi de çimento ile sıva narak terk edilmiş bir hâlde bırakıldı.

Himmet ve gayretlerini sâdece ve yalnızca vatanın kurtuluşu için sarfeden, bu uğurda müslümanları aydınlatan ve teşvik eden Şeyh Atâ Efendi, H.1355 se nesinde İstanbul´da vefât etti. Onun tatlı hâtıraları hâlâ zihinlerde yaşamakta, kendinden sonra gelen nesillere örnek teşkil et mektedir. Kabri Üsküdar´dadır.

Avdan Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Anadolu´nun Türk leşme sinde ve İslâmlaşmasında rol oynayan mücâhid velîlerdendir.

1071 Malazgirt Meydan Muhârebesinden sonra Oğuzların o târihe kadar Anadolu´ya yapmış oldukları akınlar ondan sonra yerleşme şek linde kendini göstermeye başlamıştı. Anadolu´ya gelen Türkmenler, boz kır kültürü ile yetiş miş olduklarından, daha ziyâde kendilerinin yaşadıkları şartlara elverişli toprak arayarak dağlık bölgeleri bırakıp ovalara yerleşi yorlardı. Başlangıçta Kızılırmak kaynaklarından Kütahya´ya kadar uza nan Orta Anadolu´nun geniş ovası, Türkle rin yerleşme yeri oldu. Aka binde bu fetihler Ege bölgesini de içerisine aldı.

Yirmi dört Oğuz boyuna mensup insan kümeleri, Anadolu´nun dört bir ya nını yeni köy ve kasabalarla süsledi. Yıllarca zulüm altında ezilmiş olan Ana dolu´nun yerli halkı, İslâmiyetin güzel ahlâkı ile bezenmiş bu yeni misâfirlerine karşı öyle pek sert davranmadı. Onlara yalnız halkı so yan ve menfaatlerine halel gelen derebeyleri ile, bunlara bağlı adamlar karşı çıkıyorlardı.

Rivâyete göre Denizli bölgesine gelen bu Türkmen cemâatlerinden biri de Avaraslar idi. Avaras Obasının başında asıl adı Ali olan ve Avdan Baba denilen mücâhid bir zât bulunuyordu. Avdan Baba, obanın savaşta lideri, dînî konularda da rehberi idi. Herkes bilemediği mevzûu ondan so rup öğrenirdi.

Avdan Baba, Denizli´nin Tavas ilçesi yakınlarına geldiğinde kalabalık bir hıristiyan birliğine rastladı. Oymağına bir kez daha cihâdın öneminden bahsetti. Sonunda savaşta ölürse buraya defnedilmesini ve sebât edip geri çekilmemele rini, nihâî zaferin kendilerinin olacağını bildirdi. Oymağı, bu konuşmayı ağlaya rak dinledi. Çünkü bu sözler onun şehîd olacağını belirtiyordu. Gerçekten Av dan Baba bu çarpışma sırasında şehîd düştü. Ancak müslümanların sebat ve gayretiyle zafer kazanıldı.

Avdan Baba´nın şehîd düştüğü yere derhâl bir türbe ile bir zâviye ya pıldı ve burada bir köy vücuda geldi. Nitekim kurulan bu köy de Avdan adını aldı. Bu gün türbesini ziyâret edenler, Avdan Baba´nın rûhunu ve sîle ederek cenâb-ı Hakk´a duâ etmekte ve nice arzularına nâil olmakta dırlar.

Evliyânın meşhurlarından Bahri Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Kânûnî Sultan Süleymân Zigetvar seferine çıkmadan önce hazırlıkla rını ta mamlayıp, evliyâ kabirlerini ziyâret edip zafer kazanmak için duâ etti. Ayrıca hayatta olan evliyâ ve ulemâdan da duâ istedi. Devrin meşhûr evliyâsı olan Bahri Dede´den de duâ istemişti. Ayrıca fakirlere muhtaçlara dağıtır diye bir kese içinde bin flori altın hediye etti. Bahri Dede bu hediyeyi kabul edip bir yere sakladı. Sonra savaşa kendisinin de katıla cağını söyledi. Ordunun hareket günü gelince o da orduyla yola çıktı. Böyle ev liyâ bir zâtın aralarında bulun ması pâdi- şâh, komutanlar ve askerler için büyük bir ümit ve moral oldu.

Zigetvar Kalesi kuşatılıp peşpeşe iki taarruz yapılmasına rağmen ka- le fethe­dilemedi. Ordunun içinde büyük bir mânevî destek olan Bahri Dede, kalenin fethedileceğini müjdeledi ve zafer için çok duâ etti. Nihâyet üçüncü defâ büyük bir taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında şiddetli yağ mur yağdığı için arâzi çamur ve bataklık hâlini almıştı. Her şeye rağmen Bahri Dede gibi evliyâ bir zâttan fe tih müjdesi almışlardı. Bu sebeple bü yük bir azim içinde idiler. Yeniçeri bölükbaşısı abdest alıp vasiyetini yaz- dı. Merdivenlerle kaleye tırmanıp mazgal lardan birine humbara yer leştirip fitilini ateşledi. O anda düşmanın hücûmuna uğrayan yeniçeri bölükba- şısı şehît düştü. Fakat ateşlediği humbara patlayıp ka lede büyük bir gedik açtı. Osmanlı askerleri bu gedikten dış kaleye, daha sonra da iç kaleye girerek kaleyi fethetti. Ordu zafere ulaştı. Bu seferde pâdişâh has talanıp vefât etmişti. Ordu Bursa´ya döndükten sonra, Bahri Dede, sulta nın ken dine hediye ettiği bin altını sakladığı yerden çıkarıp geri iâde etti. Kısa bir müd det sonra da vefât etti.

Bayraklı Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin asıl ismi Yû nus Mürebbî´dir. 1204 senesinde Selçuklu kumandanlarından Hüsâmed- dîn Çoban Bey komutasındaki ordu ile Kastamonu fethine ka tıldı. Gün- lerce süren muhasa rada kaleyi almak şöyle dursun, surlara tır manmak dahi mümkün olmadı. Bir gün Yûnus Mürebbî, Hüsâmeddîn Çoban Beyin huzûruna çıkarak yapılacak ilk cenkde bayraktar olmak is tediğini arzetti. Çocuk sayılacak yaşta olması sebe biyle hayır cevabını alınca:

-Ata Beyim gece rüyâmda sevgili ve şerefli Peygamber efendimizi gör mekle şereflendim. "Yarın bana kavuşacaksın. Fakat elinde bayrakla bana gel!" dedi, diyerek rüyâsını anlattı.

Cenk esnâsında belindeki urganı kale burçlarına fırlatıp, dökülen kız gın yağlara, alevli parçalara aldırmadan burca tırmanıp sancağı dikti ve elindeki kı lıç ile kale kapısının halatlarını keserek kapıyı açtı. Açılan ka pıdan içeri hücum edilerek kale fethedilince, Yûnus Mürebbî´nin vücu dunda pek çok ok yarası ol masına rağmen sancağı dimdik tuttuğu gö rüldü. Nâşı Kastamonu kalesine def nedilerek bir de türbe yapıldı. Yöre halkının Bayraklı Sultan olarak tanıdığı Yû nus Mürebbî sık sık ziyâret edilmektedir.

Mevleviyye yolunun büyüklerinden ve yüksek hâller sâhibi velî Bos tan Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Konya´da talebeler yetiş tirmekte iken, Mevleviyye yoluna düşman olanlar, kendisine çok eziyet vermekte idiler. Tam bu sıralarda Osmanlı tahtında değişiklik oldu ve Üçüncü Mehmed Hanın ölümüyle tahta Birinci Ahmed Han geçti (21 Aralık 1603). Birinci Ahmed Ha nın sultân olduğu zaman, Osmanlı Devleti çok zor şartlar ile karşıkarşıya idi. Devlet batıda Avusturya ve doğuda İran ile harp hâlinde bulunduğu bu sırada; içte celâlî adı verilen âsîler yirmişer otuzar bin kişilik gruplar meydana getir mişler, köyleri yakıp yık maya, üzerlerine gönderilen orduları bozmaya başla mışlardı. Bu iç gâile, Osmanlı Devletini temelinden sarsacak bir manzara görü nümündeydi. Bilhassa İran, bu iç fitneyi körüklüyor ve Osmanlı Devleti içeri sindeki hurûfîler de bütün güçleri ile bu fitne hareketlerini destekliyorlardı.

Bostan Çelebi hazretleri, Sultan Birinci Ahmed´in tahta geçmesinden sonra büyük ceddi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin mânevî işâ reti üzerine İstanbul´a geldi. Kadir gecesi olması muhtemel bir gecede Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Aynı gece Sultan Ahmed Han da şöyle bir rüyâ gördü:

Saray-ı hümâyûndaki husûsî köşkün etrâfında heybetli ve nûrânî zât- lar ge­ziniyordu. Onların kimler olduğunu araştırınca, yakın adamla rından birisi gele rek; "Sultânım! Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri köşkünü- zü teşrif ettiler. Peşindekiler, onun dervişleri ve talebeleridir." dedi. Bu haberi alan Sultan bü yük bir sevinçle sarayın içine girdi ve orada Mev- lânâ Celâleddîn-i Rûmî haz retlerini gördü. İkrâm ve iltifât ol mak üzere ona saltanat tahtına oturmasını tek lif etti. O zaman Mevlânâ hazretleri; "Arşın gölgesi altında oturanlar, bu birkaç ağaç parçasından yapılmış tahta iner mi? Bu tac ve taht sizindir." buyurdu. Bu sırada Sul tan Ahmed Han, Mevlânâ hazretlerinin orada bulunuşunu fırsat bilip, on dan devlete isyân eden, azgınlık ve taşkınlık yapan celâlîlerin hakkından ge lebilmek için himmet ve hayır duâda bulunmalarını istedi. Mevlânâ hazretleri ona; "Sen eğer bizim çocuklarımıza karşı azgınlık ve taşkınlık edip onlara sı kıntı verenlere mâni olursan, biz de bunun mükâfâtı olarak mânevî yolla size karşı gelenlerin zararlarını ve çıkardıkları fitneleri def ederiz. Bos- tan´ımıza var, himmetine sarıl!" diye tenbih eyledi. Mevlânâ hazretleri o- radan Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerini ziyârete gitti. Sultan Ahmed de kendisini tâkib etmişti. Gördü ki, Ebû Eyyûb el-Ensârî hazret leri hayatta ve Mevlânâ hazretlerinin to runlarından biriyle sohbet etmek tedir. Mev- lânâ hazretleri de oraya varıp bu bü yük sahâbîyle sohbetten sonra vedâ edip ayrılırken; "Benim Bostan´ım budur." diye işâret etti.

Sultan Ahmed tam bu esnâda uyandı. Böyle mübârek bir rüyâ gör menin şükrânesi olarak Allahü teâlâ için kurbanlar kestirdikten başka, derhal Eyüb Sultan´a ziyârete gitti. Orada Bostan Çelebi´yi görünce se vindi. Mevlânâ Celâ-leddîn-i Rûmî hazretlerinin tenbihi üzere saray-ı hümâyûna dâvet etti. O da bu dâveti kabûl etti. Sultan ona Mevlânâ haz retlerinin oturduğu yere oturmasını teklif ettiğinde; "Mübârek dedemin yerine oturmam edebe sığmaz." diyerek, Sultanın akşamki rüyâsına işâ ret etti. Böylece Ahmed Han, Mevlânâ hazretleri nin; "Bostan´ımıza ya­pış." sözündeki inceliği ve Bostan Çelebi´nin de hâlinin yüksekliğini ve velî olduğunu anladı. Kendisine pekçok hürmet ve saygı gös terdi. Soh betlerinden bereketlendi ve bütün sıkıntılarının giderilmesi için emir ler verdi. Bu mübârek zâta ve mevleviyye yolunun büyüklerine eziyet eden lerin, rahatsızlık verenlerin cezâlandırılmasını istedi. Zâten Sultan Ah- med Hanın, Bostan Çelebi´ye gösterdiği hürmeti duyan fesadçılar, bü yük bir korkuya kapıl mışlar ve sözlerini kesmişlerdi. Bostan Çelebi bir müd- det sonra Konya´ya git mek üzere pâdişâhtan izin istedi. Bu mübârek zâttan ayrılmak, genç pâdişâh Ahmed Hana çok ağır geldi. Büyük bir kalabalıkla kendisini İstanbul´dan uğur ladı. Ayrılırken memleketin isyân cıların şerrinden kurtulması için pekçok duâ eden Bostan Çelebi, Kon ya´da da muhteşem bir kalabalık tarafından karşılandı. Bostan Çelebi´nin ayrılışının üzerinden çok geçmeden Ahmed Hanın Anado lu´da celâlîler üzerine gönderdiği ordunun zafer haberleri gelmeye başladı ve kısa sü rede âsîlerin tamâmı temizlendi.

Bostan Çelebi bundan sonra daha rahat ve huzurlu bir şekilde tale belerine ders verdi. Bir gün yine Mevlevîhânede talebeleri ile meşgûlken içeriye bir ha berci girdi. Şeyhe, kendisini Lala Mustafa Paşanın gönder diğini ve ondan Şam´da boş bulunan Mevlevî Dergâhına bir halîfe gön dermesini istirhâm ettiğini bildirdi. Bostan Çelebi bu istek üzerine himmet ve teveccühlerine kavuşmuş olan Kartal Dede´yi oraya halîfesi sıfatıyla göndermek istedi. Ancak Kartal Dede´ye hocasından ayrılık çok zor geldi. Gözyaşları içinde bu husûsu hocasına arzetti ve ayrıca; "Vâiz ve zikr meclisleri için lâzım olan ilmim de yok." diyerek kendisinin bu vazîfe den bağışlanmasını arz eyledi. Bunun üzerine Bostan Çe lebi ona:

"Ağız senden, söz bizden. Sana büyük bir âlim de mürid olur." diye rek onu teselli etti ve mâzeret kapısını kapadı. Kartal Dede hocasının duâları bereketiyle Şam´a vardı. Vardığı gün şehrin büyük câmilerinden birinde vâz verdi. Halkın yanısıra büyük âlimler ve devlet adamları da vâzına geldi. Vâzında derin ve ince mânâlardan bahseden Kartal Dede´- yi dinleyenler hayran kaldı. Onu umdukla­rından da daha yüksek buldu- lar. Yine aynı gün câmide bulunan büyük âlim Alemî Dede de onun söz- lerine hayran kaldı. Alemî Dede, Bağdâdlı olup, Irak´ın çeşitli yerle rinde ilim tahsîl etmişti. Tahsîlini tamamladıktan sonra İstanbul´da Fâtih Câmi- inde ders vermiş, talebeleri Mısır´a kâdı gönderilmiş, böylece orada da tanınmıştı. Allahü teâlânın hikmeti bu sırada hacdan dönerken Şam´a uğradı ve böylece Kartal Dede ile tanışarak kendisine talebe oldu.

