Forum Hafızoğlu

Tam Versiyon: ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK
Şu anda tam olmayan bir versiyonun içeriğine bakıyorsunuz. Tam versiyon'a bakınız.
Sayfa: 1 2 3 4
Üstad hakkında biyografik belgelerden birkaç örnek..

Bahriye Mektebi Diploması
[Resim: diploma2x1rr2.gif]
Legion d'honneur
[Resim: legion2x1in6.gif]
Şecere
[Resim: secere2x1om5.jpg]
Askerlik Tezkeresi
[Resim: tezkere2x1oa4.gif]

#ALINTIDIR#bknz








BİR YALNIZLIK GECESİNİN VEHİMLERİ

………………………..
"Büyükbabam gözümün önünde öldü. Yorganın altından fırlamış, yeşile çalan sarı renkte kupkuru bir ayak... Buruşuk bir yorgan... Arkasına yastıklar doldurulan hasta, yatağa yarı oturmuş vaziyette, baygın gözleriyle uzak, göz alabildiğine uzak bir âleme dalmış...
Tam bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü...
Ne o? Gayet ufak bir hâdise!... Bir baş göğüse düştü... Bu adam öldü mü? Bu adam yok mu artık?
Nasıl olur? Ömrü buna göre ne hâdiselerle dolu olan bu adamın bu kadar ufak bir hareketle içimizden büsbütün gittiğine, yok olduğuna nasıl inanırız?
Mümkün değil, çıldırırız, yine inanmayız. Halbuki çıldırmayız. O halde inanır mıyız? İnanmayız da... Hattâ öyle anlarımız olur ki, "bak bak, deriz; şimdi, şimdi kapı açılacak ve büyükbabam içeriye girecek sanıyorum!" İnanmayız da, onsuz yaşamaya nasıl razı oluruz? Razı da olmayız. Herşeye rağmen onsuz yaşamaya alışmamak elimizde değildir. Ah, alışmak!... Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum...

CİNNET MUSTATİLİ'nden…

DÖRT KÖŞE MEYDAN
……….
Yarabbi; (11 Mayıs 1953 Pazartesi akşamı, Ankara Hapishanesi revirinde dişçi odası, saat 7.30) bu satırları karaladığım, şu anda, senden, bu dünya cehennemine bir kartpostala bakar gibi, yanmadan ve kavrulmadan, sadece ibret ve haşyet gözüyle baktıracak ruh kuvvetini istiyorum. Yarabbi, bu kuvveti bana ver; ve içinde yandığım alevleri, onlardan alınacak ders ve ahlâk mahfuz, içimde kartpostallaştır! Onu kendime ve bütün dünyaya, senin için, hikmetlerin adına, emniyet ve hâkimiyetle gösterebileyim...
Ah, bu dört köşe meydanın, çepçevre dört çizgi halindeki yollarında duyduklarım!.. Eğer Allah ile aramdaki sırların hududunu örselemek korkusu olmasaydı, birkaç kelimeyle sizi fena edebilirdim. Tek kelime dinleyemez hâle gelir ve etinizden kılçık çeker gibi, bu bahsi kafanızdan atmaya, çıkarmaya, itrah etmeye, kayyetmeye mecbur kalırdınız.
Var ne, yok ne, ayniyet ne, zıddiyet ne, tek ne, çift ne, adet ne?...
"- Hiçbir nefse takatından fazla yüklemem!"
Buyuran Hakka ne diyebilirdim?.. Çekiyordum, çekecektim. Halimden sadece (fizyolojik) bir iki tezahür kaydedeyim: Sinirlerim o hâle gelmişti ki, dört köşe meydanın pencerelerinden gözüme çarpan Malatya ışıklarını sarımtırak beyaz değil de, kırmızı, kan rengi kırmızı görüyordum. Süt beyaz kara baksam yine o renk... Ve dehşetler içinde görüyordum ki, yatağımda veya dışarıda ve daima herkesten gizliyordum ki, gözyaşları, artık gözümden, (firijider)den çıkmış gibi, buz gibi gelmektedir. Katiyen insanı kandırmıyan ve cümudî bir bünyeden sızdığı hissini veren bu soğuk, buzdan soğuk göz yaşlarını, 40 küsur yıllık hayatımda ilk defa olarak, Malatya'da görüyordum. Bir müddet sonra, Kâinatın Efendisine, Peygamberlerin Başbuğuna ait bir düstur olarak öğrendim ki, en makbul gözyaşı, ruhanî gözyaşı buymuş; gözden buz gibi gelen yaş... Fakat ben kendimi böyle bir hâle lâyık görmediğim için teselli hissemi çıkaramıyordum.
Bu hâlin, farkındasınız, ruhî arazlarını tam anlatamıyorum; onlar bende kalacak, belki tohumlaşıp, nice esere gövde verecek, fakat aslâ oldukları gibi gösterilmeyecek ve dudaklarımın ucunda kalmış olarak benimle mezara girecektir. Fakat sakın bunları, telâfisi derhal mümkün ve çoğu maddeye bağlı dünya sıkıntılarına ait şeylerden doğma sanmayın!
Elektrikleri kesilmiş evim, açlığa bırakılmış çocuklarım, matbuat isimli esatirî yalan ve tezvir makinesine duyduğum hınç, dâvamızı içeriden ve dışarıdan sürükledikleri çıkmaz, çamaşırlıktaki namaz takkelerine kadar didiklenen Müslümanların hâli, artık bana "Mektubunu aldım, fakat ürküyorum, cevap veremem" demekten bile korkan dostların vaziyeti... Bütün bunlar belki sıkıntılarımın başıydı, ilk kritikleriydi. Fakat yangın çıktıktan sonra bunlara yer kalmadı. Bunların hepsi birden ikinci plâna geçti. Sadece ilâhî hikmet, mücerred çile, yanmak için yanmak, Allah için yanmak... Bunlar kaldı. Bunlar ve ben... Bulunmazı bulmaya, düşünülemezi düşünmeye, muhali kurcalamaya mahkûm ben:
-Nokta ne, çizgi ne, satıh ne, cisim ne, renk ne, ışık ne, ruh ne?.."

BİR ADAM YARATMAK'dan

(Dördüncü Sahne)
……….
HUSREV - (Hiç kulak vermez) Osman!
OSMAN - Efendim!
HUSREV - Ben görünen şeylerdenim. Beni görüyorsun değil mi?
OSMAN - (Ağlar gibi) Evet efendim.
HUSREV - Ben neye benziyorum?
(Osman ıstırapla başını sağa çevirir. Cevap vermez.)
HUSREV - Söyle! Neye benziyorum?
OSMAN - Beyefendi! İhtiyar uşağınıza acıyın! Hiç böyle şey sorulur mu? Neye benzeyeceksiniz?
HUSREV - Beni bir şeye benzet! Herkes bir şeye benzer.
OSMAN - Allah benzetmesin efendim, babanıza benziyorsunuz.
HUSREV - (Eliyle şöminenin üstündeki tabloyu gösterir) Şu adama değil mi? Mademki benziyorum, Allah niçin benzetmesin?
OSMAN - (Çok muztarip) Allah benzetmesin!
HUSREV - (Yavaşça ayağa kalkar) Osman, merak etme! Ben babama benzemiyorum.
OSMAN - (Dehşete batmış, elini ağzına götürür.) Ya neye benziyorsunuz?
HUSREV - Ben bir deliye benziyorum.
OSMAN - Allah vermesin, Allah korusun!
HUSREV - (Yazı masasına döner. Parmağıyle havada garip bir daire çizer.) İnsan niçin deli olur Osman?
OSMAN - Ah efendim, bağışlayın suçumu! İnsan çok düşünmekten deli olur.
HUSREV - Osman, hiç bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu? Benim de beynimden kan akıyor. Ben düşünmüyorum, beynim kaynıyor. Görüyorum, gözlerimi yumunca görüyorum. Beynimin etten yuvarlağı üstünde her düşünce bir damla siyah kan gibi yuvarlanıyor. Ben istemiyorum Osman! Fakat hiç bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu?
OSMAN - Düşünmeyin beyefendi!
HUSREV - Herkesi düşündürmeğe çalış, düşündüremezsin. Beni düşündürmemeğe çalış, yine elinden bir şey gelmez! Ben başkalarının düşünmemeğe mahkûm olduğu kadar düşünmeğe mahkûmum. Osman! Pencereleri açmak istiyorum. Başımı soğuk havaya uzatmak ve köpekler gibi haykırarak halkı penceremin altına toplamak istiyorum. Düşünmek istemiyorum diye bağırmak, ulumak istiyorum. Osman, düşünmek istemiyorum! Düşünmek istemiyorum.
(Osman, gözlerini sildiği eliyle yüzünü kapamış. Artık tahammül edilmez hale gelmiştir. Husrev'in nazarı babasının resminde. Bir iki saniye resme bakar. Piyano çok uzaklarda tekrar başlar.)
HUSREV - Osman, çek elini yüzünden!
(Osman derhal elini yüzünden çeker.)
HUSREV - Dön geriye ve bak resmine babamın!
(Osman geriye dönüp resme bakar.)
HUSREV - Bu adamı tanıdın mı Osman?
OSMAN - Tanımaz mıyım efendim? Beni yalıya o aldı, bana ekmeğimi o verdi.
HUSREV - Hiç babamın elini tuttun mu Osman?
OSMAN - Elbette beyim. Kaç kere tuttum ve öptüm.
HUSREV - (Deli edasıyle) Sıcak mıydı elleri?
(Osman cevap vermez. Başı kesik bir baş gibi göğsüne düşer.)
HUSREV - Ne sorarsam cevap ver!
OSMAN - Tabiî sıcaktı efendim.
HUSREV - Şimdi o eller nerede? Şimdi onlar belki bileğinden kopmuş, buzdan soğuk, beş tane kemikten kalem!
(Müzik Husrev'in sesiyle mutabakat halinde. Cümle duraklarında müzik yalnız kalır ve daha iyi duyulur. Cümle başlangıçlarında Husrev'le birleşir. Husrev marazî tavırlarla resme doğru işaretler yaparak konuşuyor.)
HUSREV - Bu gözler, baktığı zaman gören, gördüğü şeyin hayâlini ayna gibi içine aksettiren bu gözler nerede? Onlar birer fincan renkli suydu. Toprağa döküldü. Buhar olup bulutlara karıştı. (Sesi birden coşar. Gitgide kendisini kaybediyor.)Nerede bu adam Osman? Gö zünü, yüzünü, ellerini, ayaklarını bırak bütün terkibiyle, terkibinin tek ve yegâne mânasiyle nerede bu adam? Eridi, dağıldı, kurudu, ufalandı, silindi değil mi? Ya erimek, dağılmak, kurumak, ufalanmak, silinmek de ne demek? Her şey erir, dağılır, kurur, ufalanır, silinir. Fakat bu adamın terkibinden çıkan, terkibinin mihrak noktasından fışkıran hayat alevleri, varlık şevk ve kudreti, var olmak haz ve emniyeti nasıl silinir? Bu haz ve emniyet iradesi nasıl olur da miskin eczamızı birbirine lehimlemez? Leşimizi ensesinden kavrayıp ayağa kaldırmaz? Yoksa asıl giden, silinen o mu? (Sükût, müzik.) Hayır! O silinmiyor. Belki değil, yüzde yüz silinmiyor. Çatlarım, yine inanamam. Silinemez. Fakat nereye gittiğine, nerede gezdiğine, nasıl olduğuna aklımız ermiyor. Osman! Aklımız yetmiyor. Onun için çıldırıyoruz. Şu resme bak! Bir takım nebatlardan çıkarılmış boyalarıyle, muşambası ve çerçevesi karşımızda. O bir şeyin kendisi değil, taklidi. O şeyin kendisi yok, taklidi var. Bu nasıl güneş ki kendisi yok, dalgalarda aksi var? (Sükût, müzik.) Yaşamıyoruz. Resimlerimiz, fotoğraflarımız kadar yaşamıyoruz. Mendilimiz, gömleğimiz, potinlerimiz kadar yaşamıyoruz. (Hızla dönüp masasını gösterir.) Bir sigara kâğıdını şu masaya koy, üstüne bir taş bırak, kapıları kapa ve git! Üçyüz sene sonra gel, yerinde bulursun. Belki sararmış, belki buruşmuş, fakat yine o. Bir sigara kâğıdı kadar yaşayamıyoruz. Kefenimizden evvel çürüyoruz. Duyuyorum! Kulak ver, sen de duyarsın! Toprak altında, milyarlarca kurdun, çıtır çıtır dut yapraklarını yiyen milyarlarca ipek böceği gibi, milyarlarca ölüyü yediğini duyuyorum. (Çılgın) Ölüler! Gözsüz kulaksız kurtların içtiği köpüklü şampanya damlaları! Tozun toprağın mezeleri! Korkunç bir saklambacın korkunç oyuncuları. Kurtarın beni ebedilikten! Öldüm sizi araya araya...Kurtarın beni düşünmekten!
(Husrev susar. Müzik fevkalâde sürükleyici ve düşündürücü. Husrev tam bir deli. Dizleri üstünde yere çömelir gibi yaylanmış, eliyle meçhul bir şeyi gösteriyor. Osman, efendisinin arkasında, başı göğsünde, sessiz ağlıyor. Husrev hep o. Müzik devam ediyor.)
HUSREV - Allahım, ben yok olamam! Her şey olurum yok olamam. Parça parça doğranabilirim. Nokta nokta lekelere dönebilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içilir, havaya savrulabilirim. Fakat yok olamam. Madem ki bu kadar korkuyorum, yok olamam. Eczahane camekânlarında, ispirto dolu bir kavanoz içinde, düşürülmüş bir çocuk ölüsü gibi, yumruk kadar bir et parçasına inebilir, bir şişeye hapsedilebilirim. Fakat şişenin camından yine dışarıyı seyreder, önümden geçenleri görür, kendimi bilir ve duyar, kendimi ve Allahımı düşünebilirim. Razı değilim Allahım! Yok olmaya, kalmamaya, gelmemiş olmaya, mevcut olmamaya razı değilim. (Sükût, müzik.) Bu dünyada bırakamıyacağım hiçbir şey yok. Ne deniz, ne ağaç, ne şehir, ne ev, ne kadın, ne de ben. (Eliyle göğsüne çarpar.) Bu kalıbım, bu zarfım, bu kafesimle ben. Onların hepsini bırakabilirim. Fakat şuurumu, bilmek, duymak, var olmak şuurumu bırakamam. Razıyım bir toz parçası olayım. İnsanlar üzerime basarak geçsin. Canım acısın, duyayım. Canımın acıdığını duyayım. Razıyım bir kertenkele olayım. Kızgın yaz günlerinde bir bahçe duvarına tırmanayım. Tırnaklarımı tuğlalara geçireyim. Yeşil ve ıslak sırtımı güneşe vereyim. Fakat güneşle sırtım arasındaki öpüşmeyi duyayım. Tuğlaların incecik zerrelerini sayayım. Kovuklardaki böceklerin, bir boru içinden bakar gibi bana baktıklarını göreyim ve düşüneyim. Razıyım bir nokta olayım. Fakat o noktaya bütün kâinat, bütün mevcudiyle dolsun. Ben yok olamam. Ağlarım, tepinirim, çatlarım, çıldırırım, ölürüm, fakat yok olamam. (Sükût, müzik.) Her şey benim olsun, vereyim, gökler, yıldızlar, gökteki samanyolu, ay, dünya vereyim. Fakat aklım bana kalsın! (Acı acı ulur) Aklım bana kalsın! Aklım!.. "
Kaldırımlar 1

