27-10-2008, 15:20
[b]
KUR'AN VE HADİSTE ÖLÜM GERÇEĞİ
Ebu Hureyre (r.a.) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“İçinizden hiç kimse ölümü temenni etmesin. Zira kişi iyi biri ise, yaşadıkça iyiliğinin artması; günahkâr biri ise, tevbe edip günahlarından arınması umulur.” (Buhari-Temenni: 5)
“Amel” bakımından kimin daha güzel davranacağını denemek için hayatı ihsan eden (Mülk/2) ayrıca yaratıcımız bu ihsanını ilahî bir fermanla tamamlamıştır: “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmran/185) Allah’tan başka herkes ve herşey için bu kaçınılmaz sondur; “(Yer) üzerinde bulunan her şey yok olacaktır, sadece celâl ve ikrâm sahibi Rabbın bâki kalacaktır. (Rahman/26-27)
Böylesine kesinlik içinde ölümün bir başka kesin niteliği de nerede, ne zaman ve nasıl tahakkuk edeceğinin bilinmemesidir: “Hiç kimse nerede öleceğini bilmez.” (Lokman/34) Bilinen tek şey eceli gelenin öleceğidir. “Allah’ın izni olmadan hiçbir kişi ölemez. Ölümün belirli bir süreye göre yazılmıştır.” (Al-i İmran/145) Ecel tamamsa tehiri asla mümkün değildir. Önce gelmesi zaten düşünülemez. Ne bir saniye önce ne bir saniye sonra. Daima ve herkes için tam zamanında... “Ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri geçerler.’ Nahl/61) Aynı kaide milletler ve ümmetler için de geçerlidir: “Her ümmetin bir vadesi vardır. Vadeleri (onlar) ne bir an geri kalırlar ne de öne geçerler. (A’raf/34) Halkımız bilinmezlikler içinde bu ölüm kesinliğini, “Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane” sözleriyle ifadelendirir. Takdir olunan asla değişmeyeceği gerçeğini de “Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz.” (Bakara/156) teslimiyeti ile karşılar.
Doğumla başlayan ölüm koşusunun devam süresine biz hayat veya ömür diyoruz. Bu koşuyu Hz. Ali ne kadar güzel dile getirmiştir: “Dünya arkasını çevirerek yel gibi esip gitmekte, ahiret de aynı hızla karşı gelmekte. (Tecrid Terc. XII. 361)
Temennî, mümkün olsun muhal olsun geleceğe dair bir şeyin gerçekleşmesini dilemektir. Ölümü temenni etmek de zamanından önce onun gelivermesini istemek, hayat koşusunu yarıda kesmek demektir. Bu temenninin ‘sabit fikir’ haline gelmesi, Allah korusun onu bizzat gerçekleştirmeye kalkışmakla yani intiharla sonuçlanabilir. Bu bir anlamda yaşama sevincini yitirmek ve kendi kendine bir “son” tayin etmeye kalkmaktır. Büyük cinayettir, haramdır. Yukarıda zikredilen hadisin mesajı burada devreye girmektedir: “Yaşamak, iyinin iyiliğinin artmasına, kötünün kötülükten vazgeçip arınmasına vesile olabilir.
Geleceği mutlak olan ölümü, temenni ve davet etmektense, kişiyi o temenniye sevkeden sebepleri göğüslemek ve onların izalesine çalışarak yegane yaratıcının tanıdığı yaşama hakkını sonuna kadar kullanmak, daha iyidir.
Hayatın “Allah’a kulluk” çizgisinde devamını prensipleştirme gayretlerine ve yaşama sevincinin sonuna kadar korunmasını tavsiye etmesine rağmen, yine de ölümü temenni ettirecek, ölüm daha güzel dedirtecek durumların olabileceğini göz önüne alan sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde: “Hiçbiriniz uğradığı bir bela veya musibetten dolayı sakın ölümü temenni etmesin. Eğer mutlaka temenni etmek zorunda kalırsa, o zaman şöyle desin:
“Allah’ım, yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat; ölmek hayırlı olduğu anda beni öldür.” (Buhari, Merdâ/19)
Bu hayatı ve ölümü “hayırlılık” kaydı ile O’nun takdirine havale ederek herhangi bir çılgınlığa düşmeden “kulluk çizgisi”ni koruma gayret ve teslimiyeti içinde olmak tavsiyesidir.