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle rivâyet etmiştir: Kıbrıs adası fethedildiği zaman halk esir alınıp gâ ziler arasında paylaştırıldı. Esirler birbirleriyle dertleşip ağ laşıyorlardı. Bu sı rada Ebüdderdâ´yı gördüm bir yere oturmuş ağlıyordu. "Allahü teâlânın İslâm ve müslümanları zafere ulaştırdığı, güçlü kıldığı bir günde ağlamanın sebebi ne dir?" dedim. Bana, "Ah Cübeyr! İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerini terk ettikle rinde, Allah nazarında hiç kıymetleri kalmaz. Esirleri göstererek; bir millet güçlü ve hükümrân iken, Allahü teâlânın emirlerini bırakırsa, işte şu gördüğün duruma düşer." dedi.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Ordu ile bir sefere katıldı. Ordu kumandanı ona bâzı şeyler gön derdi. O da iste meyerek alıp, asker ve gâzilerin muhtaçlarına dağıttı. Bir gün öğle namazını kıl dıktan sonra oturup; "Niçin o şeyi kabûl ettim?" diye kendi kendini kınıyordu. O sırada uykusu gelip uyudu. Rüyâsında, çok süslü bir takım köşkler gördü. "Bunlar kimin?" diye sordu. "Gâzilere da ğıtılan malın sâhiplerinin" denildi. "Onlarla birlikte bana da bir şey var mı?" diye sordu. Ona içlerinde en güzel ve büyük olanı gösterip; "İşte bu senindir." dediler. O; "Bana onlardan üstün tutul mamın ve en iyisinin bana verilmesinin sebebi nedir?" diye sorunca; "Onlar mallarını sevap bekleyerek verdiler. Bu sebeple verilen saraylar, ona göredir. Sen ise, o malı kabûl etmekle yanlış bir iş yapmaktan korkarak, nefsini sîgaya, he sâba çekerek dağıttın. İşte Allahü teâlâ bu hâline, böyle düşünmene kat kat sevap verdi." dediler.

Evliyânın meşhurlarından Dârendeli Ömer Rızâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhir ve bâtın ilimlerinde aldıkları derslerden sonra tasavvufa yö nelip Bursa´da mürşid-i kâmil Seyyid Münzevî Abdullah Nasreddîn haz retlerinin sohbet ve derslerine katıldı. Hocasının kalp aynasını parlatması için koyduğu şartları ay nen yerine getirdi. Nefsinin isteklerine sırt çevirdi. Az yemek, az konuşmak, az uyumak ve çok ibâdet etmekle tasavvuf yo lunda ileri derecelere kavuştu. Hoca sından icâzet, diploma aldı.
Ömer Rızâî hazretleri bundan sonra yürüyerek hac etmeyi murâd et tiler. Ancak bu sırada Osmanlı Devleti Rusya ile harp içerisine girmişti. Ulemâ ve şeyhler cihâda katılmaya başlayınca, Seyyid Abdullah Efendi, Ömer Rızâî´den cihâda iştirak etmesini istedi. Bunun üzerine Ömer Rızâî hazretleri asker ile İs tanbul´a geldi. Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret ederek duâ ve niyâzda bulundu. Sonra Avusturya cephesine hareket ettiler. Avusturya kuvvetleri 30 bin asker ve 70 topla Yergöği´ni muhâsara altına almışlardı. Os manlı yardımcı kuvvetlerinin gelmesiyle kale önünde kanlı bir savaş oldu. Os manlı askerinin zaferi ile netîcelenen savaşta Ömer Rızaî Efendi kılıcı ve duâsı ile yardımcı oldu.

Gazâdan dönünce tekrar Bursa´ya hocası Seyyid Abdullah hazretle rinin hu zûruna geldi. Şeyh hazretleri ona pekçok duâ ettikten sonra; "Şeyh Ömer! Yav rum şimdi bedeninizde kuvvet var iken Beytullah´ı hac etmeniz gerekir." dedi. Bundan sonra ona bizzat hazırladığı hacı elbise lerini giydirdi. Eline bir koyun postu ile bir abdest ibriği ve on para da harçlık verdikten sonra; "Var yavrum Mevlâm muînin, yardımcın olsun." diye duâ edip Fâtiha okudular ve uğurladı lar.

Ömer Rızâî Efendi köy ve kasabalara vardıkça câmilerde ibâdet edi yor, halka vâz ve nasihatlarda bulunuyordu. Varsa o beldenin mübârek zâtlarını da ziyâretten sonra yoluna devâm ediyordu. Bu şekilde Rodos´a vardı. Bu sırada o havâlide birbirlerine hasım ve düşman iki derebeyi tâ ifesi vardı. Bunlardan biri nin adamları Ömer Rızâî Efendiyi karşı tarafın câsusu diye tutup hapse attılar. Konuşturmak için çok sıkıştırdılar. Bu sı rada yine karşı gruptan yakaladıkları bir adamı işkence ile öldürdüler. Ömer Rızâî Efendiye; "Şâyet yarın da konuşmaz san seni de bu şekilde öldürürüz." diye tehdid ettiler. O gece reisleri birkaç defâ korkunç bir rüyâ ile uyandı. Ne zaman uykuya dalsa büyük bir felâket ve azap ile karşı karşıya kalmakta idi. Sabah erkenden adamlarını toplayıp; "Bu ne hal dir bir günahsıza zulüm mü yaptık?" diye sordu. Adamlarından bir tânesi dün bir kişi yakalamıştık. Devamlı hapishânede namaz kılıyor ve duâ ediyor diye bildirdi. Reis onun derhal huzûruna getirilmesini bildirdi. Böy- lece Ömer Rızâî hazretlerini reisin huzûruna getirdiler. Reis, Şeyhin ayaklarına kapanıp affedil mesi için yalvardı, ne dilerse vereceğini söy ledi. Ömer Rızâî Efendi hakkını he lâl ettiğini bildirip serbest bırakılmasını istedi.

Rodos´ta kırk gün kadar kalan Şeyh hazretleri, Hasan Kapudan is mindeki bir şahsın yardımıyla gemi ile Kâhire´ye geldi. Burada Câmiü´l-Ezher´deki ulemâ ile sohbet etti. Câmilerde vâzlar verdi.

Hac mevsimi geldiği zaman Mısır huccâcıyla Süveyş´ten Yenbua´ya, oradan da Medîne-i münevvereye vâsıl olup, Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Mekke´ye vardılar.

Ömer Rızâî hazretleri hac vazîfesini îfâdan sonra iki sene Mekke´de mücâvir olarak kaldı. Bu zaman içinde geceleri harem-i şerîfi tavâf etti, namaz kıldı, Allahü teâlâyı zikirle meşgul oldu. Mekke tüccarından bir kimse kendisine her gün bir tas çorba hazırlar ve onunla idâre ederdi.

İki sene sonraki hacılarla tekrar Medîne´ye geldi ve Peygamber efen dimizin kabrini ziyâretten sonra mukaddes beldelere vedâ etti. Dönüşte Kâhire´ye vâsıl olduklarında bir câmide vâz ü nasîhatla meşgûl iken Mısır Vâlisi İzzet Mehmet Paşanın dikkatini çekti. Paşa, Ömer Efendinin ilim ve ihlâstaki yüksek derece sini görerek onu ilim meclislerine dâvet etti. Bunu duyan Mısır´ın en değerli âlimleri meclisine gelerek Ömer Efendinin soh betine katıldılar.

Diğer taraftan İzzet Paşa sadâret emeli ve arzusu ile de dolu idi. Ni tekim o bu maksadla Ömer Efendiden duâ buyurmasını istedi. Bunun üzerine Ömer Rızâî Efendi; "Bizim elimizde bir şey yoktur. Allahü teâlâ ne dilerse o olur. Duâ edelim haklarında hayırlısı olsun." buyurdular. Sonra bir câmide kırk gün ibâdet ve zikirle meşgul oldu. Kırk günün so nunda murâkabeye daldığı bir sırada Pey gamber efendimizi gördü. Re- sûlullah efendimiz İzzet Paşayı kır bir atın üzerine bindirip; "Var Allahü teâlânın kullarının hizmetini güzelce gör." diye emir bu yurdular.

Ömer Rızâî Efendi ertesi gün huzûruna gelen İzzet Paşanın adamla rına; "Paşanızın murâdları hâsıl oldu." diye müjde verdi. Nitekim İzzet Paşanın bu müjdeyi aldığı gün çok geçmeden İstanbul´dan dâvetçi tatar, postacılar gelerek kendisine sadâret verildiğini bildirdiler. İzzet Paşa müjdenin tahakkuk etmesi üzerine Ömer Rızâî Efendiye pekçok teşekkür ettikten sonra onu İstanbul´a dâ vet edip nerede isterlerse o mahalde bir tekke veya medrese inşâ ettireceğini bil dirdi. İzzet Paşaya muvaffak ol ması için duâ eden Ömer Rızâî hazretleri; "İnşâallahü teâlâ mübârek beldeleri bir kez daha ziyâret ve sıla-i rahmden sonra saâdet kapısına, İstanbul´a geliriz." buyurdu.

Deryâ Ali Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu velîlerinden olup On beşinci yüzyılda yaşadı. İstanbul´un fethi sırasında orduda Sakabaşı olarak va zîfe yaptığı için Saka Ali Baba veya Deryâ Ali Baba diye meş hur olmuştur..

Canını, malını Allahü teâlânın yüce dîni olan İslâmiyeti yaymak, in sanların dünyâ ve âhirette saâdete, mutluluğa ermelerine vesîle olmak için fedâ etmeye hazır olan Deryâ Ali Baba´nın hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak Ana dolu´da yetiştiği ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstan bul fethi için hazırladığı ordunun Sakabaşısı yâni Sucubaşısı olduğu bi linmektedir.

Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul´u küffâr elinden kurtarmak üzere ku şatmıştı. Fetih ordusu İstanbul surlarına dayanmış, Fâtih Sultan Meh- med Han fethin gerçekleşeceği zamânı sabırsızlıkla bekliyordu. Leşker-i duâ adı verilen duâ ordusu âlimler ve velîler, fetih için gözyaşı dökerek duâ ediyorlardı. Kır atı nın üstünde heybet ve celâdetle duran genç hü- kümdâr, orduyu şevke getirici ko­nuşmalar yapıyordu. Etrâfa dalga dalga yayılan ordu, Feth-i mübînin gerçekleş­mesi için canla başla çarpışıyordu. Şehir düşmek üzere idi. İşte tam bu kritik zamanda ordu nun arasında; "Ordu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, ku­yular boş, çeşmeler akmıyor." şeklinde bir söylenti yayılmaya başladı.

Bu kötü haber kısa zamanda her tarafta yayıldı. Ağızdan ağıza, ku laktan kulağa yayılan bu söylenti nihâyet genç pâdişâhın kulağına kadar geldi. Bu ha ber üzerine genç pâdişâhın yüz hatları bir anda değişti. Etrâ fında bulunan vazî felilere hitâb ederek; "Tez gidin Sakabaşını bana geti rin!.." dedi. Vazîfeliler he men gidip Sakabaşı Ali Efendiyi genç pâdişâhın huzûruna getirdiler. Yüzünden nûr akan, hafif beli bükük Ali Efendi sır tında kırbası olduğu hâlde Fâtih Sultan Mehmed Hanın huzûruna girdi. Pâdişâh ne kadar telaşlı ve üzüntülüyse, Saka Ali Efendi de o kadar so ğukkanlı ve sâkin duruyordu. En ufak bir endişe izi ta şımıyor, her za­manki gibi tebessüm eder bir hâlde pâdişâhın yüzüne bakıyordu. Pâdi şâh onun böyle kritik bir anda gâyet sâkin ve aldırmaz bir durumda oldu ğunu görünce iyice celâllendi ve şöyle seslendi:

"Olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun Ali Efendi!.. Ordu susuz kal mış, asker susuzluktan kırılıyor. Neden gerekli tedbiri almazsın da bizi müşkil hâle düşürürsün? Şimdi ne olacak. Bu hâle nasıl çâre bulacağız?"

Sakabaşı Ali Efendi gâyet sâkin ve tebessüm ederek; "Devletlü pâdi şâhım! Merak etmeyiniz. Su çok." diye cevap verdi. Onun bu hâli karşı sında daha da hiddetlenen genç pâdişâh; "Su çok mu dersin? Alay mı edersin sen askerle? Ordu susuzluktan kırılırken ne biçim laf edersin?" Sultanın iyice öfkelendiğini ve üzüldüğünü gören Sakabaşı Ali Efendi, ar kasını pâdişâha dönüp, sırtındaki su kırbasını pâdişâhtan tarafa çevirdi ve; "Ben yalan söylemem sultanım. Bakın isterseniz ne kadar çok suyu muz var." dedi.

Sakabaşı Ali Efendinin bu sözünden pek bir şey anlamayan Fâtih Sultan Mehmed Han, Ali Efendinin sırtındaki kırbanın içine baktı. Bir de ne görsün? Kırbanın içinde bir deryâ büyük bir okyanus görünmekte. Göz alabildiğine uza nan su, bir değil, binlerce orduyu doyuracak kadar çok. Gözlerine inanamayan genç pâdişâh, yanında bulunanlara da kır banın içine bakmalarını emretti. Sıra sıyla kırbanın içine eğilip bakan ve zirler, kumandanlar ve diğer vazîfeliler de büyük bir şaşkınlık ve hayret içinde aynı manzarayı gördüler.
Olanların, Allahü teâlânın velî kullarına ihsân ettiği bir kerâmet oldu ğunu anlayan genç pâdişâh, su bulunmasına rağmen askerin susuz bı rakılmasından maksadın ne olduğunu birden kestiremedi. Sakabaşı Ali Efendiye dönerek; "Su bulunmasına rağmen nedir senin bu yaptığın?" diye seslendi. Pâdişâhın daha fazla gazaplanmasından çekindiği için olanları tek tek anlatmaya başladı:

"Ey cihan pâdişâhı! İstediğin kadar su işte burada. Fakat ben askere suyu doyumluk veremiyorum. Çünkü onlar kahramanca savaşıyor, yoru lup terliyor lar. Eğer istedikleri kadar suyu versem hepsi hastalanıp yata caklar. Sonra da za­ferimiz tehlikeye düşecek düşüncesiyle böyle yapıyo rum." dedi.

Sakabaşı Ali Efendinin ârifâne sözleri ve kerâmeti karşısında söyle yecek söz bulamayan Fâtih Sultan Mehmed Han, saygı ve muhabbet dolu nazarlarla ona bakmaya başladı.

Kerâmet göstermekten kaçındığı halde, kerâmetinin ortaya çıktığını gören Sakabaşı Ali Efendi, sırtındaki kırbayı hızlıca yere bıraktı. Başta pâdişâh olmak üzere bütün vezirlerin ve âlimlerin hayret dolu bakışları arasında kırbanın düşüp parçalandığı yerde bir su kaynağı ortaya çıktı. Şırıl şırıl akan bu pınardan ordu nun su ihtiyâcı giderildi. Bu hâdise üze rine Fâtih, Sakabaşı Ali Efendiye Deryâ Ali Baba ismini verdi.

Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihten sonra büyük bir velî olan Saka- başı Deryâ Ali Dede´yi unutmadı. Ona şimdi Kazlıçeşme´nin kurulu bu- lunduğu yerde geniş bir arâzi tahsis etti. Uzun yıllar burada yerleşen, İslâm dînine ve müslümanlara hizmet etmeyi tek gâye edinen Deryâ Ali Baba, Fâtih Sultan Mehmed Hanın saygı ve muhabbet duyduğu kimse lerden oldu. Zaman zaman ziyâret eden Fâtih Sultan Mehmed Han ona ve sevenlerine iltifât ve ihsânlarda bulundu.

Dimitrofçalı Muslihuddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sınır boyla rında yetişerek, Rumeli´de İslâmiyetin yayılması için gayret göste ren gâzî der vişlerden ve Rumeli evliyâsının büyüklerindendir.

Kânûnî Sultan Süleymân Han, Zigetvar seferi esnâsında kaleyi ku şatınca, Pertev Paşa da Küle kalesini kuşatıp, topa tuttu. Zafer müyesser olmadı. Dimitrofçalı Muslihuddîn Efendi Dimitrofça´dan talebelerini top layıp, Küle´ye doğru yola çıktı. Muslihuddîn Efendinin oraya ulaştığı gün, asker arasında zafer haberi yayıldı. Askerin mâneviyâtı çok yükseldi. As kerler, daha kale alınmadan birbirlerini tebrik ediyorlardı. Kısa süre sonra İslâm ordusu kaleyi fethetti. Muslihuddîn Efendi, fetihten sonra Hüseyin Dede´ye; "Hemen bir (atlı) araba bul, öğleyin çıkıp Zigetvar gazâsına ye tişelim!" diye tenbih etti. Hüseyin Dede, arayıp taradı, münâsip bir şey bulamadı. Bütün arabacılar, askere erzak ve silâh yetiştirmekle meş gûldü. Gelip Muslihuddîn Efendiye durumu arzetti. Muslihuddîn Efendi; "Ne yapıp yapmalı, bir araba bulmalıyız. Bütün erenler, gazâya çıktılar." dedi. Hüseyin Dede, yeniden araba aramaya çıkıp, ikindiye doğru bir araba buldu. O gece Travnik kasabasına vardılar. Ertesi gün ikindi sa a tine doğru, havâlideki nehre ulaştılar. Ancak yakında konak yeri olmadı ğından, bir saldırı tehlikesi vardı. Bunun için köprüden geçmeyip yukarı dan dolaştılar. Cumâ günü seher vakti kalkıp, öğle vaktinden sonra Şikloş´a yetiştiler. Oradan da sevenleri yanlarına katılıp, akşama doğru pâdişâhın ordusuna ulaştılar. Ertesi gün savaş alanına vardılar. Çok geçmeden hisâr tutuştu, yanmaya başladı. Bir müddet sonra da İslâm bayrağı Zigetvar kalesi burçlarında dalgalandı.

Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi Dursun Fakîh (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şeyh Edebâlî hazretlerinin dâmâdı ve Osmanlı Devletinin kurucusu Os man Beyin bacanağıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefât etti.

Aslen Karamanlı olup, hocası Edebâlî hazretlerinin hemşehrisidir. Çeşitli ilimleri, Edebâlî´den tahsîl edip, tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde âlim, tasav vufta yüksek derecelere sâhib oldu. Kalbi, kötülüklerin pislikle rinden temiz lendi. Dünyâlık olan şeylerden uzaklaşmakta ve takvâda, güzel ahlâkta, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta, insanlara doğru yolu göstermekte çok ileri idi.

Bu sırada Anadolu Selçuklu Devleti Sultanının, İlhanlı Gâzan Han ta rafın dan İran´a götürülmesi üzerine devlet parçalandı. Her önüne gelen bey, herkes sığınacak yer arar oldu. Haber Osman Beyin meclisine ulaştı. Mecliste hazır bulunan Osman Beye, hatîb ve vâiz Dursun Fakîh şu teklifi yaptı: "Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan müslü- manları bir araya toplayıp idâre etmek basîretini ve gücünü ihsân etmiştir. Allahü teâlânın inâyeti, duâ ordusu nun himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet ve kudretleriyle çevrenizdeki tekfurları dize getirip, bir­çoklarının topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra Anadolu top raklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp, ahâlisini huzûra kavuştur maya gelmiştir. Müsâade buyurun da, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan îlân edelim." dedi. Sultan düşünüp, istişâre etti. Dursun Fakîh´e hak verdi. O gün Dursun Fakîh, Osman Gâzi adına hutbe okuyup, beyinin sultanlığını îlân etti.

Dursun Fakîh bundan sonra Osman Gâzinin cihâd hareketine iştirak etti. O hem elinde kılıcı ile gazâlara katılıyor hem de namaz vakitlerinde gâzilere na maz kıldırıyordu. Ayrıca gâzilerin dînî meselelerdeki suâllerini de Dursun Fakîh çözüyordu. Bu husûsiyetleri ile onun Osmanlı Devleti nin resmî olmamakla be râber ilk kâdıaskeri hüviyetini taşıdığı anlaşıl maktadır.

Dursun Fakîh, okuduğu hutbelerde vâz ve nasîhatlarında gâzilerin gazâ şev kini artırıcı sözler söylerdi. Resûlullah efendimizin ve O´nun mübârek Eshâbının güzel ahlâk ve örnek yaşayışını anlatırdı. Bu mübâ rek âlimin sözleri ve duâları bereketi ile Osman Gâzinin seçme yiğitleri, Allahü teâlânın dînini yaymaya, in sanlara merhametli davranıp zarar vermemeye çok gayret ettiler. Herkese iyilik edip, hayırlı amel işlediler. Nefslerini terbiye edip, ebedî saâdete kavuşmak için gayret gösterdiler.

Osman Gâzi 1302´de memleketi beş idârî bölgeye ayırıp, Bilecik´in idâresini Şeyh Edebâlî hazretlerine bıraktı. Dursun Fakîh bundan sonra hocası Şeyh Edebâlî´nin yanında kalıp onun yerine tefsîr okuttu ve fetvâ işlerini yürüttü. Edebâlî hazretlerinin vefâtından (1326) sonra onun zâvi yesinde şeyhlik makâ mına oturdu. 1330´da İznik, Orhan Gâzi tarafından alındıktan sonra Bilecik kâ dısı olan Candarlı Kara Halil, İznik kâdılığına getirildi. Bu târihten îtibâren Dur sun Fakîh´e de Bilecik kâdılığı vazîfesi verildi. Dursun Fakîh´in bu görevde iken vefât ettiği tahmin olunmaktadır. Kabri Bilecik´teki hocası Şeyh Edebâlî türbesi içindedir. Şeyh Edebâlî hazretleri hatip, kâdı ve şâir olan talebesi Dursun Fakîh ile yanyana yat­maktadır. Bu çok sevilen derviş gâzinin bir makam türbesi de, Söğüt´ün Küre köyü civârında bir tepe üzerindedir.

Ebdal Kumral (rahmetullahi teâlâ aleyh) Osmanlı Devletinin kuruluş yılla rında yaşamış mücâhid ve akıncı bir derviş olup, Şeyh Edebâlî haz retlerinin müridlerindendir. Şeyh Edebâlî hazretleri Eskişehir yakınların daki İtburnu adlı köyde ikâmet eder, tâliblerine ilim öğretmek, insanlara huzur dağıtmakla meşgûl olurdu. Talebelerini daha çok kâfirlerle cihâda sevk ederdi. Nitekim sohbetle rinde kemâle gelen Ebdal Kumral´ı da hem talebe yetiştirmek ve hem de Allahü teâlânın dînini yaymak için kâfirlerle harbetmek üzere vazîfelendirdi.

Ebdal Kumral, İslâmiyetin yayılması için pekçok gayret gösterdi. Za man zaman Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Yine bir de- fâsında Er meni derbendi denilen yerde dinlenirken Hızır aleyhisselâma rastgeldi. Tatlı tatlı konuştular. Hızır aleyhisselâm, Ebdal Kumral´a Os- man Bey´den söz etti. Onun dağılmış olan müslümanları bir bayrak altın- da toplayacağından ve kurduğu devletin üç kıtaya yayılaca ğından bah- setti. Ebdal Kumral hazretleri bu genç beyi tanımıyordu. An cak, birçok gazâda bulunduğunu ve zaman zaman gelip Şeyh Edebâlî´nin zâvi- yesinde misâfir kaldığını duymuştu. Hızır aleyhisselâm; "O genç erin, ge- leceği çok ümitlidir. Kendisine bu müjdemizi ulaştır" dedi. Kumral Ebdal kendisini tanımadığını söyleyince, Hızır aleyhisselâm; "Onu, Edebâlî haz retlerinin yanında bulacaksın. Şeyhe bu mevzuda bir rüyâsını nakle- decektir." buyurdu.

Kumral Ebdal, Hızır aleyhisselâmdan ayrılınca, içini bir ateş ve özlem sardı. Büyük doğuşun müjdesini içinde hissediyordu. Doğruca şeyhi Edebâlî hazretle rinin huzuruna varmak üzere yola çıktı.

Bu sırada Osman Gâzi Şeyh Edebâlî´nin Bilecik´teki zâviyesinde mi sâfir bulunuyordu. Osman Gâzi o gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında, Ede- bâlî hazretleri nin koltuğu altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin koltuk altına girdi. O nû run girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peyda oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Al tındaki nice dağlar ve nehirleri göl­geledi. Onun gölgesindeki dağ ve ne hirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladı, Osman Bey uyandı. Hemen abdest alıp şeyhinin huzûruna vardı. Baktı ki şeyhi birkaç derviş ile sohbet etmekte. Bunlardan biri de Ebdal Kumral´dı.

Ebdal Kumral Osman Gâzinin rüyâsını dinlerken heyecandan kalbi nin dura cak gibi olduğunu hissetti. İşte Hızır aleyhisselâmın bahsettiği genç. İşte muaz zam İslâm devletini kuracak genç mîmâr. Bu sırada Os man Gâzinin rüyâsını dinleyen Şeyh Edebâlî tebessüm edip, ruhları ok şayan tatlı bir sesle şöyle tâbir etti:

"Ey Osman! Sana müjdeler olsun. Sana ve senin evlâdına Hak teâlâ saltanat verdi. Ve dünyâ âlem, evlâdının saltanat güneşi altında ola. Ve hem kızım Mal Hâtun sana helâl oldu."

İşte şeyhi ile Hızır aleyhisselâmın söyledikleri de birbirini doğruladı. Ebdal Kumral hazretleri artık daha fazla dayanamayıp şeyhi ile mürid arasına girdi. Osman Gâziye Hızır aleyhisselâmın müjdesini de söyle dikten sonra; "Ey Os man! Sana pâdişâhlık verildi. Bize şükrâne ne verir sin?" diye sordu. Osman Gâzi ise;

"Ne vakit pâdişâh olursam sana bir şar, şehir vereyim." dedi. Ancak Ebdal Kumral´ın gözü öyle yükseklerde olmadığından; "Bize şu köyceğiz yeter. Şehir den vazgeçtik." dedi. Osman Gâzi kabûl etti. Ama Ebdal Kumral, ileride bu va adi Osman Gâzinin çocuklarına karşı ispat etmek için yazılı bir belge istiyordu. Bu maksatla; "Öyleyse bize bir kâğıt ver." dedi. Osman Gâzi ise; "Kâğıt yerine işte bir kılıcım var. Babamdan ve dedemden kalmıştır. Onunla birlikte bir de maşrapa vereyim. Birlikte se nin elinde olsunlar. Neslin bu nişanı saklasın. Eğer Hak teâlâ beni pâdi şâhlığa eriştirirse benim neslim dahi bu alâmeti görüp kabûl etsinler, kö­yünü almasınlar." deyip verdi.

Böylece Osman Gâzinin kılıcı Ebdal Kumral ve onun nesli eline geçti. An cak Kumral Ebdal hazretleri Osman Gâzinin tahta çıktığını göremedi. 1288´de Osman Gâzi, babası Ertuğrul Gâzinin yerine baş seçildiğinde o vefât etmişti. Osman Gâzi ise bu mücâhid şeyh hazretlerini unutmadı. Ona Ermeni Derben dinde güzel bir zâviye yaptırdı. Birçok köy ve tarlalar vakfetti. Çünkü o, günün birinde rüyâsı her anlamıyla gerçekleşir ve Os manlı Devleti cihânı kaplayan bir devlet olursa, bunda îmânlı kılıç sâhip leri kadar, îmân sâhibi dervişlerin de payı olacağına yürekten inanıyordu.

Bu arada her Osmanlı pâdişâhı, Ebdal Kumral neslinden gelen der vişler elinde o kılıcı görünce pekçok ihsânlar ettiler ve o kılıcın kınını ye nilediler.

Bursa velîlerinden Ebdal Murâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bursa´nın fet hinden önce Buhârâ´dan Bursa´ya gelen hak âşığı adı verilen kırk ab daldan biri dir. Ebdal Murâd, Orhan Gâzinin Bursa´yı fethinde yanında bulunan mücâhidlerden idi. Yanında dâimâ bir tahta kılıç bulundurur, bu nasıl kılıç deyip alay edenlere; "Siz onun ne kadar keskin olduğunu bil mezsiniz" derdi.

Ebdal Murâd fetih esnâsında Bursa kalesini gözetleme vazîfesi yaptı. "Hıdmet-ül-Mülûk nısf-üs-sülûk" (Devlet başkanlarına hizmet tarîkat yol culu ğunun yarısıdır) sözü gereğince fetihde Sultan Orhan Gâziye maddî ve mânevî yardımlarda bulundu. Dört arşın uzunluğundaki tahta kılıç ile şaşılacak kahra manlıklar gösterdi. Tahta kılıcını kocaman bir kaya par çasına vurmasıyla kayayı ikiye ayırması düşmanı dehşete düşürdü.

Harp bitip Bursa feth olunduktan sonra Ebdal Murâd´ın, Keşiş Dağı etekle rindeki tekkesine çekildiği ve Orhan Gâzinin tekkeye binden fazla bakır kapkacak verdiği rivâyet edilmektedir.

Eskiden bu tekkede esnafa peştemal kuşatılır ve çeşitli eğlenceler yapılır, sonra da Ebdal Murâd´ın türbesine gidilerek duâ edilir ve; "Destini destime vergil destikeremdir. Allah bir dedik, pervâne geldik, yönümüz dergâha döndük. Gün kubbe altında, yeşil seccâde üzerinde, erenler meydanında, sizler huzu runda peştemal kuşanıp bir murâd almaya gel dik." denirdi. Sonra tekbirler geti rilir. Velîlere rahmet okunurdu. Kalfalar, çıraklar esnâfın en yaşlısının ve ustası nın elini öperlerdi. İhtiyâr usta da; "Allah mübârek etsin oğlum, sanatına doğru ol." diyerek duâ ederdi.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Ya´fûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şam´a yakın Ya´fûr köyünde yaşadı. Zühd, takvâ ve verâ sâhibi bir zât idi.