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..

(1927)



KALDIRIMLAR (II)

Başını bir gayeye satmış kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi, '
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!


Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.


İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.


Yağız atlı süvari, koştur atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur,
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...



Necip Fazıl KISAKÜREK - 1927
Canım İstanbul


Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul`da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şoyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul…


Necip Fazıl Kısakürek

YOLUMUZ

Rabbim, Rabbim, bize ne güzel bir yol nasip ettin! Şöyle bir yol: Efsanevî bir levha halinde, sislere batmış bir dağ başına doğru ilerliyen kıvrım kıvrım bir patika örgüsü... Bu patika vaktiyle dünyanın en muazzam caddesiymiş; sonra gelen bozmuş, giden harap etmiş, en son gelenler ve gidenler de onu büsbütün tıkayıp üstünden geçilmesin diye sivriliğine cam kırıklarıyle döşemiş... Sislere batmış dağ başında, insanoğluna yekpare, ebedîlik ânını ve gerçek oluş saadetini tekeffül eden bir saray var... Fakat bizim gözümüze böyle görünen saray, yolu cam kırıklarıyle döşeyenlerin gözünde, dünya saadet ve nimetine, eşeklik hürriyet ve faziletine mâni bir zindandır. Onlar, biz bu dünyaya bu zindanı musallat etmiyelim diye yolumuzu keserken, biz de dünyayı felâketten kurtarmak için yolu o saraya doğru açmaya çalışıyoruz. Biz "yeni"lerin en yenisine. ezel noktasını ebet noktasına iliştiren mutlak ve nihaî "yeni" ye malik olduğumuz halde, bu "yeni" nin maziye ait bayat ve yanlış tatbikatından, eski olmakla suçlandırılıyor ve bu yüzden tek kelimesi dinlenmez "kokmuş kafalar" ve "haşin yobazlar "telâkki ediliyoruz. Halbuki bizi böyle telâkki edenler, sahte kemiyet yeniliklerinin aldatıcı kabukları içinde donmuş, mutlak ve şifasız küfür yobazları... Kokmuş kafa asıl onlarınkidir; ve o kadar kokmuşlardır ki, kokmuşluğu bile dondurmuşlar ve telâkkilerinin konserve kutusunda ebedîleştirmişlerdir. Bunların, gerçekten, ebedîleştirebildiği tek şey, bizzat ve binnefs kokmuşluktur.

Ve işte bu yüzden, kimsenin anlamadığı, kuş diline benzer bir muamma lisanı konuşuyoruz. Bizi, ne bizden olduğunu sananlar, ne de bizden olmayanlar anlayabiliyor. Bizi anlıyabilmek istidadı, ancak Allah ve Resulünün, sırları yolunda kafasını berhava etmiş yüksek çile ehli Müslümanlardadır. Onların da bu devirde sayısını tespit edebilmek lazım... Korkarız ki, Kaç kişisiniz!" diye sorulsa "milyonları aşkınız" diye cevap verildikten sonra "Öyleyse buyurun zehirle pişmiş aşı yemeğe!.." der demez, tıpkı Hacı Bayram-ı Velî'nin müritleri gibi bir buçuk kişiye inmesinler!..

İşte arkamızda bu birbuçuk kişi, sivriliğine cam kırıklariyle döşeli yolda, topuklarımızdan saçlarımıza kadar kan içinde, ilerlemeğe çalışıyoruz biz!. Yürünmez yolda, anlaşılmaz dille, aşılmaz manialara rağmen mesafe aldığımızı görenler, bununla da kalmıyorlar! Dağların ve kırların, köpek, çakal, sırtlan, karga, fare, domuz, ne kadar mundar hayvanı varsa üzerimize musallat ediyorlar! Ayrıca kanunî (!) yol bekçileri, ellerinde ceza makbuzları memnu mıntıkalara girmiş olmanın suçunu ha bire kaydedip duruyorlar. Bu kadariyle de olmuyor çile... Arkamızdaki bir buçuk kişinin çeyreği, topuğunda küçük bir kızartı hisseder etmez "Vay sen bu dâvaya lâyık olmıyan ve kavli fiiline uymıyan sefil adam!" diye yoldan dönüyor ve başkalarını da döndürmek istiyor. Ve cam kırıkları topuğumuzdan ciğerimize kadar batıyor, köpekler havlıyor, mukayyitler yazıyor, dönekler çark ediyor; ve şu âna kadar bahsettiğimiz en korkunç zümre, bugün belki bütün cihana hâkim Yahudiler ve Yahudilik müesseseleri, bütün şubeleriyle perde arkasından bu vaziyeti güdümlemeğe bakıyor. Cam kırıklarını onlar döşetiyor, köpekleri onlar besliyor, mukayyitlere onlar talimat veriyor ve dönekleri onlar idare ediyor.

Ve biz yürüyoruz; her şeye rağmen yürüyoruz, yürüyeceğiz ve güzel isimleri arasında "Galip" isminin sahibi Allah adına ve aşkına yürümekten vaz geçmiyeceğiz!

Rabbim, Rabbim, bize ne güzel bir yol nasip ettin! Sırlarının ve nimetlerinin hazinesi olan saraya, elbette ki, bundan daha kolay şartlarla gidilemezdi. Mademki zorluk bu kadar müthiş, o halde tam yolun üzerindeyiz; ve mademki tam yolun üzerindeyiz, o halde yürüyeceğiz ve erişeceğiz! Çünkü biz, herhangi bedavacılık ve lüpçülükten uzak, senden, nimetinle mütenasip ebedî devleti istiyoruz; o halde her çileyi çekeceğiz ve sonunda yalnız senin dilemen şartıyle bu devleti kazanacağız! Mademki ıstırap bu kadar büyük, mazhariyet ve devlet de o nisbette azîm olacaktır.

9 Mart 1951
FiKiR AHLAKIMIZ


''Sana, san’at ve fikir ahlâkımızdan tam 15 madde göstereyim:


Birinci madde:

Kendimizden başka herkes hakkında peşin hükmümüz:

"Başkasından bir şey çıkamaz!”

Gözümüze ne çarparsa çarpsın; eser, kitap, hamle, hareket, tavır, edâ, her şey karşısında hemen bu gözlüğü takarız. Ve gördüğümüze göre değil, gözlüğümüze göre teşhisimizi yapıştırırız:

"Metelik etmez! Aşşağının bayağısı! Kötü!”

Zira, asıl ölçü merkezi, dudaklarımızda değil kalbimizdedir:

"Başkasından bir şey çıkamaz!"

Bir inanmayış ki, tersinden bir inanış olarak ifade edilse, inkâr softalıklarının en kabası şeklinde meydana çıkar.

Okumayı, anlamayı, dinlemeyi, duymayı, bakmayı, görmeyi, elemeyi, bulmayı, denemeyi, bilmeyi, hâsılı birinden bir şey ummayı aptallık sayarız. O evvelden mahkûmdur. Sevimli olması, hattâ dehâsını tasdik ettirebilmesi için tek çare, yazması, çizmesi, konuşması, davranması değil, susması ve huzurumuzda el pençe divan, silinip gitmesidir. Eğer dâvasında ısrar eder, karşımıza her çıkışında aynı fikir ıztırabının kasvetli suratını takınır, aynı şeyi birkaç kere tekrarlarsa ismi hazırdır:

"Deli!"