İnsanda belki de ebediyyet duygusunun bir uzantısı olarak bitmek tükenmek bilmeyen arzu ve istekler vardır. Bu arzu ve isteklerin yerine getirilmesi hemen arkasından daha başkalarının doğmasından başka bir işe yaramaz. Bu yüzden dünyada müminin en büyük problemi, bu sınırsız istekler yani tul-i emel”dir. İnsanın dünyevî yolculuğu bu “tul-i emel istasyonuna doğru hızla akıp gitmektedir. Fakat hayat treni daima tul-i emel istasyonuna varamadan ölüm kucağında mecburi duruşa geçmektedir. Bu yüzdendir ki, Peygamberimiz (s.a.v.) hayat treni mecburi duruşa geçmeden bizi uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Dünyevî zevkleri kıran ve tul-i emeli unutturan ölümü çokca hatırlayınız.” (Tirmizi, Zühd/4) Zeki mü’minin kim olduğu sorulunca da: “Ölümü çokca hatırlayan ve ölümden sonrasına iyi hazırlanandır.” buyurmuştur (İbn-i Mace, Zühd/31)
Bu ve benzeri hadislerin ışığında mutasavvıflar “Ölmeden evvel ölmek” şeklinde bir anlayış geliştirerek her nefesi son nefes bilip, ölüme her an hazır olmanın yollarını aramışlardır. ‘Tefekkür-i mevt’, ‘tezekkür-i mevt’ ve bazen de ‘rabıta-i mevt’ lafızlarıyla ifade edilen ölmeden evvel ölmenin esası “Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmek”. (Tirmizi, Kıyame/25) Amellerimizi tartmak, bedenimizi ölü kabul ederek kalplerdeki dünya sevgisini, kafalardaki masiva ilgisini azaltmaktır. Bedenin ruha verdiği bulanıklığı atmaktır. İnsanı her an dünyaya esir etmeye çalışan şeytanın: “Ne yiyeceksin, ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?” şeklindeki şaşırtıcı sorularına: “Ölüm yiyeceğim, kefen giyeceğim, kabri meskun tutup orada barınacağım” diye karşılık vermektir. Ölümü her an zihinde tutmak ve ona göre hareket etmektir. Zira insan her an ölümle burun burunadır.
İnsana en yakın şey ölümdür. Fakat insan bunu hep uzaklarda görmeye alıştığı ve kendisine yaklaştırmaya çalıştığı için onu düşünmekten kaçar. Oysaki ölüm, aldığın nefesi verememek, verdiğini alamamaktan ibarettir. O kaçınılmaz sondur ve çok yakındır.
Kişiler ve toplumlar için zaman zaman ölümü temenni ettirecek haller ve gelişmeler olabilir. Çok değişik sebeplere dayalı olarak herkes zaman zaman böylesi hallere düşebilir. Nitekim ilk müslümanlardan Habbab b. Eret bile: “Eğer Nebi (s.a.v.) bizi ölümü temenni etmekten nehyetmemiş olsaydı muhakkak ben (şu hastalık ızdırabından dolayı) ölümü temenni ederdim” demiştir. Bir hadis-i şerif ölümü temenni ettirecek sıkıntıların kişileri mezarlar üzerinde dövünmeye götürecek kadar ağır olabileceği günlerin gelebileceğini şöyle haber vermektedir.
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bir adam bir kabrin üzerine kapanarak, “keşke bu mezarda ben olsaydım” demedikçe dünya yok olmaz. Aslında bu sözü ona söyleten din değil beladır.” (Müslim, Fiten/54)
Bakış konusu “bela” elbette çok çeşitli olabilir. İmam Tirmizi’nin “garib” dediği bir hadiste bu belanın toplum içindeki türüne şöyle işaret edilmektedir:
“Yöneticileriniz hayırlılarınız; zenginleriniz cömertleriniz olduğu, işlerinizde aranızda danışarak görüldüğü sürece yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır. Yöneticileriniz şerlileriniz; zengileriniz cimriniz olduğu, işleriniz de kadınlara kaldığı zaman yerin altı sizin için yerin üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizi, Fiten/78)
İşte bütün bu benzeri olumsuz gelişmeler içinde dahi müslümanın hak ve doğru bildiği yolda iyiliğinin artma ihtimalini göz önünde tutarak yaşaması, yaşama sevincini yitirmemesi, Allah Rasulünün isteğidir. Zira ölüm nasıl olsa gelecektir. Ona davetiye çıkarmaya gerek yoktur. Ne zaman geleceği de bilinmediğine göre, iyilik ve hayır işleri geciktirmemeye, artmaya, çevreye faydalı olmaya, günahkarların da düzelebileceği ümidiyle hizmete devam edilmediği...