Kalabalık bir cemâat, haçlıların Akka´da yaptıkları zulümden ona şi kâyette bulundu. Bunun üzerine Ebû Bekr Ya´fûrî onlara; "İnşâallah orayı ve sâhildeki diğer yerleri yakında fethederiz." buyurdular. Bir müddet sonra Sultan Selâhaddîn tarafından fethedilecek şehirlerin isimlerini say- dılar. Zamanla haç lılar ile müslümanlar ara
Kişiye zulmeder mi hiç Mevlâsı,

Kişinin çektiği kendi cezâsı...

.

Yine Kur´ân-ı kerîmde buyrulmuştur. Meâl-i şerîfi: "Bir millete, bir kav- me ihsân olunmuş memleketi, nîmeti cenâb-ı Hak ellerinden almaz. Ne zaman ki; o millet, o kavim, o ilâhî nîmetin kadrini bilmez, kıymet-i ha- kikiyesini takdir et mez, sefâhete gider, nefsinin peşine düşerse hazret-i Allah ellerinden alır." İşte şu sırr-ı celîl-i İlâhî, müslümanlar hakkında zu- hûr etmiştir.

Allahü azîmüşşân bize tarîk-i necâtı göstermiştir. Kur´ân-ı azîmüş- şânda..." diyerek uzun uzun âyet ve hadîsler zikredip halkı birliğe ve cepheye koşmaya dâvet etmekteydi.

Birinci Dünyâ Harbinin kaybedilip vatanın işgâl altına düşmesinden sonra Es´ad Hoca silâha sarılarak yanına aldığı gençlerle tâ Gümülci- ne´den beri tıy netlerini iyi tanıdığı Yunan çetelerinin karşısına geçti. Ay- dın havâlisinde çarpı şan Kuvay-ı Milliyeciler içinde cidden çok büyük hizmetler yaptı. Muntazam ordu teşekkül ettikten sonra da millî ordunun fahrî müftüsü sıfatıyla zafere kadar hitâbeti ve silâhıyla din ve vatan uğ- runda görülmemiş bir fedâkârlıkla çalıştı. Es´ad Hoca´nın bu devredeki uzun ve teferruatlı mücâdelesinin bir kısmını, millî mücâdele Aydın cep- hesi kumandanı ve harekât-ı harbiye reisi Tâhir Özerk Bey bir mektu- bunda şöyle nakletmektedir:

"...Millî mücâdelede, Aydın ve Ödemiş cepheleri harekât-ı harbiye reisi bulunduğum cihetle pek muhterem diğer bir hocamızdan da bah setmek vecîbe dir. O da birinci Büyük Millet Meclisinde Aydın mebûsu olarak bulunmuş olan Hoca Es´ad Efendidir. Aydın´da sultânî mektebinde muallim ve Aydın Hilâl-i Ahmer reisi iken işgâl üzerine silâha sarılarak cephemize gelmiş, hakîkî bir muhârib olarak bizimle muhârebelere iştirak etmiştir.

Yunan, Ödemiş´in Mendegüme üstündeki bayıra, açık ordugâh kur muştu. Biz de Koçak Deresi ağzında yüz elli mevcutlu bir piyâde taburu ve bu taburun sağında kırk kadar zeybek kızanıyla Mendegümeli Hasan Hüseyin Efe, sol cenahdaki tepede bir kudretli cebel topu ve benim mai yetimde yedi süvâri (muhterem Hoca Es´ad Efendi de dâhil), buna mu kâbil düşman bir alay piyâde ve dört toplu bir cebel bataryasından mürekkeb idi. Fecirle berâber savaş baş ladı. Her neye mal olursa olsun Mendegüme havzasını düşmandan geri almamız esas gâyemiz idi. Bunu da taarruz emîrlerimizde bildirmiştik. Fecrin o ıssızlığı sırasında ordu müftümüz muhterem hocamız Es´ad Efendi kendisi ve topçu as kerleri tekbirler getirerek ilk mermiyi biricik topumuzun namlusuna yerleştirtti. Harp kızıştı. Açıkta mevzi alan düşman topçusu, Koçak Deresi ağzına doğru dört mermi attı. İşâretimiz üzerine bizim topumuz açıkta bulunan düşman topçu suna tekbirlerle ateşlendi. Tekbirlerle yerleştirilen bu mer- mi düşman topunun birinin ağzına isâbet etti, bunu müteâkip de düşman topları üzerine beş mermi daha yollandı. Düşman topları susup yalnız bizim topumuzun patlaması Yunan lıları sarstı, düşman topçusu mühim zâyiâtla perişan bir halde geriye kaçtı. Yu nan askerleri bozulup, yüzlerce ölü bırakarak kaçtı. Bizim zâyiâtımız, biri mülâ zım olmak üzere üç ya- ralıdan ibâretti. İki buçuk saat sonra Başören, Küçükören, Mah mutlu köyleri tamâmen düşmandan geri alındı. Biz de muzaffer olarak cephe karargâhı olan köşke döndük.

Muhterem hocamızın gerek muhârebe ve gerek siyâset sâhalarında büyük hizmetleri vardır. Aydın muhârebesinden sonra Yunan mezâlimini İstanbul hükûmetine ve Îtilaf devletleri mümessillerine anlatmak üzere umum halkın mümessili olarak Aydın Belediye Reisi Reşat Beyle birlikte Rodos tarikiyle İs tanbul´a gitmesi ve beynelmilel bir tahkik heyetinin gel mesine ve lehimizde ra por verilmesine dâir büyük hizmetlerine paha bi çilmez, takdir ve tebcîl-i vecî bedir."

Es´ad Hoca Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine Aydın mebûsu ola rak seçildi. İkinci devrede ise, Menteşe (Muğla) Mebûsu oldu. O gerçek leştirilmesi için üç sene milletçe yekvücut bir halde ve fedâkârca çalışılan Mîsâk-ı Millî´nin tescil ettirilmesini cânu gönülden arzuluyordu. Ancak Lo zan heyetinin bu gâye den uzak faâliyetlerini görünce, şiddetli tenkitlerde bulundu. Mecliste muâhe deye red anlamına gelen kırmızı oy verdi. Bil hassa Batı Trakya Türklerinin mu kaddesâtı üzerindeki tâvizkâr politikayı tenkîd eden Es´ad Hoca, yaptığı konuş mada; "Ben Yunan palikaryalarını bilirim. Onlara teslim ettiğiniz Türklerden birgün gelecek; bir torba kemik bile alamayacaksınız." dedikten sonra, Mora ve Girid gibi yerlerde bunun misâllerini nakletti.

Osmanlılar zamânında Anadolu´da yaşayan evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-Memdûh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin akrabâlarından Ali Efendi birkaç arkadaşıyla hacca gitmişti. Dönüşte Lazkiye civârına geldiklerinde yiye cekleri bitti. Lazkiye´ye giderek orayı idâre eden Os manlı paşasına durumu an lattılar ve yardım talebinde bulundular. Onla rın Tillolu olduğunu öğrenince, Gavs-ül-Memdûh hazretlerini sordu. Ye ğeni olduğunu söyledi. Paşa buna çok sevindi ve hocalarının evsâfını sordu. O da tek tek anlattı. Anlattıkça paşa tasdik ediyordu. Buna ol dukça şaşırdı. Acabâ paşa, hocamı nereden tanıyordu? Daya namayıp sordu. Paşa da cevap olarak şöyle anlattı:

Pâdişâhımızdan, buradaki Fransızlarla savaş yapmak üzere emir al mıştım. Askerlerimi toplayarak düşmana saldırdık. Onlara karşı, gerek si- lâh, gerekse as­ker olarak çok az olmamız hasebiyle mağlup olmuştuk. Durumu sultânımıza bildirdik. Sultan da yeniden asker toplayıp Fransız ların üzerine yürüyerek gâlip gelmemizi emretti. Başüstüne, diyerek tek rar asker topladım. Hazırlıklarımı ta­mamladıktan sonra savaş meydanına yürüdük. Her askere namazlarını geçirme­meleri için tekrâr tekrâr tenbih ettim. Sonra helallaşmalarını, âmirlerine mutlak itaat edip zamanın velîle rinden imdâd istemelerini söyledim. Böylece maddî ve mânevî sebeplere yapıştık. Başta kendim, savaş meydanında geçirdiğim o ilk gecede, sa bahlara kadar uyumadım. Namaz kılıp, Kur´ân-ı kerîm okudum ve cenâb-ı Hakk´a çok duâ edip yalvardım. Gözyaşları arasında zamânın Gavs´ın- dan da yardım istedim. Fecr vaktinde askerimi uyandırdım. Ezân-ı Mu hammedî okundu. Cemâatle sabah namazını kıldık. Rabbimizden bize zafer nasîb etmesi için duâlar edip askerimle helâllaştım. Güneş doğar- ken, karşı te pede ordugâhını kuran Fransızlar üzerine; "Allah Al lah!.." nidâlarıyla hücûma geçtik. Önce top atışları ile başlayan savaş, sonra tüfek ve tabancaya, göğüs göğüse geldiğimizde de kılıç ile çar pışmaya döndü. Her iki tarafın da bütün gücü ile vuruştuğu bir anda, bir atlının rüzgâr gibi saflarımıza katılıp düşmana hücûm ettiğini gördük. Bu gelen nûr yüzü, yeşil sarığı ve beyaz elbisesi içinde daha da heybetli gö rü- nüyordu. Elinde kılıcı ile; "Allahü Ekber" nidâlarıyla hü cûm üzerine hü cûm tâzeliyordu. Onun bu gayreti hepimizi heyecana getirdi. Canımızı dişimize takarak Fransızların üzerine şiddetle saldırdık. Öyle ki, herbiri- miz birer arslan kesilmiştik. Vurduğumuz yerden ya kol, ya baş ko parı yorduk.

Bizim bu ânî gayretimiz düşmanın gözünü yıldırdı ve kaçmaya baş ladılar. Peşlerine düştük, pek çoğunu öldürdük, bir kısmını esir aldık. Pek azı kaçabil mişti. Topları, cephâneleri hep elimize geçti. Bu arada bize yardıma gelen o mübârek zâtın, düşmanın kaçtığı istikâmetten atıyla geldiğini gördük. Önünde elleri bağlanmış bir Fransız vardı. Yanımıza gelmesini heyecanla bekledik. Ni hâyet geldiklerinde esiri yere bıraktı ve; "Paşa! Bu papaz, Fransızları galeyana getirerek, müslümanlara saldırtı yordu. Bu İslâm düşmanını iyi zaptet!" buyurdu. Buna çok sevindim ve imdâdımıza yetişen nûr yüzlü zâtın ellerine sarıldım. Doya doya öptükten sonra; "Canım size fedâ olsun. Kim olduğunuzu lütfeder misiniz?" diye sordum. "Tillolu Memdûh´um." diyerek atını mahmuzladı. Önce şâha kal kan at, hızla yanımızdan uzaklaştı.

Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bolşevik İhtilâli sırasında Kalişof hâdisesinden îtibâren Ruslara karşı çok gazâ ve cihâdlarda bulundu. Buhârâ Emirliği Rusların eline geçtikten sonra da cihâdı bırakmadı. Ancak silâh ve gıdâ yetersizliğin den Afganistan´a hicret et mek mecburiyetinde kaldı. Büyük bir kalaba lıkla Afganistan´a geçen Halîfe-i Kızılayak, bundan sonra devamlı cihâd hareketini destekledi. Habîbullah Han zamânında Rusya Afgan sefîri bulunan Gulâm Nebi Han, Rusların yardımıyla Pettekeser mevkîi üzerin den Belh şehrine saldırdı. Burayı işgâl ederek ayrı bir devlet gibi dav ranmaya başladı. Bunun üzerine Halîfe-i Kızılayak, Ruslara karşı çok iyi savaş tecrübesine sâhib bulunan Türk mücâhidlerini bizzât kardeşi Âlim Han ile Belh´e gönderdi. Büyük mücâdeleler netîcesinde Belh işgâlden kurtuldu ve Âlim Han geçici bir süre için Belh´i idâre etti. Her şey normale döndükten sonra Belh´i hükûmete teslîm ederek geri döndü.

Mânevî yönü pek kuvvetli olmayan Emânullah Han, bir keresinde Belh´e gelerek bir toplantı düzenlemişti. Bu toplantıya Halîfe-i Kızılayak´ı da dâvet etti. Fakat toplantı öncesi oradaki devlet erkânına Halîfe-i Kızı layak içeri girdi ğinde ayağa kalkmamaları husûsunda sıkı sıkıya tenbihte bulundu. Halîfe-i Kı zılayak, yanında hazret-i Şurbâzâr olduğu halde Bel- h´e gelerek toplantı yerine gitti. Onun teşrifini gören Emânullah he men ayağa kalkarak saygıyla karşıladı. Emânullah ayağa kalkınca diğer dev- let erkânı da ayağa kalkmak mecburiye tinde kaldılar. Daha sonra bu durum kendisinden sorulduğunda Emânullah şöyle cevap vermiştir: "Ha­lîfe-i Kızılayak´ı gördüğüm vakit her iki yanında büyük bi rer arslan vardı. Korkumdan ve kendimde olmadan birden ayağa kalkıverdim."

Bolşevik ihtilâlinden sonra Afganistan´a geçen Türk muhâcirleri ile bâzı Peştun kabîleleri arasında münâzaralar ortaya çıkmıştı. Hattâ ufak çapta çatış malar da görülmüştü. Bu hâdiseler devâm ederken Peştun- ların kabîle reisi bütün adamlarını toplayarak bu durumu görüş mek üzere Kızılayak´a hareket etti.

Bunu duyan Halîfe-i Kızılayak, kırk elli kadar kişiyi silâhlı olarak yolun iki kenarına yerleştirdi. Adamlarıyla kızgın bir şekilde gelmekte olan han, Kızılayak´a on beş km kadar yaklaştığında ürpermeye ve endişeye ka pılmaya başladı. Yaklaştıkça ezilip büzüldü ve âdetâ küçüldü. Han, nihâ yet dergâh kapı sına geldiğinde mecalsiz bir halde edeple içeri girdi. Ö- zürler beyân ederek bütün anlaşmazlıklara son vermek üzere huzurdan ayrıldı. Böylece felâkete sebeb ola bilecek bir mesele kendiliğinden halle dilmişti. Daha sonra yakın adamları reise, kendisinde görülen değişikliği suâl ettiklerinde; "Yolun iki kenarında bir ordu bekleşiyordu." diye bah­setmiştir.

Halîfe-i Kızılayak, gerek sözleriyle, gerek ameliyle Ehl-i sünnet îtikâdı ve İslâm ahkâmına tam uymuş ve onu yaymak için uğraşmıştır. Uzun ömrünü cihâdlarla süslemiştir. Kendisine gösterilen saygılara mukâbil on- da kesinlikle bir kibir ve gurur hâli görülmezdi. Her hâliyle çok mütevâzi idi.

Herkese iyi davranırdı. Kendisine kötü davrananlara karşı da yumu şak ve merhametli idi. Çocuklar dâhil herkese selâm verirdi. Kimse ken disinden önce ona selâm veremezdi. Birçok defâ daha önce selâm ver mek niyetiyle huzûruna çıkanlar bunu başaramamış, hep selâm almak mecbûriyetinde kalmışlardır.