Bir adamı, bir iddiayı, bir ifadeyi, bir tezahürü, bir hamlede kavrıyan ve bellibaşlı unsurlara irca edip, ya hemen ve topyekûn iptal, yahut hemen ve topyekûn alâka işareti veren keskin sezişlerin hakkı inkâr edilebilir mi hiç? Fakat kaynağı fikrî olan o sezişle, kaynağı ahlâkî olan bu inkâr ediş arasında, çöl arslaniyle (bonmarşe) arslanı farkı var.

İnkârlarımız, vicdanımızda bir görüş ve ölçü kutbunun itici ve çekici hükümlerine değil, ahlâk bozukluğu yasamızın “Başkasından bir şey çıkmaz!” hükmüne dayanır.

İkinci madde:

Ustayı, bizi doğuran ve yetiştiren tesiri red ve iptâl temayülümüz...

Yıkık bahçe duvarının en yüksek taşına çıkıp, caka ve şatafat içinde körpe kanatlarını çırpan, ilk ötüş tecrübesi yapan delikanlı horozlar gibi, her piliç kalem, piliçlikten horozluğa doğru nefsanî bir bulûğ humması geçirir geçirmez, tesirinden foğduğu adamı,yâni ustasını red ve irtâl temayülüne düşer:

"Ö, ö, ö, öööööö!!! Meydan bizimdir! O da yok, Şu da yok da yok! İşte san’at ve fikir güneşi bizimle doguyor! Ne dün var, ne yarin! Ö, ö, ö, öööööö!!!”

Bu zamana kadar şahidi olduğumuz nesil kavgalarının bütün kıstas değeri bundan ibaret...

Halbuki red ve iptâl hakkı, tasdik ve imân borcuyla yanyana, son derece ulvî bir nefs muhasebesinden doğar. Onun sahibi, yatağına oturur, başını iki dizi arasında sıkıştırır, kendi içine ve dışına dalar, daldıkça dalar, daldıkça dalar. Mâzisi ve istikbâliyle, dostu ve düşmaniyle, ustası ve çırağiyle hesap görür. Kendisine ve başkalarına ne borçludur. Kendisinden ve başkasından ne alacaklıdır, hangi ruhî ve içtimaî şartların mirasıdır, hangi ruhî ve içtimaî miras hazırlamaktadır, nihayet taşırdığı veya içinde kaybolduğu maddî ve mânevî hâdler nelerdir; düşünür, düşünür oğlu düşünür. Sonra ebedî ve esasî bir kıymet ölçüsüne varır ve artık dilediği gibi red ve iptâl eder.

Bizde bütün bu ıztırablı işler yok; aksine, gıdıklanan insanların, üzerlerine bir el uzanır uzanmaz ürkek bir hareket yapmaları gibi, menfî bir ihtibâsın insiyakî ifadesi hâlinde, ustayı, tesirinden doğduğu adamı, âile ve an’aneyi red ve iptâl etme temayülü vardır.

Buna, astar tarafından giyilen elbiseler tarzında, tesir altından çıkmanın değil, ters cephesiyle tesir altında inlemenin misali derler!

Üçüncü madde:

"Zekâ, istihzadır!” telâkkimiz...

Zekâ... İlâhî nimetlerin en büyüklerinden biri... İlk insandan beri zekâya kötü ve lüzumsuz bir şey göziyle bakan kimse çıkmadı. Onu, bütün devirler boyunca bütün insanlık ister, sever ve beğenir. Âlâİlâhî nimetlerin en büyüklerinden biri... İlk insandan beri zekâya kötü ve lüzumsuz bir şey göziyle bakan kimse çıkmadı. Onu, bütün devirler boyunca bütün insanlık ister, sever ve beğenir. İstihzayı zekânın su içtiği tek çeşme sananlar, bu çeşmedeki musluğun kaç türlü çevrilişi olduğunu, her çevrilişte nasıl bir kıvam teşekkül ettiğini, her kıvamın kaç mâna taşıdığını bilmedikleri için, bu musluğu bir hamal gibi açarlar, bir hamal gibi alay ederler. Neticede bu hareket, bellibaşlı bir fikir ve duyguya sahib bir ruhun gizlediği kıymet hükmünü, onun peçeli sitemini ihtar eden zerafetli bir oyun olmaktan çıkar. Her moda şey gibi. Kolaylığa, kabalığa, bayağılığa, fenalığa kaçar.

Bizim istihzamız da bu soydandır ve ismi zekâdır! Onun içindir ki, bizde arkadaşını en iyi tahlil eden, onunla en iyi alay eden sanılmıştır. Ve yine onun içindir ki bütün fikir ve sanat piyasamız, kâbuslardabile rastlanamaz cehennem tasvirleriyle dolu bir resim sergisidir:

Çekirge vücudu üzerinde at kafası taşıyan romancılar... Semiz bir domuz gibi burnu yerde, süprüntüleri bile karnına çekercesine dolaşan şairler... Akşam üstü bilmem hangi pastacıda bir kurabiye yedikten ve gece tatlı bir rüya gördükten sonra sabahleyin müthiş bir sefahat yaptığını ilân eden mütefekkirler... (Frak) giymiş tahtakurularına benziyen âlimler... Ve daha neler, neler, neler...

Dördüncü madde:

Kıskançlık... Yüzümüzün, merhemsiz, sargısız, peçesiz çıbanı... Bir taşın üzerine çıkıp:

"Kıskanıyorum!!!”

Diye avaz avaz bağırmamak ve tepim tepim tepinmemek şartiyle kıskançlığın bütün tezahürleri mübah sayılır.

Mahalle aralarında, kıskançlık yüzünden, hiçbir kurşuncu ve üfürükçünün deva bulamadığı esrarlı hastalıklarla eriyen genç kızlar, bizim misallerimiz karşısında iffet ve saffet örnekleri...

"Kıskançlık nedir?” diye bir de Tasavvuf adamlarına soralım:

"Ruhumuza ait öyle bir maraz ki, başka her illetin çaresi var, onun yok...”

Sokaktan geçen bir kadına bir erkek, nihayet bir sihre kapıldığı ve buna kapılmaktan kendini alıkoyamadığı için bakar. Ya bir kadın, başka bir kadına nasıl bakar, dikkât ettin mi? Aynı cinsten şeylerin birbirlerine üstünlük göziyle bakışları korkunçtur. Kadının kadına, köpeğin köpeğe, sahte imamın sahte imama, 63 numaralı vapurun 71 numaralı vapura, muharririn muharrire bakışı, vesaire vesaire...

Doğmıyacak bir günün şafağında eserini kaleme almaya niyetli bir müstakbel dehâ tanıyorum ki, dostu diye andığı bir muharririn gûya muvaffakiyet kazanmış bir eserini, baştan başa aleyhinde bulunarak Avrupada tedavide bulunan karısına göndermiş, karısı da, eseri, son sahifesine tek bir kelime ekleyip kocasına iade etmişti:

"Kıskanma!”

Yarı yoldan ziyade kıymete yakın, yarı yoldan ziyade şahsiyetsizliğe uzak bir adam mısınız?

Yazı yazmayınız, eserinizi; yazmamak etmeyiniz, niyetinizi; konuşmayınız, talâkatinizi; susmayınız, temkininizi; sevinmeyiniz, neş’enizi; ıztırap çekmeyiniz, tahammülünüzü; giyinmeyiniz, elbisenizi; soyunmayınız, vücudunuzu; iş sahibi olmayınız, nüfuzunuzu; işinizden atılmayınız, kahramanlığınızı; ve elinizdeyse yaşamayınız, her şeyinizi; ve yine elinizdeyse ölmeyiniz; kefeninizi kıskanırlar!

Tanrıkulu, yüzünde fevkalâde rahatsız bir tebessüm, sustu. Bahsinin yükü omuzlarına çökmüş gibiydi.

-Devam buyurun, devam buyurun!

Diye haykırmaktan kendimi alamadım:

-Devam buyurun! Kurtarıcı teşhis sizin bu sözlerinizde...

-Bekle, dedi, bu mevzuun kasveti altında bunalmamak için biraz nefes alalım ve ciğerlerimizdeki havayı yenileyelim. Sonra gene (otopsi)mize devam ederiz.

Beşinci madde:

Karşılıklı meddahlık...

Pazarlıkların en sefili tarzında açığa vurulmuş bir düstur... Utanmadan, sıkılmadan, çekinmeden söylerler:

-Beni medhedeni ben de medhederim!

Bir gün, şair tanınmış bir zat bana demişti ki:

-Bu, böyle! Beni medhetmeyeni methedemem!

Medhin yolu, lisandaki kaba medih kelimelerini, herhangi birisi hakkında ulu orta kullanmaktır. Yoksa o kelimelerin bir araya getirilmesiyle kurulacak bir görüş terkibi, bir fikir dizisi düşünülemez. Zahmete ne hacet! Kelimelerin kendi kendine taşıdığı âdi ve başıboş delâletler kâfidir:

Büyük, güzel, parlak, yüksek, derin, keskin... Ve dolayısiyle büyük şair, güzel eser, parlak buluş, yüksek düşünce, derin duygu, keskin cümle...

Çakıl taşları kadar bol ve ucuz olan bu kelimelerden biriyle okşanmış bir yazıcı, onlardan biniyle mukabele eder. Karşılıklı medih kurnasına otururlar. Yağlı ve pırtık papellere benzeyen kelimelerle dolu kurnanın pis suyunu birbirinin başından dökerler. Su, aktığı yerde toplanıp tekrar musluklar vasıtasiyle kurnaya iade edilir ve oradan tekrar başlara ve tekrar yere ve tekrar...

Her ayağa göre potinlerin bile ayrı numaraları varken, medihçi, en mes’ul kıymet sıfatlariyle şahıslar arsındaki tenasüp derecesini aslâ göstermez. Muhteşem kâinat tenasübü ortasında, körlerin en bahtsızı olduğundan habersiz, biricik iş yasası olarak yalnız aldığını vermeye memur iğrenç değiş tokuşundan başka da san’at kanunu tanımaz.

Altıncı madde:

Birbirini çekiştirmek...

Birbirini hatırlamak kadar tabiî... Ruhlarımızda, birbirimizi hatırlayıcı başka hiçbir bağ, hiçbir tedâi merkezi kalmamıştır.

Çok defa, çekiştirilen adam, çekiştirenlerin arasına birdenbire düşer. O zaman baş çekiştiricinin, kurbanına her zamankinden daha saygılı yer gösterişi, “Buyurunuz!” deyişi, arka sıvazlayışı görülecek manzaradır! Ya dinleyiciler? O tebessümler, gözlerini içinde kısmak istedikleri ışıklar, büyük boyunlarının yarı mahzun, yarı sinsi edâsı?..

Samimiyetsizliğin bu efsanevî haddini hiçbir insanlık devri görmedi.

Fakat, çekiştirildiginden bahsettiğimiz bu yeni geleni bir mazlum sanmayınız! Ona bu kadar tedbirle yer veren çekiştirici biraz sonra gidecek ve daha köşeyi dönmeden yeni gelenin numarası başlayacaktır.