... Sonra İslam’ın dünyasında hayat güzeldir. Çünkü Allah için yaşama, Allah sevgisi, O’na kulluk duygusu, her işin özüne, ruhuna iniyor ve onu güzelleştiriyor. O’na yeni bir dünyadan huzur-i ilahî’ye çıkma hazzı kazandırıyor. Ona ebediyyet iksiri aşılıyor.
İster sırf aşkla olsun isterse ölümden sonra yargılanma duygusuyla olsun, müslümanın hayatı kendine has bir saflık, berraklık, temizlik kazanıyor. Müslüman, hayatını yarın yaradanına sunacağı bir armağan titizliğinde hazırlama duygusuyla hareket ediyor.
... Ve İslam ölümü güzelleştiriyor. Kur’an, müslümanı “dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aldatıcı bir meta’dan başka bir şey değildir.” diyerek eğitiyor. “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmran/185) diyor. Müslüman ve dünya hiçbir zaman bütünleşmiyor. Müslüman gözü ilerde, ölüm ötesi güzelliklerde sonsuz saadet yaşıyor hep. Allah Rasulünün Abdullah İbn Ömer’e tavsiyelerini daima içinde hissediyor.
“Dünyada garip veya yolcu imiş gibi yaşa. Akşama ulaştığında sabahı bekleme. Sabaha ulaştığında da akşamı bekleme. Hastalığın için sıhhatinden ve ölümün için hayatından istifade et. Vaktini boşa geçirme.”
Bu her müslümana Peygamberinden bir terbiyedir. “Cennet size ayaklarınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyle.” diye buyuran da Peygamberimiz.
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Düşünen kimsenin düşünmek fırsatını bulabileceği kadar sizi yaşatmadık mı?” (Fatır/35)
İşte dünya hayatı bu. Düşünme fırsatı verecek kadar bir süre...
Öyleyse düşünelim: Yaratılışımızı, sorumluluğumuzu ve ölümü. Bir gün düşünme süresi sona erecek ve cevap kağıtları toplanacak.
KUR'AN VE HADİSTE ÖLÜM GERÇEĞİ
Ebu Hureyre (r.a.) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“İçinizden hiç kimse ölümü temenni etmesin. Zira kişi iyi biri ise, yaşadıkça iyiliğinin artması; günahkâr biri ise, tevbe edip günahlarından arınması umulur.” (Buhari-Temenni: 5)
“Amel” bakımından kimin daha güzel davranacağını denemek için hayatı ihsan eden (Mülk/2) ayrıca yaratıcımız bu ihsanını ilahî bir fermanla tamamlamıştır: “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmran/185) Allah’tan başka herkes ve herşey için bu kaçınılmaz sondur; “(Yer) üzerinde bulunan her şey yok olacaktır, sadece celâl ve ikrâm sahibi Rabbın bâki kalacaktır. (Rahman/26-27)
Böylesine kesinlik içinde ölümün bir başka kesin niteliği de nerede, ne zaman ve nasıl tahakkuk edeceğinin bilinmemesidir: “Hiç kimse nerede öleceğini bilmez.” (Lokman/34) Bilinen tek şey eceli gelenin öleceğidir. “Allah’ın izni olmadan hiçbir kişi ölemez. Ölümün belirli bir süreye göre yazılmıştır.” (Al-i İmran/145) Ecel tamamsa tehiri asla mümkün değildir. Önce gelmesi zaten düşünülemez. Ne bir saniye önce ne bir saniye sonra. Daima ve herkes için tam zamanında... “Ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri geçerler.’ Nahl/61) Aynı kaide milletler ve ümmetler için de geçerlidir: “Her ümmetin bir vadesi vardır. Vadeleri (onlar) ne bir an geri kalırlar ne de öne geçerler. (A’raf/34) Halkımız bilinmezlikler içinde bu ölüm kesinliğini, “Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane” sözleriyle ifadelendirir. Takdir olunan asla değişmeyeceği gerçeğini de “Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz.” (Bakara/156) teslimiyeti ile karşılar.