Kimseyi incitmemeye çok dikkat ederdi. "Çocukluğumda sapanla bir serçe vurmuştum. Bunu her hatırlayışımda korkudan kalbim titriyor." bu yururdu. En küçük müstahaba bile ehemmiyetle riâyet ederdi. Hep kıble tarafına dönerek otururdu. Helâl ve temiz yemeye çok dikkat ederdi. Seyyitleri çok sever ve on lara hürmet gösterirdi. Her hareketi Resûlul- lah´a tam tâbi olduğunu gösteri yordu.
Yavuz Sultan Selîm Hanın nedîmi, sohbet arkadaşı ve velî Hasan Can (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Sultan Selîm Han, bir gün İran seferinde ge çen bir hâdiseyi anlatırken demişti ki: "Biz, hiçbir sefere ken- di görüş ve düşün­celerimizle karar vermedik. Görevlendirilmeden her- hangi bir yere seferimiz ol­mamıştır." Bunun üzerine ben de, Kemâled- dîn-i Erdebîlî´den işittiğim sözleri naklettim. Sözümü tasdîk edip; "Molla Kemâleddîn denilen bu zât nasıl bir kim­sedir?" diye suâl etti. De dim ki: "Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî´nin büyük ve en bilgili talebesi olup, din ve fen ilimlerindeki tahsîlini tamamladıktan sonra, ta­savvuf yoluna meyletti. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu. Fenâ mertebele rine ula şıp, âlim- lerin ve halktan herkesin kendisine inanıp bağlandığı ve çok ta lebesi bu- lunan bir tasavvuf ve mârifet ehli oldu. İbâdetle çok meşgûl olur, bir an Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itâatsizlik etmezdi. Dâimâ tâat üzere bulu nurdu. Tefsîr ve hadîs ilimlerini mütâlaaya devâm ederdi. Tef sîr-i Beydâvî´yi ve Sahîh-i Buhârîyi yanından hiç ayırmazdı. İbâdet eşi ğinden başını kaldırmazdı. Âlimler arasında bir mesele hakkında ihtilâf zuhûr e- dip çözmeye güçleri yet mezse, hemen ona başvururlar ve cevâ bını alırlardı."

Yine Hasan Can, şânı yüce pâdişâhla aralarında geçen bir hâdiseyi şöyle nakletmektedir: "Merhum Cennet-mekân Sultan Selîm Han haz retlerinin âdet-i şerîflerinden biri de, çoğu gecelerini kitap okumakla geçi rip, sabah namazına kadar uyumamalarıydı. Zaman zaman da ona oku tup, kendileri dinlerlerdi. Bâzan da, devlet ve saltanat işlerinden söz ederlerdi. Bir gece uyku bastırıp, sıh hatim de bir parça bozuk olduğun dan, yatağıma uzanıp uyuyakalmışım. Sabah namazı vaktinde uyanarak namazımı kıldıktan sonra, hemen Sultânın hizmetine koştum. "Bu gece hiç görünmedin, ne yapıyordun?" diye sordular. "Birkaç ge ceden beri uy­kusuz kaldığım için, bu gece gaflet bastırıp hizmetinizden uzak kaldım." diyerek cevap verip, özür diledim. Bunun üzerine buyurdular ki:

"Öyleyse şimdi anlat bakalım, bu gece nasıl bir rüyâ gördün?" "Anla tılacak değerde bir rüyâ görmedim." diye cevap verdim. Yine buyurdular ki: "Bu nasıl sözdür? İnsan bir gecenin tamâmını uyku ile geçirsin de hiç rüyâ görmesin. Hayret doğrusu! Herhâlde bir şeyler görülmüştür." Sonra üzerinde durmayıp, başka konularda bir süre sohbet ettikten sonra tekrar buyurdular ki: "Saçma şeyler söyleme Hasan Can! Herhâlde bu gece bir rüyâ görülmüştür. Bunu ben den gizleme!" Çok düşünmeme rağmen bir türlü rüyâ gördüğümü hatırlayama dım. Yemîn ederek, anlatılmağa değer bir rüyâ görmediğimi söyledim. Mübârek başlarını sallayıp; "Tuhaf şey!" dediler. Tekrar tekrar rüyâmdan sormaları çok garibime gitmişti. Sebebini de bir türlü anlayamadım. Şaşırıp kalmıştım.

Bir süre sonra, Kapı Ağasının oturduğu odaya bir iş için beni gönder diler. Vardığımda gördüm ki, Hazînedârbaşı Mehmed Ağa, Kilercibaşı ve Saray Ağası ile töreleri üzere oturup konuşuyorlardı. Fakat Kapı Ağası Hasan Ağa düşünceli, şaşkın ve başını önüne eğmiş bir vaziyette gözü yaşlı oturuyordu. Gerçekten de o, az konuşur, sâkin, iyi huylu ve geceleri teheccüd namazına kalkan kişilerden biriydi. Fakat bu hâli, önceki dav ranışlarına hiç benzemiyordu. Bir yakını vefât etmiş sandım.

"Ağa hazretleri, geçmiş olsun! Kalbiniz gamlı, gözünüz yaşlı görülür. Se bebi ne ola?" dediğimde; "Hayır, böyle bir durumum yok!" diye hâlini gizledi. Hazînedârbaşı dedi ki: "Kardeş! Ağa bu gece bir rüyâ görmüş. Daha o uykunun mahmurluğundadır." Ben de dedim ki: "Allah rızâsı için söyleyin ki, devletlû Pâdişâhımız, elbette bir rüyâ görmüşsündür diye hiç durmadan beni sıkıştırdı durdu. Herhâlde bu türlü ısrâr edip durmaları sebepsiz yere değildir. Ona iyi bir armağan olur, anlatınız!" Hasan Ağa ise anlatmaktan kaçınıp duruyordu. Üze rinde bir utanç hâli vardı. "Benim gibi yüzü kara günahkârın ne rüyâsı ola ki, pâdişâh katında söylensin. Kerem edin, bana böyle bir teklifte bulunmayın!" diye anlatmaktan kaçı nıyordu. Biz sıkıştırdıkça, Ağa, hayâsı çok bir kişi oldu ğundan; "Kerem eyleyin, vaz geçin!" diye yalvarırdı. Sonunda Mehmed Ağa dedi ki: "Niçin söylemezsin? Daha önce bize anlattığında, pâdişâha anlatmak için me mur edildiğini söylemiştin ya! Gizlenmesi hıyânet olmaz mı?" deyince, çâresiz kalıp, gizli kapaklı sırrın mührünü açıp dedi ki:

"Bu gece rüyâmda, bu eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar. Ne haber vardır deyip kapıya koştum. Baktım ki, kapı biraz aralanmış dı şarısı görü nüyor, fakat bir adam sığacak kadar değildir. Bu aralıktan baktığımda gördüm ki, Harem dâiresi, başlarında sarık bulunan Arab si mâsında nûr yüzlü kimselerle dolu. Ellerinde bayraklar, silâhlar ve başka âletler ile hazır vaziyette duruyor lardı. Kapı dibinde ise nûr yüzlü dört kişi duruyordu. Onların ellerinde de birer sancak vardı. Pâdişâhımızın san cağı, kapıyı çalanın elindeydi. O zât, bana dedi ki: "Biz neye geldik, bilir misiniz?" Ben de "Buyurun." dedim. Dedi ki: "O gör düğün kişiler, Resûlul- lah efendimizin eshâbıdır. Bizi dahi Resûl-i ekrem efen dimiz gön derip, Sultan Selîm Hâna selâm söyledi ve buyurdu ki: "Haremeyn´in (Mekke ve Medîne´nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin. Gördüğün bu dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömer-ül Fârûk ve bir di ğeri de Osmân-ı Zinnûreyn´dir. Seninle konuşan ben de, Ali bin Ebî Tâlib´im. Bunu he men varıp Selîm Hâna söyle!" dedi ve gözümün önün den yok olup gittiler.

Bana dehşetli bir hâl oldu. Terler içinde kalıp, sabaha kadar öyle baygın bir vaziyette yatıp kalmışım. Oğullarım, teheccüd namazına alı şageldiğim üzere kalkmadığımı görünce, hasta olduğumu sanmışlar. Sa bah namazı vakti geçmek üzere iken gelip beni uyarmak için vücûduma ellerini sürdüklerinde görmüşler ki, suya düşüp ıslanmış gibi yatıyorum. Elbisemi değiştirmek için yenilerini ge tirip, o sırada beni uyandırmışlar. Aklım başıma gelince, acele gelip namaza ye tiştim. Fakat aklım hâlâ tam başımda değildi." diyerek, hem söylüyor, hem de ağlıyordu.

Ben, Pâdişâhın buyurduğu hizmeti bitirdikten sonra, dönüp şerefli makâ mına gelince, bu hizmeti sormadan, yine rüyâmdan sorup buyur dular ki: "Şu se nin, bu gece sabaha kadar uyuyup, hiçbir rüyâ görmedi ğine şaşılır!" Bunun üze rine ben de: "Pâdişâhım, rüyâyı bu Hasan kulu nuz görmedi ise de, bir başka Ha san kulunuz görmüş. Emriniz olursa arzedeyim." dedim. Emirleri üzerine Hasan Ağanın rüyâsını aynen nak lettim. Anlattıkça mübârek yüzü kızarmaya başladı ve nihâyet dayana mayıp, mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Rüyâyı tamamla yınca; "De- mek ki, o dert sâhibinin safâ-i meşrebi, temiz bir hâli varmış. Sen onu bize medhettikçe; "Zâten, ibâdet ederken gördüğün her kimseyi velî sa nırsın zannederdik. Meğer sevmediğini medhetmez imişsin." diye buyur dular ve arka­sından: "Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa memur olunma dıkça hareket etmeyiz. Ecdâdımızdan her biri evliyâlıktan nasîbini almışlardır. Herbirinin nice kerâmetleri vardır. İçlerinde, ancak biz onlara benzemedik." di yerek tevâzuunu dile getirdi ve hâlini gizle meye çalıştı. Bu rüyâdan sonra, Ara bistan seferinin hazırlıklarına başla yıp, bütün tedbirlerini alıp, her türlü harp te dârikini temin ettikten sonra sefere karar verdi. Meşhur târihçi Solakzâde, bu konuda diyor ki: "Pâdi şâha dahi o gece rüyâsında, Hasan isminde bir şahıs vâ sıtasıyla kendi sine bir hizmetin görülmesi tebliğ olunacağı haber verilmişti."

Mısır´ın fetholunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han, Hasan Can´a şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda Muhammed Bedahşî´yi gördüm. Yolcu luk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağla mıştı. Bu halde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bi zimle vedâlaştı." Pâdişâh bu sözleri söyler söylemez Hasan Can gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tâbire girişti ve; "Velîlerin görünüşte çıka cakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, ya kında vefât edeceklerine işârettir." dedi. Sultan Selîm Hanın bu cevâba cânı sıkıldı ve; "Rüyânın gerçekleşmesinin yormaya da bağlı olduğunu bilmez misin? Eğer Şeyhe bir hal olursa senin yorumuna bağlarız. Ce zâlandırılmayı hak eyledin." dedi. Bu sözler üzerine Hasan Can rüyâyı o şekilde tâbir ettiğine çok üzüldü ve pişmanlık duydu.

Çok geçmeden Muhammed Bedahşî´nin ölüm döşeğinde Şam´ın ileri gelen lerini toplayıp; Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övül- müş oldu ğunu haber vererek, Arab diyârının fethiyle Hak teâlâ katın dan vazîfelendirildi ğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bil dirdi. Orada hazır olanlara ve olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olma- larını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Harameyn-i muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultâna benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbet lerimi iletirken, dünyâ dan da sefer ettiğimi bildirin." diye vasiyette bulunmuştu. Şam vâlisi der hal durumu Sultanın kapısına duyurdu.

Bu sırada Sultânın yanında hocası Halîmî Çelebi Efendi ile Hasan Can bu lunuyordu. Sultan hocasına dönerek; "Şöyle bir rüyâ görmüştüm. Hasan Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın gerçekleşmesi tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması tâ birden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezâlandırılmaya hak kazanmadı mı? Bu şekilde tâbirin cezâsı dayak değil mi?" dedi. Halîmî Efendi ise Hasan Can´a bakıp; "Senden böyle acemi davranış bekle mezdim. Atılganlık etmişsin." deyince, Hasan Can utan cından başını öne eğip dedi ki: "Vefât günü ile rüyânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rüyâ daha önce ise fermân devletlü Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezâsı câize, hediye ihsânıdır." Halîmî Efendi bu sözleri doğru bulup, dedi ki: "Hasan Can kulunuzun görüşü akla uygundur. Ger çekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır." Başlara tâc olan Pâdişâh bundan sonra Şam´dan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü rüyânın, Muhammed Bedahşî´nin ve fât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca, Hasan Can´a kıymetli bir hil´at, el bise ile, tam ayar iki yüz dînâr altın ih sân buyurdu. Bunca lütfu Muhammed Bedahşî´nin kerâmeti eseri bilen Hasan Can, şeyhin azîz rûhuna duâlar eyledi.

Hasan Can, Yavuz Sultan Selîm´in vefâtını şöyle anlatmaktadır: "Sul- tan-ı Arab ve Acem, 1520 Şâbân ayında eski saltanat merkezi Edir ne´ye gitmeyi ka­rarlaştırıp, vezirler ve dîvân erkânını önceden, ordu-yı hümâ- yûna lâzım olan pekçok ağırlıklar ve hazîne-i âmire ile yola çıkar dılar. Ferhad Paşayı, berâber gitmek üzere alıkoydular. Hareketten ev vel, bir gün oturdukları köşkten çıkıp, sarayın eteğindeki bahçeye yürü yerek in- diler. Gezintileri sırasında bir yokuşa çıkarken, ol dîn-i İslâmın koruyu- cusu, sırtlarında hissettikleri bir acıdan rahatsız olup, bu zavallı hizmetçi- lerine hitâb ederek; "Arkama gûyâ bir diken batıp acı­tır." buyur dular. Bu hakîr dahî: "Herhâlde bahçedeki ağaçlardan düşüp gömleğe takılmış ol- malı. Ferman buyurulursa görülsün." dedim. Buyurdular ki: "Câiz dir." O anda iskemleci, taşımakta olduğu yaldızlı kürsüyü getirdi. Selîm Hân da, kürsü üzerine oturdu. Mübârek yakalarından elimi sokup her ne kadar a- raştır dımsa da, bir şey bulamadım. Mübârek arkaları gâ yet kıllı olduğu i- çin, elimi sürmekle bir şey hissedemedim. Ayağa kalkıp bir miktar gittik- ten sonra, acıdan şikâyetlerini tekrarladılar. Bu kere düğ melerini açıp baktım. Kılların arasından birdenbire gördüm ki, bir kıl başı kadar yer a- ğarıp, etrâfı kırmızı olmuş. Üzerine dokununca; "İşte oldur." dediler. "Ne makûle nesnedir?" diye suâl buyurdukta, beyân ettim. Bu yurdular ki: "Bir parça sık!" Ben dahî şehâdet ve orta parmakla­rımla ke narından yokla- dım. Parmaklarımın arası sertleşmiş büyük bir gudde ile doldu. İrâdemi kaybedip; "Saâdetlû Pâdişâhım, bu büyük bir çıbandır. Henüz hamdır, ol- madıkça zedelemek câiz değildir. Bir münâsip merhem koymak ge­rektir." dedim.