Yine aynı meclis, yine aynı suratlar, aynı tebessümler, aynı hareketlerle inip çıkan kafalar, gözlerin içinde kısılmak istenen ışıklar, büyük boyunların her şeyi kabûl ve her şeyi inkâra ezelden karar vermiş edâsı...

Yeni gelen, beş dakika evvel ittifakla cahildi; hayır, siz şimdi asıl gidenin ne nisbette cahil olduğunu ögrenin! Reylerde ittifak... Kim demiş ki yeni gelen, filân dosta falan hulűsu çaktığı için filân köşeyi aldı; ah, siz asıl gidenin, falan dosta, filân tavssutu yaptığı için falan teşebbüste nasıl muvaffak olduğunu bilseniz!.. Reylerde ittifak...

Halisiyetsizliğin bu efsanevî haddini hiçbir insanlık devri görmedi.

Yedinci madde:

Dedikodu...

Kasımpaşalı Pembânım, iki büklüm, bastonunu karnına dayamış, büsbütün yere serileceği günü bekliyen ahşap evin cumbasından, yanındaki cumbaya fısıldar:

-Gözlerimle gördüm ayol... Bahçenin tahta perdesinden baktım da gördüm. Tam dört tane bakır sahanı (Eskiler alayım)cıya yok pahasına satıp rüküş rüküş çarşıya gitti. Dönüşte, koltuğunda boy boy, renk renk paketler...

Bu ruhu, bütün hayvanîliğiyle san’at ve fikir dünyamıza tatbik edebilirsiniz.

Dedikodu, çekiştirmeden farklıdır. Dedikodu yapan, bahsettiği şahsın lehinde mi, aleyhinde mi belli değildir. O yalnız, kahramanına ait havadis verir. Kıymet hükmü ya yoktur, yahut verdiği havadisin sarhoşlugu altında bu noktayı belli etmez.

Dedikodu yapan ve onu dinliyenler, tamamiyle ölü ve karanlıktadır. Yaşıyan ve aydınlıkta gezen, dedikodusu yapılandır. Sanki herkes, lâmbaları söndürülmüş bir odada çepeçevre oturmuş... Ortaya bilinmedik bir merkezden sihirli bir ışık huzmesi düşüyor. Bu ışık huzmesinin döşeme üstündeki dairesinde, bir tiyatro sahnesi halinde, dedikodusu yapılan şahıs hayretle seyredilmekte... Öbürleri hep karanlıkta, hep silik, hep namevcut... Ona gelince, potinini çıkarışından, geceliğini giymesine, dişindeki çürüklerden, cüzdanındaki kargacık burgacıklara kadar, her şeyi, ne korkunç bir alâka öksesi!..

Şahsiyetsizlik ve kifayetsizligin şaşmaz markası, dedikodu kabiliyetidir.

Sekizinci madde:
Saygısızlık...

Heveskâr, kendisinden bir evvelkini, tesiri altında görünmesin diye saymaz. Üstad, kendisinden bir sonrakini, inkârcısı ve iptâlcisi bildiği için saymaz. Aynı çağdan dostlar, dostluk cıvıklıktır sandıklarından dolayı birbirini saymazlar. Âdeta saygı, yalnız enayilerde görülen bir nevi tavır ve hareket kekemeliği halindedir. Zamanenin terazisine ve dirhemlerine, davul tozu ve minare gölgesi kadar uzak bir nesne...

Karşılaşan iki kişi arasında beş dakikalık bir zaman, ikisinin de cılk bir lâübalilik çamurunda, boğazlarına kadar batması için kâfidir. Yüz göz olmak... Netice budur! Yüz göz olmaksa, karşılıklı iki şahsiyet aynasının birbirinde parçalanması değil midir? Artık, arada, ne zaptedilecek bir hayâl, ne pırıldatılacak bir ışık, ne hendeseleştirilecek bir mesafe, ne de aranacak bir sır... Sadece iki tarafın da birbirini harcadığı, ölü ve “basit” ve karanlık bir “galiz”; hepsi bu...

Aşksızlığın, imansızlığın, ölçüsüzlüğün sefaletini ifşada, saygı eksikliği, ne hassas bir barometredir! Gıdasız kalınca kendi kendisini sömüren mideler gibi, aşksız ve imansız ruhlar, ulvî kıymetlendirmelerden mahrum kalır kalmaz, kendilerini ve muhataplarını, her türlü şahsiyet nakışlarını yiyen, lâübalilik kezzabında eritmekten başka çare bulamıyor ki...

Dokuzuncu madde:

(Disiplin) yâni zaptürapt nefreti...

Kelimesini bile kullanmıya gelmez. Hemen, suratlarına sigara dumanı üflenmiş kediler gibi yüzlerini buruşturur, döner, giderler.

(Disiplin), her oluşun, toprak altında pişe pişe elmas olmaya giden kömürden, kalb içinde pişe pişe insan olmaya giden nâtık hayvana kadar her oluşun, üstün hakikate karşı teslimiyet sırrını gizleyici başlıca usûl şartıdır. Onun büsbütün olmadığı yerde hiçbir oluş tasavvur etmiye imkân yok... Mide gurultusunun meydana gelmesi için bile asgarî bir (disiplin) ölçüsüne ihtiyaç vardir. Kaldı ki, bütün eserleriyle insanî tecellinin meydana gelebilmesi için...

(Disiplin) şiirini anlıyabilecek adam, dâvanın en üstün cephesi olarak, kendi kendini (Disiplin) altına alabilecek olandır. Yâni Büyük Cihadın namzetleri... Büyük Cihat, milyonluk orduların, milyonluk ordularla boğuşması değil, tek kişinin kendi nefsiyle savaşması... Kendi nefsine zorlayacağı (Disiplin) ile beraber, başkasının zorlayacağı her türlü (Disiplin)den kaçanların, yangın yerindeki bir arsada, dört ayağı havada, keyifli keyifli eşelenen sanki hür bir merkepten farkları yoktur.

Safkan atlar hemen başlarını teslim ederken, mayalarında eşeklik olanlara, (Disiplin) yular gibi görünür? Bir türlü taktırmazlar. Ve tekme, çifte, anırma, zıplama, eşelenme içinde, ortalığı toz dumana boğarlar. Manzaramız budur.

Onuncu madde:

(Bohem)lik; türkçesi serserilik... (Bar) kadını nasıl kendisi için “Ben fahişe değilim!” gibilerden “Ben artistim!” derse, genç sanatkâr da, içindeki ipsizlik ve sapsızlık temayülünün tesellisini şu (klişe)de bulmuştur:

-(Bohem)im ben! Yaşasin (bohem)lik!

Batıdan, hususiyle Fransadan gelme bir tesir... “Sanatkâr, başıboş, yersiz, yurtsuz, hercaî, ilcaî, dilediği yerden rastgele uçan garip bir kuştur!” zehabının kurduğu ve işlettiği bir ocak...

(Bohem)lik, bizde, 1918 Mütarekesi nesillerinden başlar; en hâd devrelerini o sıralarda yaşar, müzminleşe müzminleşe bugüne kadar gelir. (Edebiyat-i Cedide) devrinin (Tavukpazarı şairi) sözü, o zamanki (Bohem)lik temayülüne karşı bir teşhistir.

(Bohem)lik bizde, birkaç Avrupalıda olduğu gibi, sanatkârın, içinde yaşadığı cemiyetten hoşnutsuzluğunu, cemiyetin hal ve istikbâline itimatsızlığını, cemiyetini kendi kıymetleri peşinden çekememek mahkûmiyeti altında, onun çizdiği hayat kalıpları dışına çıkışını, hülâsa ulvî bir inzivaya çekilişini temsil etmez. Serseriliği, intibaksızlığı, intizamsızlığı, tek kelimeyle ruh tefessühünü belirtir.

(Bohem)lik, fırtına yaklaşırken boynuz boynuza veren hayvan sürüleri gibi, çökmiye ve kokmıya başlamış cemiyetlerde, tehlike habercisi miskin cücelerin kurduğu panayırdır.

Onbirinci madde:

Nükte hastalığı...

Allah’ın zaman, mekân, şekil, renk, istikamet, mefhum, her şeyden münezzeh mutlâk vücudunu, hoca, bütün had ve kayıtlardan tecride çalışarak şöyle der:

-Burada değil, orada değil, şurada değil, hiçbir yerde değil...

Ve Bektaşi, bu ifadeye karşı hemen şu alçak nükteyi konduruverir:

-Şuna yok deyip çıksana işin içinden!

Dünyada hiçbir örnek, nüktenin, moda tâbiriyle (espri)nin, yolunu kaybettiği zaman nereye kadar gidebileceğini bu kuvvetle belirtemez. Tek başına, nükte, başıboş nükte, her hâdisede bir püf noktası arayan nükte; kuru ve sefil mantığın, kuru ve sefil istismar çerçevesine serdiği birkaç kuru ve sefil ipucundan faydalanıp en büyük hakikati bile nasıl idama hazır bir nesnedir, görünüz!

İşte günün nükte hastalığı, hak veya bâtıl, her nizam çilesine düşmen öyle bir suikastçıdır ki, hemen her şahsın cebine yerleştirdiği miskin kestane fişekleriyle, nerede bir fikir örgüsü bulursa onu delmek, yırtmak, patlatmaktan başka heves gütmez.

İlim, fen, sanat, siyaset, daha bilmem ne adamlarımız, mesleklerinde emek ve çile istiyen kitaplık ceht sahidi olmak yerine, tembellik ve çürüklükten başka sermayesi olmıyan tek kelimelik ve cümlelik nükte perendecileridir. Onun içindir ki, ortalık, hangi cephesinden bakılsa nâmütenahî bir mimarî arzedici büyük hakikatin lif lif çizgilerini arayan ve aradıkça kendi terkibinin küçüklüğünden utanan mahzun çehreli (dâva) ve (usûl) kahramanlariyle değil; her gerçeği bir sapan taşına kurban eden, kurban ettikçe de kör nefsini pöhpöhliyen (tekerleme) ve (el çabukluğu) şaklabanlariyle doludur.

Hak ve hakikat kutbuna bağlı bir mizacın, arada bir, biber ve hardal gibi nadir bir lezzet kaygısiyle yerli yerine oturtacağı, sınır tanıyan nükteleri bulsaydık başımıza koyardık! Ne yapalım ki, nükte hastaları, hardal ve biber nev’inden eşyayı, hem de taklidi ve âdisi olmak şartiyle, bir yemek içinde değil, yemek yerine, tencere ve karavanayla önümüze sürenlerdir.

On ikinci madde:

İlim sahtekârlığı...

Fransızca, tek ciltlik bir hâs isimler lûgatı... Felsefe, iktisat, tarih, politika, edebiyat, hangi soydansa ona ait tek formalık ve fihrist bilgisine mahsus bir kitapçık... Ve sonra, nihayeti Fransızca, (isme), (que), (iste), (ie)edatlariyle biten kelimelerden doldurduğu, ıstılah bohçası bir defter... Bundan sonra, sanat ve fikir piyasamızdan buram buram tüten ilim sahtekârlığı marsıklarından biri olmamız için bir şey daha lâzımdır:

Müthiş bir hayâsızlık... Hepsi bu kadar!..

Şimdi aşağıdaki tâbirleri, sonlarına birer ölü ifade, fakat gűya canlı bir iddia ilâve ederek kullanınız:

(Mistisizm) dâvasında... (Poetik) isbat etmiştir ki... (Ümanist) araştımalar... (İdeoloji) noksanı...