Doğumla başlayan ölüm koşusunun devam süresine biz hayat veya ömür diyoruz. Bu koşuyu Hz. Ali ne kadar güzel dile getirmiştir: “Dünya arkasını çevirerek yel gibi esip gitmekte, ahiret de aynı hızla karşı gelmekte. (Tecrid Terc. XII. 361)
Temennî, mümkün olsun muhal olsun geleceğe dair bir şeyin gerçekleşmesini dilemektir. Ölümü temenni etmek de zamanından önce onun gelivermesini istemek, hayat koşusunu yarıda kesmek demektir. Bu temenninin ‘sabit fikir’ haline gelmesi, Allah korusun onu bizzat gerçekleştirmeye kalkışmakla yani intiharla sonuçlanabilir. Bu bir anlamda yaşama sevincini yitirmek ve kendi kendine bir “son” tayin etmeye kalkmaktır. Büyük cinayettir, haramdır. Yukarıda zikredilen hadisin mesajı burada devreye girmektedir: “Yaşamak, iyinin iyiliğinin artmasına, kötünün kötülükten vazgeçip arınmasına vesile olabilir.
Geleceği mutlak olan ölümü, temenni ve davet etmektense, kişiyi o temenniye sevkeden sebepleri göğüslemek ve onların izalesine çalışarak yegane yaratıcının tanıdığı yaşama hakkını sonuna kadar kullanmak, daha iyidir.
Hayatın “Allah’a kulluk” çizgisinde devamını prensipleştirme gayretlerine ve yaşama sevincinin sonuna kadar korunmasını tavsiye etmesine rağmen, yine de ölümü temenni ettirecek, ölüm daha güzel dedirtecek durumların olabileceğini göz önüne alan sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde: “Hiçbiriniz uğradığı bir bela veya musibetten dolayı sakın ölümü temenni etmesin. Eğer mutlaka temenni etmek zorunda kalırsa, o zaman şöyle desin:
“Allah’ım, yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat; ölmek hayırlı olduğu anda beni öldür.” (Buhari, Merdâ/19)
Bu hayatı ve ölümü “hayırlılık” kaydı ile O’nun takdirine havale ederek herhangi bir çılgınlığa düşmeden “kulluk çizgisi”ni koruma gayret ve teslimiyeti içinde olmak tavsiyesidir.
İnsanda belki de ebediyyet duygusunun bir uzantısı olarak bitmek tükenmek bilmeyen arzu ve istekler vardır. Bu arzu ve isteklerin yerine getirilmesi hemen arkasından daha başkalarının doğmasından başka bir işe yaramaz. Bu yüzden dünyada müminin en büyük problemi, bu sınırsız istekler yani tul-i emel”dir. İnsanın dünyevî yolculuğu bu “tul-i emel istasyonuna doğru hızla akıp gitmektedir. Fakat hayat treni daima tul-i emel istasyonuna varamadan ölüm kucağında mecburi duruşa geçmektedir. Bu yüzdendir ki, Peygamberimiz (s.a.v.) hayat treni mecburi duruşa geçmeden bizi uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Dünyevî zevkleri kıran ve tul-i emeli unutturan ölümü çokca hatırlayınız.” (Tirmizi, Zühd/4) Zeki mü’minin kim olduğu sorulunca da: “Ölümü çokca hatırlayan ve ölümden sonrasına iyi hazırlanandır.” buyurmuştur (İbn-i Mace, Zühd/31)
Bu ve benzeri hadislerin ışığında mutasavvıflar “Ölmeden evvel ölmek” şeklinde bir anlayış geliştirerek her nefesi son nefes bilip, ölüme her an hazır olmanın yollarını aramışlardır. ‘Tefekkür-i mevt’, ‘tezekkür-i mevt’ ve bazen de ‘rabıta-i mevt’ lafızlarıyla ifade edilen ölmeden evvel ölmenin esası “Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmek”. (Tirmizi, Kıyame/25) Amellerimizi tartmak, bedenimizi ölü kabul ederek kalplerdeki dünya sevgisini, kafalardaki masiva ilgisini azaltmaktır. Bedenin ruha verdiği bulanıklığı atmaktır. İnsanı her an dünyaya esir etmeye çalışan şeytanın: “Ne yiyeceksin, ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?” şeklindeki şaşırtıcı sorularına: “Ölüm yiyeceğim, kefen giyeceğim, kabri meskun tutup orada barınacağım” diye karşılık vermektir. Ölümü her an zihinde tutmak ve ona göre hareket etmektir. Zira insan her an ölümle burun burunadır.