Meğer bu hâdiseden üç gün önce, bu bendelerinin, çıban eleminden rahatsız olup arka arkaya üç gün kendilerine hizmet şerefinden mahrum olduğum hâtır-ı şerîflerinde kalmış imiş. Bu sözlerime karşı latîfe olmak üzere: "Biz çelebi de ğiliz ki, bir küçük çıbandan ötürü cerrahlara mürâ caat edelim." dediler. Bu hâlle Kasr-ı saâdete çıktılar. Ol geceyi acı ve ıstırap ile geçirdiler. Ertesi gün çıbanın olgunlaşması için hamama gitti ler. Bu bendelerinin hazır bulunmadığını fırsat bilip, kendi tellâkları olan Hasan adındaki hizmetçilerine iyice sıktırıp, çıbanı zedelemişler. Ha mamdan geldikte ayaklarına kapandım. "Hasan Can, sözünle amel et medik amma, kendimizi helâk ettik." buyurdular. Mâcerâyı etraflıca an la­tınca, aklım başımdan gitti. Zaman geçtikçe ol sert madde azıtıp, taştıkça taştı. Pâdişâh, Edirne´ye gitmeye karar verdiğinden, geri bırakılmayıp, Şâbân ayının ikinci günü Edirne´ye doğru yola çıktılar. Hastalığı gitgide şiddetlendi, ilaç ka bûl etmez bir hâl aldı. Çorlu yakınında Sırt köyü deni len yere inildi. Buraya in­diklerinde, çıban öyle bir hâl aldı ki, akıntısını vücûdundan def etmeye Sultânın iktidârı kalmadı. Çâresiz, o yerde ikâ met ve karar ihtiyar buyuruldu. Ve daha önce Edirne´ye varan erkândan Vezîr-i âzam Pîrî Paşa ve Mustafa Paşa ve Bey lerbeyi Ahmed Paşa, ordu-yı hümâyûna dâvet olundular. Bunlar gelince askerin içine bir şüphe düşmesin diye, işlerin îcâbına göre dîvân toplanıp, mansıplar da ğıttılar ve terfi-i merâtib eylediler ve neş´eli görünerek, gizli kederlerini belli et mediler. Ve iki ay müddet, acılar içinde vakit geçirdiler.

Bu sırada asker arasında binbir türlü haber şâyi´ olup, yersiz birtakım hare ketler olacağı alâmetleri belirince, vezîrler bana haber gönderip, Sultan için na sıl bir çâre gerektiği sorulunca, ben de; askerin mübârek yüzlerini görmeye has ret kaldıklarını kendilerine arz edip, yalvarıp, yaka rarak otağ-ı hümâyûnun önüne çıkmalarını sağladım. Orada bir miktâr vekar içinde durup yüzünü gös terdikten ve sipâhilerin hatırlarına düşen tereddüdü izâle ettikten sonra, geri dö nerek yerlerine avdet buyurdular. Ve Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşayı, sır saklamaya iktidârı olmadığı için Edirne muhâfızlığı behânesiyle o tarafa yolla dılar. Çıbana hiçbir ilâç ve ihtimâm kâr etmediğinden, aynı sene Şevvâlin doku zuncu gecesinde rû hunu teslim edip, bu elemli dünyâdan Cennet bahçelerine doğru uçup gittiler.

Hastalığı sırasında ona hizmet etmek şerefinden bir an mahrûm ol madım. Geceleri sabahlara kadar, mum gibi için için yanarak karşılarında dururdum. Bir hizmeti olmadığı zaman, emr-i âlileri ile döşekleri yanında otururdum. Kâh mü bârek elleri elimde, kâh asîl ayakları dizimde idi. Cer rahlar ilâca giriştikleri sı rada, kâh omuzuma dayanır, kâh cerrahların yap- tıklarına bakmaya memur eder, ancak bana îtimâd buyururlardı.

Vefâtında Kur´ân-ı kerîm okumak ve Kelime-i şehâdeti telkinde bu lunmak vazîfesini yalnız ben gördüm. Son nefesine kadar bir an yanın dan ayrılmadım. Hattâ son nefesini vereceği sırada, bu hakîre hitâb edip buyurdular ki: "Hasan Can, bu ne hâldir?" Ben hizmetçileri dahî dedim ki: "Sultânım, Allahü teâlâ ile olacak zamandır." Buyurdular ki: "Bizi bunca zamandan beri kimin ile bilirdin? Cenâb-ı Hakk´a teveccühümüzde kusûr mu gördün?" Ben dahî dedim ki: "Hâşâ ki, bir zaman Allahü teâlânın adını anmayı unuttuğunuzu görmüş olam. Lâkin bu zaman başka za manlara benzemediği için, ihtiyâten söylemeye cesâret eyle dim."

Kısa bir an geçtikten sonra; "Yâsîn sûresini oku!" diye fermân buyur dular. Emr-i hümâyûnları gereğince, Yâsîn sûresini hatmettim. Benimle berâber oku dular. İkinci defâ okurken; "Selâmün kavlen min Rabbirra- hîm" âyetine geldiğim zaman gördüm ki, mübârek dudakları bu âyet-i kerîmeyi okuyarak hareket eder ve o anda, önce sağ şehâdet parmağını kaldırıp diğer mübârek parmaklarını sı kıp temiz rûhunu teslim etti.

Eli elimdeydi. Mübârek bileğini tutmuş, nabzını dinliyordum. Nabzın dur duğunu hissedince, o anda lâzım olan hizmetleri yerine getirmek üze- re ayağa kalktım. Hekimbaşı Ahî Çelebi oradaydı. Benim yaptığıma bakı- yordu. Ayağa kalktığımı görünce: "Henüz hayat bâkidir. Ne için ayağa kalkarsınız?" diye beni oturtmaya kalkınca; "Bu eşiğe alnımı koy duğum andan bu âna kadar velî nîme timin hizmetinden bir lahza yüz çe virme- mişim. Bu sıralarda yapılacak iş budur. Tabîblik etmenin zamânı geçti ve asıl cevher kaybolup gitti." dedim. Gerekli hizmetleri yerine ge tirdim."

Kânûnî Sultan Süleymân döneminde Enderunda çeşitli dersler veren Hasan Can, H.974 senesinde Bursa´da vefât etti. Kabri, Çelebi Sultan Mehmed türbesi önündedir.
Yirmi ikinci Omanlı şeyhülislâmı, ulemânın kutbu ve velî Hoca Sâ- deddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh), Şehzâde Murâd tahta çık mak üzere Manisa´ dan İstanbul´a gelirken, berâberinde idi. O zaman Sultan Murâd´ın özengi ağası olan Tiryâkî Gâzi Hasan Paşanın nakletti ğine gö- re, şehzâde yolculuk sırasında yanında göremediği Hoca Efendiyi sordu. Yanındakiler onun bindiği atın ham olması dolayısıyla biraz geride kal- dığını söylediler. Bunun üzerine Sultan Murâd derhal kendi yedek at larından birini altın işlemeli eğer ve süslü takım larla donatarak ona gön derdi ve yetişinceye kadar bekledi." Sâdeddîn Efendiye bundan sonra Hâce-i sultânî (sultan hocası) ve Reîs-ül-ulemâ ünvânları verildi. Devletin iç ve dış siyâsetine yardımcı oldu.

Üçüncü Mehmed Han tahta çıktığı zaman (1595) kendi hocası olan Nevâlî Efendi, vefât etmiş bulunuyordu. Böylece pâdişâh hocalığı ma kâ- mı yine Sâdeddîn Efendide kaldı. İki sultâna hocalık yaptığı için kendi sine Câmiü´r-riyâseteyn denildi. Aynı ünvânı şeyhülislâmlar arasında bir de, Erzurumlu Seyyid Hacı Feyzullah Efendi almıştır.

Bu sırada Osmanlı Devleti Avusturya ile harp hâlinde bulunuyordu. 1595 senesinde başlayan savaşlarda iki taraf da ağır kayıplar vermişti. Estergon, İbrail ve Kili kaleleri düşman eline düşmüştü. Bu sebeple Sul tan Üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddîn Efendinin tavsiyesiyle bizzât Avusturya seferine çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vefâtından 30 yıl geçtiği hâlde, hiçbir pâdişâh ordusuna bizzât başkomutanlık etme mişti. 21 Haziran 1596 târihinde yanında Hoca Sâdeddîn Efendi de ol duğu hâlde, 100.000 kişilik bir ordu ile İstanbul´dan hareket eden Sultan Üçüncü Mehmed, Ösek kalesine ulaştı. Rumeli Beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ile, Kırım kuvvetleri de Ösek kalesi önünde, Sultan ile bir leştiler. Ösek´de bir dîvân toplandı. Dîvânda bâzı vezirler, Tuna vâdisin den ilerleyip Viyana´yı muhâsara etme teklifinde bulundular. Hoca Sâ- deddîn Efendi; "Bu doğru bir düşünce değildir. Viyana merhum Kâ nûnî zamânında da kuşatıldı. Fakat düşman Almanya içlerine çekilip gitti. Bi- zimle karşılaşmadı. Viyana´yı almak da mümkün olmadı. Şimdi Viya na´ya gittiğinizde düşman yine memleke tin içine çekilerek, bizimle karşı laşma- yacaktır. Biz Viyana´yı kuşatırken, onun müttefikleri bizi arkamız dan çevi- rerek çekilme yolumuzu kapatacaklardır. Müş kül durumlara düşmemiz mümkündür. Bu yüzden ben, Viyana´yı değil, Tisa Nehrinden Eğri kalesi- ne gidilmesini ve buranın zaptını teklif ederim. Eğri kalesi alı nırsa Avus- turya ile Romanya´nın yardım yolları elimize geçecek, birbirin den ayrılan ve yardım alamayan düşmanları, birer birer dize getirmek mümkün ola caktır." dedi.

Hoca Sâdeddîn Efendinin fikirlerine çok güvenen Sultan, bu fikri der hal ka bûl etti. Eğri kalesi, 20 gün süren muhâsaradan sonra zabt edildi. Kale muhâfa zasına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşayı bırakan Sultan, ordusuyla Haçova denilen yere geldi. Osmanlı Ordusu Haçova´ya geldiği zaman, burada İmparatorun kardeşi Arşidük Maksimilyan´ın kuv vetleriyle karşılaştı. Alman, Macar ve diğer devlet ve milletlerden toplan mış büyük bir ordu vardı.

Ordu, Haçova´ya vardığı zaman, düşmana karşı nasıl hareket edile ceğini gö­rüşmek maksadı ile bir dîvân toplandı. Hocasının isteğiyle sa vaşa çıkan Sultan, araba sarsıntısından ve yolun meşakkatlerinden çok rahatsız oldu. Sultan topla nan dîvânda resmen, sadrâzamı bırakıp, İs tanbul´a dönmek istediğini açıkladı. Bâzı vezirler de Sultânı desteklediler. Bu duruma şiddetle karşı çıkan Hoca Sâdeddîn Efendi; "Şevketlü sultâ nımızın savaş zorluklarından rahatsız olduğunu biliriz. Unutmamalı ki, savaşın zorluklarından biz ve bütün ordu rahatsızdır. Sa vaşın meşak katlerine katlanmadan zafer kazanmak nerede görülmüştür. Bu iş vezir lerin işi değildir. Bir kale fethetmekle dâvâya halledilmiş nazarı ile bak mak, kalenin imdâdına gelen küffârın başını ezmeden geri dönmek, yıla nın kuy ruğuna basıp önünden kaçmak demektir. Kur´ân-ı kerîmde meâlen; "Düşmanla rınız aman dileyip silahlarını terkedinceye kadar on larla savaşınız. Düşmana sırtınızı çevirmeyiniz." buyrulur. Düşman aman dilememiş, silâhını terk etme miştir. Düşmanla karşılaşmadan ona sırtı mızı çevirirsek yarın hesâp gününde Allahü teâlânın huzûruna ne yüzle çıkarız. Bir Osmanlı sultânının bir sebeb ol madan ve düşmanı imhâ et meden, gazâ meydanını terk etmesi, şimdiye kadar görülmemiştir. Ecdâ dımızın ruhları bizi ayıplar. Din düşmanları ile savaşmak muhakkak lâ zımdır. Dîni ve devleti müdâfaa etmek, onun şânını ve şerefini göklerden ayaklar altına düşürmemek için savaşmak üzerimize farzdır. Bu uğurda can verinceye kadar hepimizin savaşması, sultânın değil, Allahü teâlânın emridir. Zâten biz onları yok etmezsek, onlar bizim üzerimize gelip bizi yok edecekler." diyerek Sultânın dönmesine mâni oldu.

Ertesi sabah iki tarafın kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Os manlı ordusunun merkezinde sultan vardı. Başının üzerinde sancak dalgalanı yordu. Sultânın sağında vezirler, solunda kadıaskerler ile Hoca Sâdeddîn Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu, Karaman, Halep, Maraş Eyâletleri beyler­beyleri, sağ kolda Rumeli ve Temeşvâr beyler beylerinin kuvvetleri vardı.

Muhârebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri Pâdişâhın bulun duğu merkez kısma saldırdılar. Pâdişâh, otağına çekilerek, sırtına Pey gamber efendi mizin hırka-i şerîfini giyip, eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşanın kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı. Yağmaya başladı. Düşman, Türk cephâne sandıklarının üzerine çıkmıştı. Vazi yet tehlikeli bir hâl almıştı. Bu durumu bizzat seyreden Sultan Mehmed Hân, yanında bulunan Hoca Sâdeddîn Efendiye; "Efendi şimdiden sonra ne yapma mız gerek?" diye sorunca, metânetini kaybetmeyen Hoca Efendi; "Sultânım lâ zım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamâ nında olan muhârebeler çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Resûlullah efendimizin mû cizeleri ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hatırınızı hoş tutun." dedi.

Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişti. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören seyis, aşçı, deveci, katırcı, karakollukçu denilen hizmetçi grubu, bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda, "Düşman kaçıyor." diye bağı rarak, askerleri geri döndürmeyi ba şardılar. Bu sırada ön kol kumandanı Çağalazâde de, gizlendiği pusudan çıkarak süvârileriyle hücuma geçti. Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı, batak lıklara sokarak imhâ etti. Bu hengâmede, Sultan Üçüncü Mehmed Hân dimdik atının üzerinde, Hoca Efendiyi de onun yanı başında atı nın gem lerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana korkunç bir darbe indirdiler. Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece kaybedilmiş sayılan Haçova savaşı büyük bir zaferle netîce lendi. On bin duka altın ile berâber, Alman toplarının büyük bir çoğunluğu ele geçti.