(Mistisizm) diye bir dâva yoktur!.. (Poetik) hiçbir şey isbat etmez!.. (Ümanist), herhangi bir araştırmanın değil, (Rönesans) devrine ait bellibaşlı bir iş zümresinin ismidir!.. (Ideoloji) noksanı olmaz; her inanılan şeyin bir (İdeolojisi) olur, (İdeoloji) olmayınca inanılan şey yok demektir.

Bunlara aldırmayın!.. Zira kullandığınız tâbirler, incisi düşmüş istiridye kabuklarıdır. Bu tâbirlerin marsık dumanı altında iç yüzünüz gizli kalıyor ya, siz ona bakın! Herkes sizi, tâbirlerinizin karanlık peçesi sayesinde âlim sanacak, böylece sizin cehlinizle beraber ilmin öz haysiyeti de gözden nihan olcak, yâni güme gidecektir.

Garbın her sahada tanınmış isimlerine izafetle “filân diyor ki, falana göre...” diye ilim satanların, bazen bu adamlar namına lâf uydurduklarına bile şahidim!

Çilesi çekilmiyen bilgilerin (kerrat cetveli) tarzında ezbercileri, yücelerin yücesi ve uluların ulusu bir zata ait tâbirle, kitap yüklü bir merkepten farklı değilken, bütün yükü bir buçuk cilt, bir defter, bir de müthiş bir hayâsızlıktan ibaret bir merkebin halini düşünün!..


On üçüncü madde:

Hatır ve hayâle gelebilecek bütün nevileri ve âletleriyle düpedüz hırsızlık... İlim, görüş, fikir, hayâl, mevzu, buluş hırsızlığı... Bir hırsızlık ki, malın, aşırıldığı kaynaktan ziyade, satıldığı zümrenin hakkını berhava etmekte...

Hikâyeci, her gün bir hikâye yetiştireceği gazeteye, yabancı dillerin hikâyelerini, sadece hâs isimlerini türkçeye çevirerek, dayar. Fıkracı, bir zamanlar memlekete bol bol akın eden Avrupa gazetelerini bulamazsa, Balkan gazetelerindeki fıkraların teşbihlerini, buluşlarını, bilgi unsurlarını sömürüp pidesini mayalaştırır. Mizahçı, nerede bir tekerleme görürse, onu kendi malı zanneden, alenî bir paçavra toplayıcısıdır. Kitapçı veya mecmuacının, çocuk edebiyatı adına bütün neşrettikleri, resimlerine kadar aynıyle kopya edilmiş, yalnız kaynakları bildirilmemiş Avrupa örnekleridir. Üç beş filozofun gömleğinden parçalar kopararak yamalı bohçasına diken âlim, artık bütün aidiyet ve mülkiyetlerin iflâs ettiği bir kargaşalık kadrosunda, sanki eserini vermiş olmak gibi bir edâ sahibidir. Ve nihayet herkesin, cesareti nisbetinde dağarcığını doldurduğu ve ne Şark, ne Garp istikametinden takibe uğradığı bu hengâmede, Garp eserlerini, serlevhası, mehazları, tertibi, tasnifi, iç ve dış heyetiyle dilimize çevirip, adını, muharrir yerine oturtan misilsiz açıkgözler. Öyle ki, cesaretsizliklerinden mahçup birkaç tercümeci, kabahatlerinin ne olduğunu sormaktan ve bu hava içinde şahsiyetli bir eser vermeye değip değmiyeceğini düşünmekten başka bir tavır sahibi değildir.

Temas halinde bulunduğumuz dünyalar arasında, nazirecilikten yola çıkıp kuru taklitçilikte apışıp kalan, nihayet iktibasçılıkta da tutunamayıp doğrudan doğruya posa hırsızlığına geçmek suretiyle herhangi bir cevheri bünyeleştiremiyen halimiz ne hazin!..

Ruhun çalınamıyacağını, yalnız alınacağını; alınınca da şahsiyetli eser verilmeye başlanacağını bilseydik, hiç bu sefalete düşer miydik?..

Ve bütün bu kepazelik halleri arasında oyuncaklariyle oynayan çocuk gibi, habersiz ve masum görünebilir miydik?..

On dördüncü madde:

Caizecilik...

-(Gök Gürültüsü) isimli bir mecmua çıkarmak istiyorum! Nasıl ismi?

-Ne olacağını belli ediyor! Satabileceğini umuyor musun?

-Her sayıdan filân yer 300, falan yer de 500 tane alacak... Filân, filân, filân yerlerden de sayı başına 200 liralık ilân... Masrafım zaten 200 lira... Tek nüsha satmasam bile (abone)ler kârım... Bazı yerlerin, açıktan senelik yardım tahsisatı da cabası... Ayda 1000 lira gelire para demiyeceğim!

Gerçekten ayda 1000 lira gelire para demiyecek olan yukarıdaki hesap, bu işin yırtık esnafı, aşağılık bir zümreye aittir. Fakat işin zâhirde masum heveskârları da, filân yerin 300 ve falan yerin 500 (abone)sinden müstağni bir kıymet ve revac cevherine güvenebilmiş değildirler. Türkçesi caizecilik... En iddialı, en küstah isimler altında, edebiyat ve fikriyat dedikleri bomboş kadronun, mevhum, fakat mücerred itibar çığırtkanlığını yaparak koparılan mangır...

Parayı isteyen de, veren de, bu itibara ne nisbette liyakat gösterildiği üzerinde en küçük bir nefs muhasebesi yaspmaz. Biri, burnunu yere sürtmüş bir korkuluk tavriyle isterken, öbürü, bu vaziyeti kabûl eden bir ağa sıfatiyle toka eder. Böylece halis edebiyat ve fikriyatın, ne hakikî satış ve piyasa kıymeti kalır, ne de kendisi; yani eser ve tesir kıymeti... Ve caizecilik yoliyle, alanın da, verenin de elbirliği sayesinde, edebiyat ve fikriyat adına, edebiyat ve fikriyatın köküne kibrit suyu dökülmüş olur.

On beşinci madde:

Dalkavukluk...

-Tıflı, bugün canım sıkılıyor!

-Niçin paşam?

-Dünyanın döndüğü hakikati canımı sıkıyor!

-Emredin bu hakikati değiştirsinler ve kitaplara ona göre yazsınlar! Dünya bugünden itibaren dönmesin!

Şarka ait, Şarkin tefessüh devrine ait eski bir sıfat... Hattâ Şarklı, Avrupalının tepesinden bakan zekâsiyle, bu tipi, menfi tarafindan korkunç zarafetlere kadar götürmüştür:

"Mümkün ola padişahım belki derya tutuşa”

Fakat onlar, bugünün dalkavukları değil; bugünküler, âşâr tahsildarları derecesinde kaba, kefen soyucuları derecesinde kalbsizdir.

Görünmez kudretin himayeisndeki zavallılara karşı en sert ve huşunetli bir ahlâkın mümessilleri, herhangi bir kuvvetliye rast gelince, en sert inkıbazdan en yumuşak ishale, yani zalimlikten dalkavukluğa geçerler.

Dalkavuk bir nevi uyuz kaşıyıcısıdır. O kaşır; ve sırtı kaşınanın yüzü, tatlı bir gevşeklikle sarkar. Eski dalkavuk, bunu, gayet hünerli, ve girift âletlerle, göze görünmeyerek yapar, böylece efendisinin kaşınan uzuvlarını ve kaşınma ayıbını gizleyebilirdi. Bugün hem bu uzuvlar meydanda, hem de fiil açıktadır.

Saygı ve bağlılıkla bu işi nasıl birbirine karıştırabiliriz? Birinde aşk ve fedakârlık vardır, öbüründe korku ve tamah...

Bunlardan biri, sonsuz, kurtarıcı, aydınlık, ölmez gibi sıfatları, kalbinde, o sıfatların kaynağı olan isme bağlarken; öbürü, yalnız dilinde, geçiciye sonsuz, batırana kurtarıcı, karanlığa aydınlık, lâşeye ölmez vasfını yakıştırır.

Daha birçoğu var ya; hatırıma bir madde daha geldi:

Fikir hafiyeliği...

Günün takip modası kimin ve neyin üzerindeyse, fikir hafiyesinin gözü, yalnız isim ve kabuk tarafından, o istikamettedir. Bir adam, bir sohbet, bir yazı, bir mecmua, bir gazete, hülâsa bir fikir ve temayül hakkında, alâkalı farzettiği, adamı olduğu iş va makam sahiplerine haberler götürür, seciyeler çizer, tefsirler yapar, teşhisler koyar.

Veyl, fikir hafiyesinin çizdiği dünyayı hakikî dünya diye kabul edecek iş ve makam sahibine!

Devrimiz, gûya ruh ve vicdan mezhepleri olarak (izm) ve (ist) edatlarının her cepheden ve her türlü havailik ve kalpazanlık tezahürlerine mihraktır.

(Komünizm-komünist), (Faşizm-faşist), (Anarşizm-anarşist), (Klerikalizm-klerikalist), (Rasizm-rasist) filân, falan...

Bütün bu ocakların mensupları, nisbet iddia ettikleri şeyin iç yüzüne ait hiçbir şey bilmeye dursun; fikir hafiyesi, günün modasına göre birkaç isimden ve onların telâffuz şeklinden başka hiçbir şey bilmez; ve zaten fazla bir şey bilip bilmediği meçhûl olan iş ve makam sahibine haber götürür:

-Bu adam (komünist)tir! Şu yazı (klerikalist)!.. O, (faşist) bir gazete!.. Filân, etrafına (anarşist)lik yayıyor! Falanın gayesi, (raşist)lik!..

Bunlardan hiçbirinin, hakikatte kendilerinden ve ne olduklarından haberleri yokken, fikir hafiyesinin de meselâ “Galata kulesi” diye haber verdiği hakikatte “bostan kuvusu”; “Kıbrıs adası” diye işaret ettiği, hakikatte “Van gölü”; “lüfer oltası” diye göze soktuğu, hakikatte “şeytan uçurtması”dır.

Veyl, fikir hafiyesinin çizdiği harita üzerinde hareket emri verecek iş ve makam sahibine!''

Necip Fazıl Kısakürek, Allahkulundan Dinlediklerim, Büyük Doğu Yay., İstanbul




[Resim: images3500x962jpggr0cs.jpg]

ALLAH'IM, SENİ İSTİYORUZ!

Yıllardır insanlık, derin ve sinsi bir dert çekiyor. Bu dert, sinirleri bozuk bir mirasyedi oğlunun iç sıkıntısı. Mirasyedi çocuğu, gözünün bir işaretiyle yeryüzünün bütün çeyizlerini ayağına serdirebileceği halde hiçbirisiyle avunamıyor. Lâstik toplarını ısırıyor, renkli balonlarını iğneliyor, motorlu fillerini, pervaneli atlarını yerlerde süründürüyor ve bütün zenginliklere arkasını dönmüş, bir pencereden, bir türlü kendisine kadar gelemiyen güneşin toprak üstündeki altın lekelerini seyrediyor. Bu hastalık, masallardaki dünya güzeli şehzadelerin derdi gibi bir şey... Başında bin doktor ve üfürükçü, bin hokkabaz ve falcı çare arıyadursun; o, günden güne fenalaşmakta...