İnsana en yakın şey ölümdür. Fakat insan bunu hep uzaklarda görmeye alıştığı ve kendisine yaklaştırmaya çalıştığı için onu düşünmekten kaçar. Oysaki ölüm, aldığın nefesi verememek, verdiğini alamamaktan ibarettir. O kaçınılmaz sondur ve çok yakındır.
Kişiler ve toplumlar için zaman zaman ölümü temenni ettirecek haller ve gelişmeler olabilir. Çok değişik sebeplere dayalı olarak herkes zaman zaman böylesi hallere düşebilir. Nitekim ilk müslümanlardan Habbab b. Eret bile: “Eğer Nebi (s.a.v.) bizi ölümü temenni etmekten nehyetmemiş olsaydı muhakkak ben (şu hastalık ızdırabından dolayı) ölümü temenni ederdim” demiştir. Bir hadis-i şerif ölümü temenni ettirecek sıkıntıların kişileri mezarlar üzerinde dövünmeye götürecek kadar ağır olabileceği günlerin gelebileceğini şöyle haber vermektedir.
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bir adam bir kabrin üzerine kapanarak, “keşke bu mezarda ben olsaydım” demedikçe dünya yok olmaz. Aslında bu sözü ona söyleten din değil beladır.” (Müslim, Fiten/54)
Bakış konusu “bela” elbette çok çeşitli olabilir. İmam Tirmizi’nin “garib” dediği bir hadiste bu belanın toplum içindeki türüne şöyle işaret edilmektedir:
“Yöneticileriniz hayırlılarınız; zenginleriniz cömertleriniz olduğu, işlerinizde aranızda danışarak görüldüğü sürece yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır. Yöneticileriniz şerlileriniz; zengileriniz cimriniz olduğu, işleriniz de kadınlara kaldığı zaman yerin altı sizin için yerin üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizi, Fiten/78)
İşte bütün bu benzeri olumsuz gelişmeler içinde dahi müslümanın hak ve doğru bildiği yolda iyiliğinin artma ihtimalini göz önünde tutarak yaşaması, yaşama sevincini yitirmemesi, Allah Rasulünün isteğidir. Zira ölüm nasıl olsa gelecektir. Ona davetiye çıkarmaya gerek yoktur. Ne zaman geleceği de bilinmediğine göre, iyilik ve hayır işleri geciktirmemeye, artmaya, çevreye faydalı olmaya, günahkarların da düzelebileceği ümidiyle hizmete devam edilmediği...
... Sonra İslam’ın dünyasında hayat güzeldir. Çünkü Allah için yaşama, Allah sevgisi, O’na kulluk duygusu, her işin özüne, ruhuna iniyor ve onu güzelleştiriyor. O’na yeni bir dünyadan huzur-i ilahî’ye çıkma hazzı kazandırıyor. Ona ebediyyet iksiri aşılıyor.
İster sırf aşkla olsun isterse ölümden sonra yargılanma duygusuyla olsun, müslümanın hayatı kendine has bir saflık, berraklık, temizlik kazanıyor. Müslüman, hayatını yarın yaradanına sunacağı bir armağan titizliğinde hazırlama duygusuyla hareket ediyor.
... Ve İslam ölümü güzelleştiriyor. Kur’an, müslümanı “dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aldatıcı bir meta’dan başka bir şey değildir.” diyerek eğitiyor. “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmran/185) diyor. Müslüman ve dünya hiçbir zaman bütünleşmiyor. Müslüman gözü ilerde, ölüm ötesi güzelliklerde sonsuz saadet yaşıyor hep. Allah Rasulünün Abdullah İbn Ömer’e tavsiyelerini daima içinde hissediyor.
“Dünyada garip veya yolcu imiş gibi yaşa. Akşama ulaştığında sabahı bekleme. Sabaha ulaştığında da akşamı bekleme. Hastalığın için sıhhatinden ve ölümün için hayatından istifade et. Vaktini boşa geçirme.”
Bu her müslümana Peygamberinden bir terbiyedir. “Cennet size ayaklarınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyle.” diye buyuran da Peygamberimiz.
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Düşünen kimsenin düşünmek fırsatını bulabileceği kadar sizi yaşatmadık mı?” (Fatır/35)
İşte dünya hayatı bu. Düşünme fırsatı verecek kadar bir süre...
Öyleyse düşünelim: Yaratılışımızı, sorumluluğumuzu ve ölümü. Bir gün düşünme süresi sona erecek ve cevap kağıtları toplanacak.