Târihçi Hammer bu savaş için; "Hoca Sâdeddîn´in cesâret ve tesiriyle kaza nılan Haçova savaşı, Mohaç ve Çaldıran savaşı ile mukâyese edilen parlak za ferdir." demektedir.

Hoca Sâdeddîn Efendi, Eğri seferinden dönüşünden sonra kendisini daha çok ilme ve eğitim işlerine verdi. Devrinde bütün ulemânın âdetâ "Kutbu" hâ line geldi.

Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed E- fendinin vefâtı üzerine 1598 senesinde, Sâdeddîn Efendiyi şeyhülis lâmlık makâmına ge tirdi. Hoca Sâdeddîn Efendi bir yıl sekiz ay şeyhü lislâmlık yaptı. Bu sırada müslüman halkın işlerini hiç ihmâl etmedi ve hakkıyla yerine getirdi. Gerekli fetvâları hazırlamakta büyük mahâret gösterdi. Her Cumâ müslümanların dertle rini dinlerdi. Herkesin lisânına göre, Türkçe, Farsça ve Arabça verdiği cevap larla halkı memnûn ederdi. Bu çalışma ve hareketleriyle halk arasında, hocası Ebüssü´ûd Efendiyi hatırlattığı söylenirdi. Devrin şâirlerinden Câmi Çelebi onu şöyle medheder:



Bu yakınlarda cihâna, iki müftî geldi,

Tuttu âlemi, her birisinin fazlü edebi.

"Kimdir?" diye suâl eylersen onları sen,

Birisi "Hoca Çelebi", biri "Hoca Efendi".
Devrin ârifleri, hocası Ebüssü´ûd Efendi ile Hoca Sâdeddîn Efendiyi bir ayar tutarlardı. Ebüssü´ûd hazretleri de gençliğinde "Hoca Çelebi" namıyla meş hûrdu.

Hoca Sâdeddîn Efendinin diğer kardeşleri de kendisi gibi âlim idi. Hoca Efendinin vâlidesine; "Senin çocukların bu şerefe ne ile kavuştu?" diye soruldu ğunda vâlidesi: "Ben hiç birisini abdestsiz emzirmedim. Hepsinin akîkasını kestim. Ayrıca her Cumâ günü, her biri adına bir koç kesip fakirlere sadaka da ğıtırdım." demiştir.

1599 senesinde merhum Üçüncü Murâd Hanın vefâtının dördüncü yılı dola yısıyla Ayasofya Câmii şerîfinde hatim ve mevlid duâsı okuna caktı. Hoca Sâdeddîn Efendi câmiye gitmek üzere evinde abdest taze lerken fenâlaştı. Öyle olduğu halde câmiye gitti. Duâ biterken rûhunu teslim etti.

Harput´ta yetişen meşhur velîlerden İmâm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.1274´de Erzurum´da doğdu. Kars´ta üçüncü tabur imâmlığı yap- ması sebebiyle İmâm Efendi lakabıyla tanındı. Asıl ismi, Osman Bed- reddîn´dir. Babası Seyyid Selman Sükûtî´dir. Küçüklüğünde babası nın eğitim ve terbiyesi altında kıymetli bir cevher ve edeb timsâli olarak yetiş- ti. Dokuz yaşında Kur´ân-ı kerîmi ezber­lemekle şereflendi. Sonra Erzu- rum medreselerinde; sarf, nahiv dersleri alarak Arabî öğrenmeye başla- dı. Kısa zamanda akranı arasında seçkin ve sevilen bir talebe oldu. Arabî´de âlet ilimlerini öğrendikten sonra; tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi ilim lerde temel metinleri okudu. Hucurât sûresinin tefsîrini okuyunca, orada buyrulduğu üzere yaptığı amellerin bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebe biyle si­linmesinden, boşa gitmesinden korkarak çok az konuşmaya baş ladı. Bu sessiz liği üzerine hocaları ve arkadaşları kendisine; "Sessizce Hâfız Osman Bedreddîn." dediler. Üstün hâlleri, kâbiliyeti ve meseleleri kavrayışı, etrâfında kilerin dikkatini çekiyor ve çok seviliyordu.

Hocalarından Mehmed Tâhir Efendi bir gün ona; "Molla Hâfız! Bütün bil diklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Şöyle ki, bilme diklerimi sana öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbûr kal dım. Bundan ötesine gidemiyorum. Artık senin, ilmi benden daha fazla bir hocanın dersine devâm etmen gerekiyor. Bu günden îtibâren ders ve remeyeceğim." dedi.

Bunun üzerine İmâm Efendi; "Dertliyim derdim derin, derdime der man için sana geldim yâ Muîn." diyerek, Allahü teâlâya duâ etti ve med reseden ayrıldı. İlimde daha yüksek bir müderris arıyordu. Aslında zâhirî ilimlerde yetişmiş, bâtınî, tasavvuf ilminde yetiştirecek bir rehber arı yordu. Onun bu arayışı sıra sında Buhârâ´dan bir büyük âlim onu yetiş tirmek için gelmek üzereydi. Şöyle ki; Buhârâ´daki Câmi-i kebîrde halka vâz ve nasîhat eden Seyyid Ahmed Merâmî, âni olarak ve habersizce Buhârâ´dan ayrılıp Erzurum´a gitmek üzere yola çıktı. Sevenleri bunun farkına varınca çok üzüldü. Fakat bu işin mânevî bir işâretle olduğunu anlayanlar halkı tesellî ettiler.

Uzun, ince boylu, beyaz sakallı ve mübârek bir zât olan Seyyid Ah- med Merâmî, Erzurum´a varınca, Hasankale´nin Bevelkâsım köyüne gidip, bu köyün imamlık vazîfesini üzerine aldı. Hoş sohbetiyle çok sevi lip, sayıldı. İlmi ve şöh reti kısa zamanda bütün çevreye yayıldı. Bu arada yana yana kendisine rehberlik edecek bir hoca arayan İmâm Efendi, o zâtın ismini ve medhini duyunca, huzû runa kavuşmak için derhâl yola çıktı. Bevelkâsım köyüne varınca, aradığı zâtı bir namaz vaktinde câ mide buldu. O, câmiye girer girmez, Seyyid Ahmed Merâmî bu gencin, kendisine yetiştirmesi için işâret edilen genç olduğunu an ladı. Namazdan sonra; "Merhaba, hoşgeldin Hâfız Osman Bedreddîn!" dedi. Bunun üze rine Osman Bedreddîn hazretleri birdenbire ürpererek, hayretler içinde yaklaşıp elini öptü. Sonra kendisinden ders almak istediğini arzetti. Bu arzusuna; "Buhârâ´dan kalkıp buraya kadar geliriz de senin gibi ilim iste yen bir talebeye ders vermez miyiz?" cevâbını verdi. Sonra onu yanına alıp evine gö türdü. Eve varınca, Osman Bedreddîn´in ilimdeki derecesini anlamak için bir kaç ibâre Arapça metin ve hadîs-i şerîf okuyup bunların mânâsını sordu. Aldığı fevkalâde cevaplar üzerine çok memnun olup, onu ve yetiştiren hocasını medhetti. Sonra şöyle buyurdu: "Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu, ne tîcede insanı Hakk´a ulaştırır. İlmin muh- telif sahneleri ve safhaları vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana ve­receğimiz ilim, tasavvuf ilmidir. Meâlen; "Üzülme!.. Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir" (Tevbe sûresi: 40) buyrulan âyet-i kerîmenin tefsîrine göre hâlık ile mahlûk arasında kavuşturucu bir râbıta vardır. Bundaki mânâ ve hikmet; kul, Hâlık´ını unutmazsa bitmez tükenmez nîmetlere kavuşur. Bu mânâ- nın tekâmül (gelişmesi) ve tesânüdü (dayanağı) ise, huzûrdur. Hu zûr, Allahü teâlâyı hiç unutmamak demektir." Hâfız Osman Bedreddîn´in bun- ları büyük bir dikkat ve şevkle dinlediğini gören o zât, onun istek ve mey- lini iyice anladı. Bundan sonra ders alacağı günleri tesbit etmek is tedi. İmâm Efendi her gün gelip ders almayı arzû ve teklif edince, her gün ge- lip ders alması karar laştırıldı. Sonra Erzurum´a döndü. Her gün Erzurum´dan Bevelkâsım köyüne gi dip ders alıyor sonra dönüyordu. Şöyle ki, Erzurum ile Alvar köyü arası üç saat lik mesafe idi. Gece yarısı kalkıp yola düşer, sabah namazını Alvar köyünde kıldıktan sonra Bevelkâsım köyüne gider ders alırdı. Yaz, kış, tipi, fırtına, yağ mur ve kar demeden her gün muntazaman derse devâm etti. Feyz ve ilham al dığı bu hocasının derslerine devâmı yıllarca sürdü. Erzurum ile Bevelkâsım köyü arası ona hiç mesâbesinde idi. Bu yolda karşılaştığı meşakkatlere ve zah metlere hiç aldırmıyordu.

Bir kış günü yine bu yolda giderken, Nebiçayı dolaylarında âniden şiddetli bir tipiye tutuldu. Son derece bunalıp, çâresiz kaldı. Tipi gittikçe şiddetleniyor, bir adım ilerisi görülmüyordu. İmâm Efendi hazretleri bu dehşet verici durum karşısında, Allahü teâlâya sığınarak yere diz çöküp oturdu. Annesinin kendisine ninni yerine okuyarak büyüttüğü şu ilâhîyi yavaş bir sesle tevekkül içinde oku­maya başladı:



Hak şerleri hayreyler,

Zannetme ki gayreyler,

Ârif ânı seyreyler,

Mevlâ görelim n´eyler,

N´eylerse güzel eyler.
Çâresiz bir hâlde şiddetli tipi arasında oturmakta iken, âniden karşı sına be yaz at üzerinde nûr yüzlü bir genç çıktı. Selâm verdikten sonra terkisine bin dirdi. Sonra; "Yolcu kardeş çok üşümüşsün" dedi. Meşin bir kırbadan, su kabın dan şerbet içirdi. "Dağarcığımızda nasîbiniz ne varsa ondan da arzû ettiğiniz ka dar yiyiniz" diyerek dağarcığı uzattı. Hâfız Os man Bedreddîn dağarcığı tutup içinden bir hurma aldı. Kendisine yar dımcı olan beyaz atlı, Hızır aleyhisselâm idi. Bu kanâatkâr hâlini görüp, sırtını okşayarak; "Nasîbin açık olsun. Feyzin be reketli olsun. Sana gelen misâfirler senin gibi kanâatkâr olsun. Sofran mübârek olsun. Hocana selâm söyle!" dedi ve gözden kayboldu.

İmâm Efendi ise, kendini hocasının kapısı önünde buldu. Tipi hâlen ortalığı kasıp kavurmaktaydı. Bu sırada hocası Seyyid Ahmed Merâmî onu düşünüp duâ ediyordu. Âniden kapı çalındı. Hocası onu karşısında görünce Allahü teâlâya çok şükretti. Hocası hâlinden ve başından ge çenlerin farkındaydı. Sorup anlat tırdıktan sonra, bunu gizlemesini söy ledi. Sonra da; "Şunu bilesin ki, ilm-i zâhir ile ilm-i bâtın birleşerek âid ol duğu kalbde merkezleşti. Allahü teâlâya hamd ve senâ olsun, size de mübârek olsun. Benim vazîfem burada tamam oldu. Ben ir şâda memûr değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvufî ahkâmı size bildir­mekle vazîfeliydim. Biz memleketi, memlekettekiler de bizi arzûluyor. Vâ ris-i enbiyâ meşârık-ı evliyâ (Peygamberlerin vârisi ve velîler güneşi), olarak bir mürşîd-i kâmil aramaya hak ve selâhiyet kazandınız. Cenâb-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun." dedi ve derslerine son verdi.

İmâm Efendi hocasından ayrıldıktan sonra hayâtında yeni ve bam başka bir safha başlatacak olan bir mürşîd-i kâmil aramaya başladı. Bu arayışı sırasında içindeki aşkın aleviyle yanıp tütüyor ve yalnız kaldıkça ağlayarak Allahü teâlâya yalvarıyor, içli göz yaşları döküyordu. Annesi çevrenin bir takım sözleri sebebiyle onun hâlinden endişe ediyordu. Ko casına bu durumu anlatınca; "Oğ lumuz, Allahü teâlânın ve Resûlullah´ın aşkıyla yanıyor. Bırak ağlasın. Böyle bir evlâdımız olduğu için iftihâr et. Kendini üzme. Osman, selâmet ve seâdet üzere dir. Allahü teâlâ onu mu râdına erdirsin" dedi.

İmâm Efendi, kendisine rehberlik edecek âlim bir zât aradığı sırada yirmi yedi yaşındaydı. Bu sıralarda Erzurum, Rusların hücûmuna uğradı. 8 Kasım 1877´de vukû bulan bu savaş, târihte Doksanüç Harbi adıyla bi linir. Azîziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yet mişe silâhlanıp, düş mana karşı kahramanca bir müdâfaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 Kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihâd için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, tahra, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı. Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Câmii şerîfi mi nâresinden sabah ezânı okunmaya başladı. Bu ezânı İmâm Efendi okuyordu. Ezân, ihlâs ve sa dâkatle öyle okunuyordu ki, Erzurum´un dağı-taşı, deresi, te pesi, ya maçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezânı tekrar ediyordu. Ezân sesi dalga dalga yayılıp, ufukları aşıyordu. Bu ezân halka bambaşka bir şevk ve ce sâret vermişti. Okuyanda bir başka hâl vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesâretle Allah Allah nidâlarıyla, Azîziye tabyalarını işgâl etmiş olan Moskofların üzerine hücûm etti. İlk hü cûmda Moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu miralay Bahri Bey, halkı gazâya teşvik için haykırıyor; "Urun kardaşlarım, da­daşlarım urun!" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Azîziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.

Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getiren ezân-ı Mu hammedî´yi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yâver lerine em retti. Etrâfa dağılan yâverler ve çavuşlar ezânı okuyan zâtı ara yıp buldular. Bu zât, Erzurum´un Abdurrahmân Ağa mahallesinden Hoca Selman Sükûtî Efendi nin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn (İmâm Efendi) idi. Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşaya arzedilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt İsmâil Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heye canla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezânı okuyan zâtı tanıdım. Erzurumlu miralay Bahri Beyin ku mandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silâh yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. At tığı taş mut laka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş at ması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hâldi. Çok dikkatle seyredi yordum. Bu zâtta mânevî bir hâl var diye düşünüyordum. Bu sırada kula ğıma gazâya ka tılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kadın; "Hadîce bacı, bak görüyor musun? Selman Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip al masına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor" di yordu. Bu sözü duyunca daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hâdiseyi gözümle gördüm. O, yere eğil­meden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahrama nın velî bir zât olduğunu anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm."

Gâzi Ahmed Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve he yecanla; "Bre paşa kardaş niçün demezsiniz ki bu cenkde üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle berâberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsânıdır." dedi. Bunun üzerine Kurt İsmâil Paşa şöyle ilâve etti: "Şu anda o, şehîd düşen ku mandanı kahraman miralay Bahri Beyin başında dır." dedi. Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen İmâm Efendi hazretleri yirmi sekizinci alayın üçüncü taburu imâmlığına tâyin edildi ve artık "İmâm Efendi" diye tanındı.