Denizaşırı bir memlekette bir takım kardeşleri, tuhaf bir ülke kurdu. Evleri itfaiye merdivenlerinden, gökleri arı kovanlarından, sokakları, üstünde binlerce bıçağın işlediği bileği taşlarından farksız... Orada, uzun boylu, cam gözlü, dört köşe omuzlu; az konuşan, konuştuğu zaman da kurbağa gibi sesler çıkaran bir insan örneği pey dahlandı. Suratı yoğurttan daha çizgisiz olan bu tipin ne zaman ağladığı, ne zaman güldüğü, ne zaman heyecanlandığı belli değil... Yalnız bir paspasın üstünde, yumruklarına deriden bohçalar sarmış iki çıplak insan boğuşurken; milyonluk kalabalıklar karşısında, bir takım kısa pantalonlu çocuklar meşinden bir yuvarlağı kovalarken; iki lâstik tekerlekli araba 80 derece meyille bir dönemeci kıvrılırken gırtlağından nâralar boşanıyor.
Ufak bir ameliyatla aşka ait her kahırdan kurtulmuş harem ağaları gibi, içinin bütün zehirlerini sinirleriyle beraber söktürmüş olan bir insan örneği, teselliyi cematlaşmakta aramanın korkunç misali...
İşte, bütün hârikası sadece kemiyet plânını alabildiğine köpürtmekten ibaret (Yeni Dünya) isimli diyarın macerası!..

Beri tarafta, şarka doğru bitmez ormanlar ve sonsuz (step)ler memleketinde başka kardeşleri, yıldızların bile duyduğu bir çığlık kopardılar: Komünizma!..
Yenicami merdivenlerinde asker terhislilerine leke sabunu satan işportacıların kolay belâgatiyle dünyayı, asırları, medeniyetleri, milletleri ve sınıfları markaladılar. Bütün derdi, fazladan bir demet soğan, bir şişe yağ ve iki saat istirahatten ibaret bir sınıfın istırabı, insandaki büyük ve mücerret idrâk ıstırabının yerini almak istedi. O gündenberi kâinatı dört köşe gören bir madde telâkkisi, hâdiselerin ebedî düğümünü arıyan ruh kavrayışına; sefil bir yokluk mantığı, mantığın üstündeki varlık murakabesine; Eskimolara bile vâdeden insaniyetçi dolandırıclık, millet aşkına; sokak afişçiliği, sâf ve hâlis san'ata; âdî vu zuh, ulvî muğdile düşman kesildi. Sonunda onlar da, ezelî ve ebedî kıymetlerin çoğuna, merkezinden mahrum olarak, sinsi sinsi dümen kırmakta aradılar muvazeneyi...

Gelelim, (Adriyatik) kıyılarından esmeğe başlayıp Baltık sahillerinde kasırgalaşan, sonra dünya büyüklüğünde bir balon gibi patlayıveren mahut tecrübeye: Faşizma ve Nazizma!...
Bu tecrübe, eşya ve hâdiselere tahakküm iktidarından düşen, öz terakkileri içinde boğulan (Greko - Lâtin) medeniyetinin kendi nefsine karşı bir aksülâmeli oldu. Bir aksülâmel; kendi kanunlarına, mukaddeslerine karşı bir isyan ve ihanet... Garp medeniyetinin son yemişi müsbet bilgiler, onu bir hançer gibi tutan elde, hiçbir başka hak ve mukaddes tanımaksızın, mutlak bir imtiyaz ve tahakküm edasiyle mirasa konmak istedi.
Ve meydanı, hiçbir insanî ideolocya gayreti olmıyan, sadece kâbuslarda bile görülmez bir iştiha ve ihtiras psikolocyasiyle şişmiş, ilim ve sistem sahibi bir canavarlık hamlesi kapladı. Netice malûm...

Ya demokrasyalar?.. Hastalığın başı onlarda!.. Bir zamanki sahte muvazeneleri ve sonra bu muvazeneyi allak bullak eden madde keşiflerinden sonra, rahimlerine bu iki (menfi)yi düşüren, bilmeden geliştiren, doğuran ve nihayet teker teker boğup kilise kapılarına bırakmaya mecbur olacak kadar bedbahtlaşan; şu ânda maddede muzaffer, fakat mânada büsbütün müflis onlardır!

Hiçbir misal ve tecrübe, insanlığı kandıramıyor. O, kifayetsizi ve dalâleti hemen seziyor. Menfiyi, çürüğü, günübirliği sezmek işten bile değil, fakat müsbeti, sağlamı, devamlıyı bulmak, dâvaların dâvası...
Niçin o kadar tapındığı müsbet ilimler ona tesellisini vermiyor. Ölülerin kalbini şişelerde zıplatan doktorları; suyun altına, havanın üstüne merdiven kuran mühendisleri; Londradaki fısıltıyı Tahranda dinleten kâşifleri var. Bütün bunlar içinin yıkıntısına niye ilâç değil?..
Ruhunun bütün nizamı çöktü. Bestekârın kulağına eski vecdin sesleri yerine sar'alı kadın çığlıkları ve Afrikalı vahşi tepinmeleri geliyor. Ressamın gözüne, eski âhenkli yüzler yerine, yedi başlı zebanîler ve kemik hastalıkları koğuşundan seçilmiş hilkat galatları görünüyor. Mimar, gökyüzüne bağırsak gibi şeyler çekiyor. Şairin şiiri, daha içini okumadan, uzaktan bakıldığı vakit, kocakarı ağzı gibi yıkık dökük... Üstünde oturduğumuz eşya, taş devri âletleriyle yontulmuş, işsizlik, ümitsizlik ve bedbinlik teneşirleri...
İnsanlık bunalıyor!!!
İşte bütün dâva; insanlık bunalıyor!!!
Belki de bunalmaktan kurtulmak için ayaklandırdığı kıyamete rağmen insanlık bunalıyor. Ve asıl bundan sonra bunalacak!...
Son yıllarda zamanın en ince çizgisine dokunan filozof ormanlarda dolaştı; ve (Bunalma felsefesi) başlığı altında korku ve sıkıntıyı bestelemeğe çalıştı. Şimdi de insanlığın beklediği yeni ve büyük (metafizik)ten bahsediyorlar!

Artık anlıyoruz; Allah dünyamızdan çekilmiştir!
Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibi dünyadan çekilmedi; dünyanın kalbleri, kendilerini onun nurundan çekti. Allah dünyamızdan çekilmiştir.

Bize kim yol verecek? Kabuğunu emdiği şeyin ruhunu tüküren ham ve kaba softa mı? Adını bile anmayın!
Basit ve tabiatın üstünde, âlem içi âlem sezen yepyeni (fevkalâde) telâkkisi; sen neredesin? Kaz kümeslerine sığmayan üstün ruhun, istikbâle ve mâveraya iştiyakından ne haber?.. Kurbanlık koyunlar gibi boynu kesilmiş büyük saffet ve teslimiyet; bizi E f e n d i m i z e ancak sen kavuşturabilirsin!

Niçin yıllarca güneşe, ateşe, öküze ve ağaca taptık?.. Ne diye bu âdi maddelere ruhumuzun esrar gömleklerini giydirdik? Hep bu dört köşe şeklin dışındaki ruhu, hep bu yaşadığımız günün ilerisindeki ânı, hep bu gençliğin üstündeki durağı ifadelendirmek için...
Dünya ilk defa olarak Allahsızdır. Artık ne bir (harikulâde) telâkkisi, ne bir sonsuzluk duygusu, ne bir gizlilik idrâki, ne bir yarın iştiyakı!..
Hızını büyük imanlardan alan müsbet bilgilerimiz, lokomotifi bozulmuş vagonlar gibi ilk darbeyle yürüyor ve hep inişlerden faydalanıyor. Yokuş göründü! Vagonlardan çığlıklar geliyor: Nasıl tırmanacağız?..
Allah dünyamızdan çekildi. Bu çekiliş, bir insandan cesaretin çekilişi, bir çehreden sevginin uçuşu, bir bahçeden baharın gidişi gibi, kaba madde üzerinde takibi mümkün bir iş değil!...
Ve işte bunalıyoruz!!! Günün en ince çizgisi, bu... Rahatsızız; mahduda sığamıyor, hudutsuzu dolduramıyoruz.
Her sakatlık ve çarpıklık yalnız bu yüzden...
Bu hal, her vasfı ihmal edilen ruhun, göze görünmez bir plânda, kâinat kadar büyük şahsiyetini ihtar edişinden doğmakta...

Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibini, has aynası olan gönüllerde, mutlak sahiplik tecellisine dâvet etmeyi bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz? Bilmeyeceksek bilelim ki bir saniye ilerimizde, artık bir daha zerrelerimiz yanyana gelmemecesine müthiş, patlama ânı var!..

Allahım! Seni istiyoruz!..

26 Mayıs 1904'te, Perşembe günü sabaha karşı, İstanbul'da büyük bir
konakta doğdu.

Kayıtlı bir şecereyle, Alâüddevle devrinin Şeyhülislâmı Mevlâna Bektût Hazretlerine dayanan ve Osmanoğullarından daha eski bir familya olan Dülkadiroğullarına bağlı "Kısakürekler" soyuna mensuptur.

Babası, Mekteb-i Hukuk mezunu, Bursa'da âzâ mülazımlığı, Gebze savcılığı ve kısa ömrünün son senelerinde Kadıköy hakimliği görevlerinde bulunmuş, gayet enteresan ve alakaya değer bir insan olan Abdülbâki Fazıl Bey (öl. 29 Kasım 1920); annesi, Girit muhacirlerinden bir ailenin kızı, kayıtsız şartsız teslimiyet örneği, derin ve fedakâr bir müslüman-Türk kadını Mediha hanımdır. (öl. 10 Haziran 1977)

Büyükbabası, İstanbul Cinayet Mahkemesi ve İstinâf Reisliğinden emekli, İkinci Abdülhamîd Han'a Ermenilerce girişilen suikastin tarihî muhakemesini yapan ve Mecelleyi kaleme alan heyet içinde imzası bulunduğu için, 6 Ekim 1902'de "Legion d'honneur" nişaniyle ödüllendirilen vekâr ve ciddiyet timsali Mehmet Hilmi Efendi'dir. (öl. 19 Mayıs 1916)

Necip Fazıl, ilk dinî telkin ve terbiyesini, tek oğlunun tek oğlu olarak Mehmet Hilmi Efendi'den aldı; okuyup yazmayı henüz 5-6 yaşlarındayken ondan öğrendi. Birçok şiirinin ana imajını ve ruhî kaynağını teşkil eden "yakıcı bir hayal kuvveti, marazi bir hassasiyet, dehşetli bir korku" şeklinde özetlediği ve hastalıktan hastalığa geçtiği ilk çocukluk yıllarını, çocukluk hâtıralarının kaynaştığı bir "tütsü çanağı" olan, büyükbabasına ait
Çemberlitaş'taki Konak'ta geçirdi.

Büyükbabası Mehmet Hilmi Efendi'den sonra, haşarılığının önüne geçmek için onu 5-6 yaşlarında bir sürü "abur cubur" romanla tanıştıran, eski Halep Valisi, Zaptiye Nazırı Salim Paşa'nın kızı, büyükannesi Zafer Hanım, ruhi yapısını başka hassasiyetler açısından etkilemekte büyük pay sahibi oldu. Bir yaş küçüğü kız kardeşi Selma ile büyük babasının ölümü ise, onu dışarıdan etkileyen çocukluk günlerine ait asla unutamayacağı iki hadiseyi teşkil etti.