Bu vazîfede iken evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretle rinin oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Seyyid Tâhâ-i Hak kârî hazretlerinin halîfelerinden Kufrevî Şeyh Muhammed ve Gümüşhâ neli Anmed Ziyâeddîn ve Erzincanlı Terzi Baba lakabıyla meşhûr Şeyh Hayyât´ın talebelerinden Hacı Fehmi efendiler ile sohbet etti. 1882´de va zîfeli olduğu tabur Palu´ya taşındı. Bu rada asıl hocasına kavuştu. Bu mübârek zât Mahmûd Sâminî idi. Daha İmâm Efendi gelmeden önce, onun hâllerini kapalı olarak talebelerine bildirdi. Zaman zaman işâretler vererek; "Mâşallah dokuz yaşında hâfız ve fakih olmak her ku lun kârı değildir." derdi. Yine bir gün; "Fesübhânallah, ilme olan gayreti hocala rını çalışmaya mecbûr ediyor." Aradan bir müddet geçince onun hakkında yine şöyle buyurmuştur: "Hikmet-i Hüdâ onu okutmaya Buhârâ´dan âlim, fâdıl ve mutasavvıf bir hoca memur edildi. Allah Allah, bu ne saâdet bu ne bahtiyârlıktır ki, Hızır aleyhisselâmın kırbasından şerbete, dağarcı ğından lokmaya kavuşmak. Moskof´un kafasına taşla darbe vurmak..." Talebeleri hayretle dinledikleri bu sözlerde kime işâret edildiğini merak ediyorlardı. Fakat açıklamıyor, sâdece işâ ret veriyordu.

Mahmûd Sâminî hazretleri bu işâretleriyle, birgün kendi sohbetine kavuşa cak olan İmâm Efendinin hayâtını ve başından geçen önemli hâ diseleri safha safha anlatıyor ve onun gelmesini bekliyordu. O günlerde İmâm Efendi bir rüyâ gördü. Rüyâsında hiç tanımadığı bir zât şöyle dedi: "Hâfız kurban! Ben seni bekliyorum. Sen de bizi arıyorsun. Sana veril mesi gereken emânetin altında kudret ve kuvvetim azaldı. Gözüm yolda dır. Bu kadar saklanmaya ve naz et meye sebep nedir? Yeter artık gel bana!" Bu rüyâdan sonra merakla, rüyâ Rah mânî mi diye düşünmeye başladı. Kendini dâvet eden zât kimdi ve neredeydi? Ertesi gün bir rüyâ daha gördü. Rüyâsında dört mübârek zât ile karşılaştı. Bun lar, Behâed- dîn Buhârî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Ali Sebtî ve Vehbî-yi Hayyâtî yâni Terzi Baba hazretleri idiler. Ona şöyle buyurdular: "Aradı ğını Palu´da bu- la caksın. Palulu Şeyh Mahmûd Sâminî´nin dâvetine icâbet et!" Bu işâret üzerine Palu´ya hareket etti. O yolda iken Mahmûd Sâminî hazretleri de dergâhından Palu´ya gidip, beklediği talebenin kendisine gelmekte oldu- ğunu söyleyerek tale beleri ile birlikte karşılamaya çıktı. Karşılaştıkları yerde onu şefkat ve muhab betle bağrına bastı. Sonra onu dergâhına götürüp misâfir etti.

Burada Mahmûd-ı Sâminî hazretlerinin sözlerini ve sohbetlerini çok dikkatli dinleyen İmâm Efendi, vaktinin nasıl geçtiğini anlamadı. Mah- mûd-ı Sâminî´nin huzûrunda önceki sıkıntılarını unuttu. Kendinden geçmiş bir vaziyette sohbeti dinlerken, Mahmûd-ı Sâminî birden; "İmâm Efendiye bir kahve getirin, bir kah­vemizi içsin." buyurdu. Kahveyi getiren talebeye birisi çarpınca kahve Osman Bedreddîn´in beyaz Şam hırkası nın üzerine döküldü. Giyimine ve temizliğe son derece titiz olan ve îtinâ gösteren İmâm Efendi içinden; "Eyvah bu elbise çok berbat oldu. Artık giyilmez." dedi. Mahmûd-ı Sâminî hazretleri; "Hâfız, kalbin incinmesin. Bizim Mustafa çok da güzel çamaşır yıkar. Hırkanı çıkar ver de bir güzel yıkasın." dediğinde, İmâm Efendi utanarak hırkasını Mustafa Efendiye verdi. Bir müddet sonra Mustafa elinde hırka ile geri döndü. İmâm Efendi hır kayı üzerine giyince kendisini bâzı haller kapladığını hissetti. Kahve dökülen yerde hiç bir iz yoktu. Karşılıklı sohbetlerini dinleyen diğer tale belerin kalblerindeki; ihlâs, muhabbet, teslimiyet, huzûr, sabır artıyordu. İmâm Efendi önce inâbeye (ondan tasavvufu almaya) yaklaşmadı. Mah- mûd Sâminî hazretle rinin tütün içmesi ve rahatsızlığı sebebiyle göz lerinin çapaklanması dikkatini çekmişti. Sabırla bekliyordu. Hocası onun bu sabrı karşısında artık zâhirî per deyi kaldırıp bir gün şöyle buyurdu: "Hâfız, misâfirlik üç gündür. Senin misâ firliğin on günü geçti. Yemek için çalışmak lâzımdır. Haydi bakalım bostanı mızı sulama sırası sendedir." Bu bostan, Sâminî hazretlerinin eliyle yetiştirdiği ve helâl lokma kazan dığı bir bostandı. Burada kendi emeği ile sebze yetiştirir, misâfirlerine ik râm ederdi.

İmâm Efendi, verilen emir üzerine bostanı sulamaya gitti. Havuzun suyunu saldı. Fakat daha bir evlek sebze sulamadan havuzun suyunu bitmiş gördü. Gi dip durumu hocasına bildirdi. Mahmûd Sâminî hazretleri; "Hâfız, kocaman ha vuzun suyu bir evlek de mi sulamadı? Dikkat et hâfı zım, gören gözle bak. Ha vuz dolu duruyor. Git vazîfeni yap!" dedi. Tekrar havuzun başına gitti. Bir de baktı ki havuz su ile dolu. Bu işte hocasının kerâmeti olduğunu anladı. O gün bostanı tamâmen suladı.

Aynı gün ikindi vakti hocası; "Hâfız, yarın çok misâfirimiz gelecek. Bos tana git biraz patlıcan topla, mutfağa bırak" dedi. Bu sefer aldığı emir üzerine patlıcan toplamaya gitti. Ancak bostandaki patlıcanların henüz çiçek açmış ve yetişmemiş olduğunu gördü. Geri dönüp durumu hoca sına bildirdi. Patlıcan ye tişmemiş deyince, hocası; "Hâfız, Murat suyuna gitsen kurutup gelirsin. Tekrar git patlıcanları yetişmiş bulacaksın." dedi. Gidip bakınca gerçekten çuval çuval patlıcan yetişmiş olduğunu gördü. Bu işte de hocasının kerâmeti olduğunu an ladı. Ancak bir taraftan da ne den tütün içiyor diye düşünüyor, bir türlü teslim olamıyordu. Bu düşün cesi ve tereddüdü o dereceye vardı ki, artık ayrılıp git meye karar verdi. Bu karârı verdiği günün sabahı, Mahmûd Sâminî hazretleri sabah nama zını kıldırdıktan sonra, aralarında İmâm Efendinin de bulunduğu cemâate karşı dönüp oturdu. O gün hâli değişik, üzgün ve biraz da celâlli bir hâl deydi. Mihrâbda bir müddet o hâlde durduktan sonra şöyle söze başladı: "Azîz kardeşlerim, bir dertli derdini tabîbe anlatmayıp gizlerse, derdine dermân bulamaz. Bir âşık, aşkını mâşûkuna açmazsa o mâşuk (sevgili) aşkını bilemez. Tasavvufda gurur yasaktır. Teslimiyet şarttır. Aşkın me câzi köprüsünü geçenler, aşk-ı hakîkîye erenlerdir. Buna erenler ise, Hakk´a inanıp bir rehbere bağlanan­lardır. Size bir misâl vereyim. Bir zât hazret-i Hızır elinden şerbet içmekle, bir kaç hocadan icâzetsiz izin al makla, erenler imtihânına mânen katılıp beline ke mer bağlamakla yolu katedemez. Bu gibiler aşılanmamış bir ahlat ağacına ben zer. Meyvesi acımtırak ve lezzetsiz olur. Onu aşılamak lâzımdır. Bâzı insanlar işte böyledir. Kendi hâlinde yetişen bir çiçek misk gibi kokar fakat ne yazık ki ormandadır. Ondan kimse faydalanamaz. Beşeriyete hizmet lâzımdır. Beşeriyet latîf ve güzel kokuya muhtâctır.

Bir fakir derviş, tütün içer diye sevdiği kimse ondan kaçar. Bunlar bi rer hikmet ve esrârdır. Sürüden ayrılanı kurt kapar. Fırsat elden kaçar. Mutlaka ola cak olur; kalbini ister geniş ister dar tut. Gönül ister ki hoş olalım. Bakınız Kaygusuz Abdal nasıl söylemiş:



Sana gizli bir sözüm var, gel gönüle gir gönüle.

Sen senliğini elden bırak, gel gönüle gir gönüle.



Bulalım dersen feth-i bâbın, gel gönüle gir gönüle.

Bulam dersen aşk kenânın, gel gönüle gir gönüle.



Siyâhı ko, akı tut, anma işe şer katanı,

Zikret müdâm yaradanı, gel gönüle gir gönüle.



Zühd zâhid duzağıdır, ilim, ilimin bağıdır,

Gönül evi Hak evidir, gel gönüle gir gönüle.



Kaygusuz bu böyle olur, Hakk´a doğru yola varır,

Bulanlar gönülde bulur, gel gönüle gir gönüle.
Sohbetini dinleyenler, başlarını eğmiş sessiz bir hâlde oturuyorlardı. Asıl muhâtab ise, İmâm Efendiydi. O da bunu gâyet açık bir şekilde an lamıştı. Çünkü diğerlerinin bilmediği bir çok hâllerini saymıştı. Bu, hoca sının bir kerâ meti idi. Hocası sohbetten sonra evine gidip, akşama kadar çıkmadı. İmâm Efendi ise sohbetini dinleyince gitmekten vaz geçip tam bir teslimiyetle Mahmûd Sâminî hazretlerinin yanında kalmaya kesin ka rar verdi. Kendi ken dine; "Sâminî hazretleri tütün içebilir bana ne" dedi. Sonra; "Yâ Rabbî! Âciz ve bîçâre kulun Bedrî´yi gafletten uyandır. Selâ mete erdir." diye duâ etti.

O gün imâmlığı kendisi yaptı. Talebelerden biri, Sâminî hazretlerinin ileri gelen talebelerinden Miyadinli Mehmed Efendiye; "Hoca efendi mih râbı neden bu Hâfız misâfire bıraktı" diyerek sorunca; "O, daha mürşid görmeden ilk dev reyi kendi güzel ahlâkı ve istidâdı ile bir hamlede atla mıştır." cevâbını verdi.

Mahmûd Sâminî hazretleri, o günü talebelerinden ayrı olarak evinde geçir dikten sonra, tekrar yanlarına çıktı. Mescidde iken İmâm Efendi de mescide girdi. Bu sırada bir talebesine; "Mustafa, Mustafa! Hâfızı bana gönder!" diye heybetli bir sesle bağırdı. Bu heybetli sesi işitenler heye câna kapıldılar. İmâm Efendi birden bire titremeye başladı. Telaşla hoca sına koştu. Vilâyet heybeti onu titretiyordu. Huzûruna varınca, onu tutup riyâzet odasına soktu. Artık o, tam bir teslimiyet içinde hocasının elini öperek bağlılığını arzetti. Sonra; "Burada ne kadar kalacağım." diye suâl edince, şöyle cevap verdi: "Allahü teâlânın dilediği kadar, bir an, bir gün, kırk gün, belki kırk yıl. Bu bir harman, bir meydan, bir devrandır. Devran da meydan da harman da senin. Zaman mahsul zamânıdır. Yiğitlik şimdi belli olur, mânevî dereceleri katetme zamânıdır. Dikkat lâzımdır.

Hâfız! Hazret-i Hızır´ın şerbeti, fadlına; Ahmet Merâmî hocanın emekleri ise, ilmine ve aşkına sebeb oldu. Büyüğümüz Muhammed Behâeddîn hazretleri ve diğer büyükler rehberlik ederek senin bize gel meni işâret ettiler değil mi? Er zurum´da Ayaz Paşa Câmii minâresinde okuduğun ezân-ı Muhammedî, mânevi yât âleminin erenlerini cihâda dâ vet etti. Yer gök sarsıldı. Bütün evliyâ, şühedâ ve sâlihlerin rûhları Erzu rum semâlarında toplandı.

Hâfız! Moskofları, taşla kovaladığın zaman biz de oradaydık. Bunlar hep evliyâlığın cilveleridir. Asıl mârifet, hakîkatler ötesindeki hakîkate ermektir. Metin ol. Allahü teâlâ yardımcındır..."

İmâm Efendi kısa zamanda tasavvufta yetişip kemâle erdi; on sekiz günde icâzet aldı. Vazîfesi sebebiyle üç-dört sene Palu´da kaldı. Bu arada hocasının sohbetlerinde bulundu.

Daha sonra vazîfesi icâbı askerî taburla birlikte Dersim´e gitti. Taburu Dersim´den Çemişgezek´e gönderilince, senelerce orada hizmet etti. Bu radan Palu´ya sık sık hocası Mahmûd-ı Sâminî hazretlerini ziyârete giden İmâm Efendi, onun duâsını alır ve sohbetini dinleyip geri dönerdi. İmâm Efendi 1909 senesinde emekliye ayrılıp Harput´a yerleşti. Bundan sonra tamâmen ilimle meşgûl oldu. Derslerinde ve sohbetlerinde bulunan pek- çok zâtı tasavvufta yetiş tirdi. Pekçok insanı da cehâletten kurtarıp, sâlih- lerden eyledi. İlme, mârifete ve feyze susamış iki yüz bine yakın kimse onun feyz pınarından kana kana içti. Rüşd, hidâyet ve mârifete kavuştu.

Sohbetlerinde aslâ siyâsî ve boş şeyler konuşulmazdı. 1911 sene sinde Harput´un ileri gelenlerinden pekçok zâtla birlikte hacca gitti. Bu Hicaz sefe rinde; Şam, Mekke ve Medîne âlimleri kendisine çok hürmet ve ikrâmda bulun dular.

Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Kara Şems (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu´da yetişen büyük velîlerden olup, Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye) nin kurucusudur.

Hayâtının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hanla birlikte Eğri Sefe rine katıldı.

Eğri Seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakle der: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp; "Din düş manlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İç