Bahriye Mektebi'ne gireceği 1916 senesine kadar Büyükdere'de Emin Efendi isimli sarıklı bir hocanın işlettiği mahalle mektebinden başlayarak çeşitli okullara devam etti. Fransız Papaz ve Kumkapı'daki Amerikan kolejinin ardından Serasker Rıza Paşa yalısındaki Rehber-i İttihad mektebine verildi. Yatılı olan bu mektepte de fazla kalamayınca, bir süre için Büyük Reşit Paşa Numûne mektebine ve seferberlik sebebiyle gidilen Gebze'nin Aydınlı köyünde, köyün ilk mektebine yazıldı. İlk mektebi, Heybeliada Numûne Mektebi'nde bitirdi.

(Alıntıdır: Bkz.www.necipfazıl.com)

BEN VE OĞLUM

Altıncı çocuğumun dünyaya geldiğini duyan ve benim dünya görüşüme pek dost olmayan bir arkadaş şöyle dedi:

-O kadar çocuk sahibi oluyorsun ki, şu kimseye anlatamadığın dâvayı kabul ettirebilmek için galiba çocuk yetiştirmekten başka çare bulamıyorsun. Muhtaç olduğun kalabalığı, ancak kendi kanından ve mayandan insanlar üreterek bulmaya çalışıyorsun!

Şöyle cevap verdim:

— Çocuklarımın benden olup olmayacağı belli olmaz. Şimdilik vaziyet şu ki, bunlardan en büyüğü, 12 yaşındaki Mehmet, babasının zevkine tam zıt olarak meşin topun peşinde.. Saçlarını Fenerbahçeli Fikret'in üslûbile tarıyor. Yeni doğan Ali de bu cihanın manzarasına, sabahtan akşama ve akşamdan sabaha kadar ağlamakta; aradakiler ise evlâd üzerinde baba nüfuzunun ne müflis bir şey olduğunu her halleriyle ilân etmekte...

Dâvama gelince, o, cemiyette bulamadığımı evlâtlarımdan bekliyecek kadar mahrum olduğu gibi, evlâtlarımda bulamadığımı cemiyetten isteyecek kadar da maliktir. Ötesini sen hesap et ve mutlaka bir gün muzaffer olacağımıza inan!



Parmaklarıyla bütün bir senfoni çalan oğlun Ali, tek kelime söyliyemeden doğumunun 41'inci günü öldü; fakat benim bu dâvayı tam konuşturmaktaki ümidim şimdi buluğ yaşına doğru ilerlemekte.

3.4.1956
Üstadın 1931-1983 yılları arasında çeşitli zaman ve mekanlardaki sohbet, röportaj ve anket sorularına verdiği cevapların derlenmesi ile teşekkül eden “Konuşmalar” isimli kitabında, Üstadın kendi sorup gene kendi cevapladığı bir röportajı mevcut. Tamamen Üstadın, devrinin ahvali hakkında fikir beyan etmek istediği mevzulara müteveccih olarak hazırladığı bu yazı, makalelerinde olduğu kadar, röportaj kalıbı ile mevzilenen fikirlerinin kafa cilalayıcı mahiyetinden faydalanırken, yakın tarihimizdeki hadiselerin buuduna bir yolculuk yapmayı da mümkün kılıyor.

---
-Hem bedenimi, hem de ruhumu üşüten bu havada, odaları birçok evimin en küçük hücresine çekilmiş, yalnız bu hücreye göre gaza malik olmanın zoru altında sanki hapisteyim...

Bedenimin soğuğu dışarıdaki maddi havadan geliyorsa, ruhumun soğuğu da yine dışarının manevi atmosferinden doğuyor; ve daima olduğu gibi mana maddeye galip geliyor. Ben de üşümekte devam ediyorum. Arada bir bazı yakın dostlarımı bu hücrede kabul etmek de biricik tesellim oluyor.

Manevi üşüme hissim ne kadar şiddetli olursa olsun “Sabah”a 7 günde bir “Haftabaşı Sohbetleri” başlığıyle ve değişik çeşnilerde yazmayı kabul ettiğim bu günlerde ilk sohbetimi “kendi kendime röportaj” şeklinde düşündüm.

Masamın karşısındaki birkaç koltuğa hayal yoliyle yakın dostlardan birkaçını oturttum ve onları bana sual sormaya davet ettim.

Sordular:

-Bir aydan fazla bir zamandır, yazmıyorsunuz... Sebep?

-Daha evvel o kadar taraflısı ve teşvikçisi olduğum Sıkı Yönetimin nasıl bir tutum getireceğini ve bu tutumun benim ses tonuma uygun düşüp düşmeyeceğini kollamak zorundayım.

-Ne oldu?

-İyi oldu! Hükümetçe istenmeye bir güdüm vasıtasının ister istemez getirilmesi, gelenin de vazifesini tam bir asker vekar ve şuuru içinde yürütmeye başlaması ve şifalı fikre hürriyet tanıması yerinde oldu.

-Ya “eş güdüm” dedikleri?..

-Sorduran ben isem cevap vermeyen de ben... Geçiniz!

-(Sol)u sindirmek, daha doğrusu ezmek nasıl olabilir ve bu iş kime düşer?

-Cevap sualinizin içinde... (Sol)u sindirmek olmaz, ezmek olur! Kaplumbağa şekilli yılan, başını her dışarıya çıkarışında tepesine bir odun indirilmekle sindirilemez, mutlaka kabuğunu kırıp başını ezmek lazım!..

-Sıkıyönetim bulunmayan yerlerdeki bazı komünist yayınlar askeri idare mıntıkalarına sokulmuyor. Ne buyurulur?

-Bu hal hükümetin komünizmi yasak etmediğini gösterir. Şu çizgiler içinde marifetini gösterme de nerede istersen göster!.. Sanki sıkı yönetimsiz yerler Türkiye’den değildir ve buralarsa ne halt işlense caizdir! Bu durum ordunun nüfuz sahasını daraltmaya ve hükümetin orduya bakışını göstermeye varır. Eş güdüm yerine eşsiz güdüm diye işte buna derler. Ordu mazur, sivil idareyse memur...

-Kim kurtaracak Türk’ü bu dertten?

-Sadece ordu... Ümidim ve kanaatim bu...

-Altun 3000-5000’de...

-Her şey 40 yıl öncesine nispetle 200 misli pahalılanmış bulunurken hayli zaman 1’e 100 geri kalan altun, şimdi birdenbire 300-500 mislilik bir direğe tırmanmakla, batan gemide can yeleklerine hücum emri verildiğinin işaretçisi olmuştur.

-Ya Ecevit?

-O kahraman bir kaptandır; gemiden en sonra çıkacak veya gemiyle beraber sulara gömülecektir.

-Daha neler var, neler!.. Rehine verilen vatan, istifalar, yapabileceğinin hepsini yapmış ve yapamayacağının sınırı önünde kalakalmış olan muhalefet, goygoycu tasıyle kapı kapı yardım dilenciliği. Kıbrıs, İran, filan, falan...

-İleride her birini ayrı ayrı ele almak üzere hepsine birer cümleyle karşılık vereyim:

Evet vatan “Düyun-u umumiye” boyunduruğundan çok daha ağır şartlarla rehine konuluyor. İstifalar, gelenlere göre gidenleri birinci sınıf sağcı kabul ettiresiye azılı solculara geçti... Bir kısmı daha tabancalı tehditle geri dönenler... Muhalefet, mümkün bilinenlerin son hududunda ve imkansız sanılanların ilk basamağında bir çırpınış... Goygoycu tası, üstelik merhameti düşmandan bekleme ve düşmanlar önünde küçülme vakıası... Kıbrıs elden gitmiş; ve İran, Sam Amcayla ayı postlu Moskof’un, karşılıklı, Şah ve Humeyni kelleriyle oynamaya baktığı futbol sahası olmuştur. Filan ve falana da cevap ister misin?

-Evet, evet!..

-Dünya komünizm urunu kökünden kazıma, yahut bu urun dünyayı kazıması mevzuunda patlama haline gelmişken, biz, bu patlamanın dayanak noktası Türkiye ayakta durmaya bile dayanacak halde değiliz..!

-Ne yapalım?

-Ağlayalım ve “Yarabbi kurtarıcımızı gönder!” diye yalvaralım!

-Hiç mi ümid kalmadı?

-Nasreddin Hocanın dediği gibi, bir, şu dağın ardında ümidim var: Mart kedilerinin haykırışı mevsiminde bütçeye oy verilirken... Ondan da bir şey çıkmadı mı, gör bende feryadı!..

(1978)
Gözyaşını kaybeden, gözlerine biber doldursa yeri...
İsrailoğullarından biri Allaha hitap ediyor:
- Yarabbi, ben ne günahlar işledim ve sen bana onların cezasını vermedin!
Allah onun peygamberine vahyediyor:
- Git ona de ki, ben kendisine cezaların en büyüğünü verdim ama, farkında değil... Ondan gözyaşı ve duayı kaldırdım!
Herkesin kahkahadan hoplayacağı, zıplayacağı sözde saadet şartları içinde, beni bulutlar dolusu göz yaşı nasibine kavuştur, Allahım!
Ağlayabilmek için ille yılanlı kuyuya düşmek mi lâzım?... Asıl dünyanın en korkunç bir yılanlı kuyu olduğunu anlamak yetmez mi?


[Bundan bir müddet Önce Ankara Televizyonu Necip Fazıl Kısakürek'e başvurarak kendisiyle bir televizyon röportajı yapmak istediklerini söylemişler ve Necip Fazılın «Siz benim söyleyeceklerimi yayınlayamazsınız, korkarsınız!» sözüne «Biz muhtar bir idareyiz, fikirler size ait olmak üzere her şeyi yayınlarız!» mukabelesinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine İstanbul Radyo Evindeki stüdyoya davet edilen Necip Fazıl Kısakürek beni de yanına alarak oraya gitti ve bir taraftan televizyon kamerasına poz verirken öbür taraftan da sesalma makinesine, tek tek aşağıdaki sözleri söyledi. Televizyon ilgilileri tarafından büyük bir alâkayla karşılanan Necip Fazılın bu sözleri, gayet tabiî ve onun tahminine uygun olarak yayınlanamadı.

Üstadın yanı başında oturup kelimesi kelimesine not ettiğim bu sözleri aynen takdim ediyorum.]

• — San'at hayatınız?

— San'at hayatım 12 - 13 yaşlarında başlar. Abdülhamid devrinin Adliye ricalinden olan büyük babamın tek oğlundan tek erkek torunuydum. Bu bakımdan bütün bir konak halkı, büyük babam tarafından bana gösterilen hastalık çapındaki sevginin mihrakı etrafında çevrelenmişti. Bir dediğim iki edilmezken, büyük babam, benim zekâ ve istidad tarafımı kurcalıyor, âdeta zorluyor ve bana 4-5 yaşlarında okuyup yazmayı öğretiyordu. Öyle ki, 6 - 7 yaşlarında o girift eski harfler manzumesinin bütün kombinezonlarını öğrenmiş ve 40 yaşlarında insanların başaramayacağı tarzda yanlışsız yazmaya başlamıştım. Aile doktorumuz meşhur Profesör Kadri Raşid Paşa bana «Yumurcak dâhi!» diye hitab eder, büyük babam da «aklı evvel torunum!» derdi. Terbiye bakımından doğruluğu iddia edilemeyecek olan bu (prekos - vaktinden evvel yetişkin) ifade içinde beni korkunç bir okuma merakı sardı. Akşamlara ve sabahlara kadar okur ve geceleri büyük babamdan, nefhalı bir sesle hecelediği Fuzuli Divanını dinlerdim. Okuduklarım, umumiyetle macera romanlarıydı ve bunların üzerimdeki ilk tesiri müthiş bir hayal gıcıklaması oldu. Çocukluğumda geçirmediğim hastalık da kalmadığı için, nekahet günlerimde marazı bir hassasiyet ve hayal kabiliyeti içinde kendimi alelade insanlardan bambaşka hissettiğimi hatırlarım. Akşamları salonun masif bir noktasına düşen güneş ışığının ve kapımızın Önünden geçen satıcıya ait sesin, sinirlerimi anlatılmaz bir hisle dişlediğini ve beni dakikalarca ağlattığını da hatırlarım.

Nihayet muhtelif Türk ve ecnebi ilk mektepler ve 12 yaşında imtihanla namzed sınıfına kabul edildiğim Heybeliadadaki Bahriye Mektebi... San'at hayatımın başlangıcı işte bu mekteptir. Bu mektepte edebiyat hocasının verdiği serbest vazifeyi büyük babamın ölümünden aldığım intihalara tahsis eden ben, sınıfta, hocam tarafından şu takdire mazhar oldum:

«Sen, deniz subaylığından ziyade büyük bir edip olmak istidadındasın! (Piyer Loti) ve (Klod Farer) gibi edibler de birer bahriye zabitiydi. Mesleğin edebiyata mâni değil... Bu tarafını ihmal etme!»

Bu takdir beni o kadar şımarttı ki, bir kaç gün sonra, hocam dersini bitirip sınıftan çıkarken kendisine ilk şiir tecrübemi sundum. Kâğıdı aldı, şiiri gördü, yüzünü buruşturdu şöyle dedi:

«Çizmeyi aşıyorsun! Bu kadar acele etme!»

Şimdi sağ olup olmadığını bilmediğim hocamı, ben aradan 20 yıl geçip de şöhrete kavuştuktan sonra bir yerde gördüğüm zaman şu hitabına hedef oldum:

«Senin ilk kâşifin benim! Bu keşfedicilik bana yeter! Fakat sana «Çizmeyi aşma!» dediğim yerde meğer senin Allah tarafından en büyük memuriyetin varmış... Bunu anlayamamış olmaktan da mahcubum!»

İlk şiirim, Millî Mücadele yıllarında, ben henüz 13 - 14 yaşlarındayken Tercüman gazetesinin edebî ilâvesinde neşredildi. Gazeteyi elime alıp da sokakta yürürken herkesin durup bana baktığını ve parmakla beni gösterdiğini hayal eden bir şöhret kuruntusu içindeydim. Ondan sonra, meşhur «Yeni Mecmua»nın Yakup Kadri ve arkadaşlarınca idare edilen ikinci devresinde, Yakup Kadri'nin himayesiyle birdenbire ortaya çıktım ve ilk şöhretime ulaştım. O zaman Ahmed Haşim'in mecmua idarehanesinde ve herkesin içinde bana bir sözü vardır:

«Çocuk; bu sesi nereden buldun?»

San'at hayatımın beni asıl şöhrete ulaştıran ikinci ve büyük devresi, 1928 ve ilerisi... O zaman Maarif Vekâletinin kontrolünde çıkan «Hayat» isimli mecmua ve Cumhuriyet gazetesinde Peyami Safa ile birlikte idare ettiğimiz edebî sahife, artık billurlaşmaya başlayan san'at ve dünya görüşümüzün ilk tecelli zeminleridir. Nazım Hikmet'in de parladığı devir budur. Ona ve Batıdan gelen ruhî muvazenesizliğe karşı şiirde formu, nizamı, iç ahengi, ruhçu görüşü ve mistik edayı müdafaa etmek, san'at telâkkimizin temeliydi. Pariste yazılan «Kaldırımlar» bu devrenin başında ve «Hayat» mecmuasında neşredilmiş ve birdenbire fışkıran bir alâkaya şahit olmuştur.

1936 ya kadar süren bu devre, benim «fildişi kule» çığırım sayılabilir. «Fildişi kule»sine çekilmiş, kapanmış, Çin madarenleri gibi seyrek ve ender idrak soylularına hitap eden, içtimaî dâva ve halk plânından uzak, benlik kayası san'atkârın bulutlar üstü hayatı... Fakat bu hayat sonradan anladım ki mağrur ve kısır, sırma kaftanlı cücelerin şarlatanlık cünbüşünden başka bir şey değildir ve en büyük san'atkârlık, en küçüğü gibi, cemiyet plânındadır.

Buna, hayatımın en büyük hâdisesi olan bir rastlama sebepoldu. 1934 yılında, 27 yaşında, büyük bir velîden aldığım ilham ve peşinden geçirdiğim ölüm ve cinnetten aşırı ruhî buhran, bana yeni bir devir açmış, her zaman ruhçu sahada gezinmiş olan san'atımı yüzde yüz Allaha bağlamış ve beni «fildişi kule» den çıkararak cemiyet meydanına, (agora) ya atmıştı. 1936 da çıkardığım «Ağaç» mecmuası bu hâlin ilk semeresidir. Aynı sene bizzat Ertuğrul Muhsin tarafından oynanan «Tohum», bir yıl sonra yine aynı san'atkârın sahneye koyduğu ve başrolünü oynadığı «Bir Adam Yaratmak» ve onu takip eden ve bugün 11'e varan tiyatro eserleri, başta «Çile» isimli büyük manzume bulunmak üzere şiirimin aldığı yeni istikamet, hep geçirdiğim büyük ruh zelzelesinin ve ondan sonra donan, billurlaşan ve sımsıkı temeline oturan dinamik ifadesidir.

Bunu da, san'at hayatımın şimdiye kadar devam eden üçüncü devresi diyebiliriz. 1934 -1936 ya kadar 3 -4 ü geçmeyen eserlerim, hepsi telif olarak bu son devrede 80 e çıkmış ve doğurma kabiliyetim nisbetsiz mikyasta artmıştır. Bu devre içinde tecelli eden ideolojik davranışım, yâni fikriyat manzumem de, san'atla hiçbiri öbürünün hakkını yememiş olarak at başı beraber gitmiştir. Fakat fikriyatımı çekemeyenler dâvanın san'at tarafına olsun tarafsız bir gözle bakamamışlar, bende eski ve mızmız şairi aramışlar, şiirime yazık ettiğimi sanmışlar, bana «müstafi şair, sabık şair» demeğe kalkmışlardır. Halbuki «Çile» şiirinden, tam mânasiyle dâva şiiri «Sakarya Destanı» ve «Zindandan Mehmet'e Mektup» manzumesine kadar güvenilebilecek bütün eserlerim son devrenin mahsulleridir.

İsteklerinizden biri olan «eserlerimden örnekler»i, son devremin eseri «Çile» şiiriyle «Sakarya Destanı» hâlinde verebilirim. Bunların dışında, 80 cildi dolduran eserler içinde nesir parçaları süzmek çok zor bir iş... Onun için size Sakarya Destanını okumakla yetiniyorum.

— Bugünkü Türk şiiri üzerinde görüşünüz?

— Bugünkü Türk şiiri bir harabedir; ve bu harabede, yangın yerinde oynayan serseri çocuklar gibi, birtakım marifetler yapmaya yeltenenler vardır. Bu fikir, Televizyon Müessesesinin değil, benim olduğuna, müessesenin de vazifesi tarafsız bir nakledicilikten ibaret bulunduğuna göre, maddî ve mânevi çizgilerimi seyirci ve dinleyicilerinize en medenî bir rahatlık içinde takdim edebilirsiniz. Lütfen dinleyiniz: Bugünkü Türk şiiri, bugünkü üniversite keşmekeşi, bugünkü kültür sefaleti, bugünkü ahlâk faciası, bugünkü iktisadî cinnet sahalarında olduğu gibi, cemiyetin bütün iş şubelerinde patlak verdiğine şahit olduğumuz ruh inhitatının en canhıraş tezahür plânıdır; ve hükümetsizlikten yana, tek jandarması, savcısı, gardiyanı, ölçüsü ve hatırası kalmamış bir san'at dünyasında misli görülmemiş bir gecekondu ihtilâlinin cünbüş meydanı halindedir. Dünkü, belki dar, belki sığ, belki taklidci, belki büyük fikir ve duygu yoksulu şiirle bugünkü arasındaki fark, firaklı bir adamla bitli bir Hippi arasındaki farka tıpatıp uygundur; ve günün şiir anlayışındaki en büyük dalâlet şudur ki, aslında ulvî bütün kıymetlere isyan ve nihayet müstekreh bir Hippi manzarasiyle ortaya çıkmak, ayrı bir nizam ve aksiyon sanılmaktadır. Girift insanın dilini hayvan harharaları almış, ulvî «zor» un yerinde süflî «kolay» istiklâl ilân etmiş ve önüne gelenin en büyük san'atkâr kabul edilmesi için hiç bir engel ve (handikap) kalmamıştır. Bu hâl, cemiyetimizin artık arazı deri üstüne vuran iman buhranından, gençlik ruhunun aç bırakılmasından doğmaktadır; ve bu cemiyet, büyük iman ve ruh muvazenesine kavuşuncaya kadar tedavisi imkânsız bir şeydir. Benim 28 yıllık fikir mücadelem ise, işte cemiyetin kavuşturulması gereken bu muazzam iman manzumesini örgüleştirme yolunda... Demek ki, ben, şiirden uzaklaştığım hissini veren fikir hayatımda da yine şiirimin içinde, şiirimin muhtaç olduğu iklimi kurma dâvasındaymışım...

Büyük bir Avrupa ansiklopedisi bana ayırdığı satırlarda şunları yazıyor: «Hapisleri üniversitelerini geçen fikir ve san'at adamı»...

İster bu yandan, ister o yandan, dâva sahibi olmayan san'atkâra benim aklım ermez; ve böylelerinin hayatı, benim gözümde bir (amip) yaşayışı kadar değersiz kalır.

— Hayatınızdan bir hatıra...

— Hatıralar, ya yekun hâlinde büyük, ya şekil hâlinde ince olarak insanda yer eder. Ben bunların türlüsüyle doluyum. Hangisini ele alayım?.. Bir çiçeği oğalarken düşünceler içinde geçirilen derinliğine bir ânla, dağları havaya fırlatıcı bir deprem hatırası arasında kıymet acaba hangi tarafın lehindedir? Buna rağmen hepimizin hayatında «Dur, olduğun yere mıhlan ve geçme!» diye zamana haykırmış olduğumuz ânlar vardır. Fakat yekun hâlinde olmaktan ziyade şekil hâlindeki bu hatıralar dile getirilecek olurlarsa sırlarını ve sahibine fısıldadıkları hususiyetleri kaybederler. Benim de her iki neviden en zengin hatıralarım biraz evvel bahsettiğim büyük velî ile geçen zamanlarımda.. Bir gün malik ve mahrum olma hikmetinden bahsederlerken şöyle demişlerdi:

«Allahtan mahrum olan neye maliktir; Allaha malik olan da neden mahrumdur!»

(1971)


Sayfa: 1 2 3 4