Forum Hafızoğlu

Tam Versiyon: Acele Karar Vermeyin
Şu anda tam olmayan bir versiyonun içeriğine bakıyorsunuz. Tam versiyon'a bakınız.
Acele Karar Vermeyin
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış...Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler."Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş."O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

"Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
Acılar
Zamanın birinde bir oduncu, ormanda odun keserken çalı arasında bir yılana
raslamis. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başını vurmak üzereyken bir an
göz göze gelmiş. Yaradana olan aşkı -yılan bile olsa- yaratılana yansımış ve yılanı vurmaya kıyamamış. Yılan da duygulanmış, dile gelmiş.Ey insanoğlu, sen bana kıyamadın, ben de sana bir iyilik edeceğim demiş.Bir kör kuyuya dalmış ve kaybolmuş.
Biraz sonra ağzında bir altın lira ile dönmüş ve oduncuya uzatmış.
"Bundan böyle ömür boyu sana her gün bir altın lira vereceğim."
Oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün şenlik olmuş. Hiç kimseye olan biteni anlatmamış, ailesi dahil.Herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun düzeldiğini zannetmiş.Yıllar boyu her gün o kör kuyunun başına gitmiş, yılan ile bulusmuş ve altınını almış.
Gel zaman git zaman, oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Bir kaç gün geçince bolluğa alışmış evinde darlık başlamış. Oduncu oğlunu yanına çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış.
"Git kör kuyunun başına ve oğlum olduğunu söyle, yılan sana altın verecek"
demiş. Oğlu inanmamış ama gitmiş, yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış.
Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın
getirmiş. Oğlan önce inanmadığı hikayenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış, kimbilir daha ne kadar altın var kuyudan içeride demiş....Hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş.
Akşam yaklaşıp da oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş. Hasta yatağından sürünerek bile olsa kalkmış.
Kuyunun başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor. Yılan o arada görünmüş ki, kuyruğu yok ve kanlar içinde..
Oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş. Canının parçası oğlu yerde cansız, yıllardır velinimeti olan yılan yaralı...
Hatalı olan oğlum olmalı demiş ve yılandan özür dilemiş. Tekrar dost olalım
demiş...
Yılan ise acı acı gülümsemiş. Çok isterdim ama...Sende bu evlat acısı..bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız.
Affet Babacığım
Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.

Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.

Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can, "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.

Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü.

Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler.

Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu.

Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.

Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu..."Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum.
Affetmenin Hafifliği
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: "Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin" Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık." "Hem sıkıldık, hem yorulduk?" Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.
Aile
92 yasında, ufak tefek, kendinden emin ve gururlu, her sabah sekizde giyinip kuşanan ve her ne kadar kör bile olsa saçlarını kıvırıp makyajını mükemmelce yapan yaslı hanım bugün bir huzur evine tasındı. 70 yasındaki kocası ise geçenlerde gereken hamleyi yapıp Allah'ın rahmetine kavuşmuştu.Huzur evinin kapısında sabırla beklenen bir kaç saatin ardından, odasının hazır olduğu söylendiğinde tatlı tatlı gülümsedi. Yürütecini asansöre yönlendirdiği sırada, kendisine odasını anlatmaya başladım penceresinde asılı perdelerden de söz ettim. Ben anlatırken ,az önce kendisine köpek yavrusu verilmiş 8 yaşındaki küçük bir kızın heyecanıyla o perdeleri pek severim, dedi.Mrs. Jones henüz odayı görmediniz, biraz bekleyin demiştim ki; Bunun onunla bir ilgisi yok, dedi. mutluluk zamandan önce karar verdiğiniz bir şeydir. Benim odadan hoşlanıp hoşlanmamam mobilyaların nasıl düzenlenmiş olduğuyla değil, benim onları zihnimde nasıl düzenlediğimle ilgilidir. Ben onları sevmeye karar vermiştim zaten Bu benim her sabah uyandığımda verdiğim bir karardır. Bir seçme hakkim var: Ya bütün günümü artık çalışmayan vücut parçalarımın bana verdiği sıkıntıyı düşünerek geçiririm ya da yataktan çıkıp hala çalışanlar için şükrederim. Gözlerim açık olduğu sürece her yeni gün bir hediyedir. Yeni güne ve hayatimin sadece bu döneminde, biriktirdiğim mutlu anılara konsantre olacağım.Yaşlılık banka hesabi gibidir. Ne yatırdıysan onu çekersin hesabından. Bu nedenle benim tavsiyem, hatıraların banka hesabına dolu dolu mutluluk yatırman olacaktır. Anı bankamı doldurmaktaki katkın için sana teşekkür ederim. Hala oradan mutluluk çekiyorum. Mutlu olmak için su beş basit kuralı hatırla:

1. Kalbini nefretten arındır
2. Zihnini endişelerden arındır
3. Basit yasa
4. Çok ver
5. Daha az bekle

Aile
Bilmem farkında mısın, eğer yarin ölecek olsak çalıştığımız şirket daha birkaç gün bile olmadan yerimizi dolduruverir. Oysaki ardımızda bıraktığımız ailemiz bizim kaybımızı ömürlerinin sonuna dek hissedecektir. Gel gelelim ki, ailemizden daha çok isimize veririz kendimizi, pek de akıllıca bir yatırım değil, ne dersin?

FAMILY ne demektir biliyor musun?
FAMILY= (F)ather (A)nd (M)other (I) (L)ove (Y)ou
Akıl Okulu
Bir gün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan'da şöyle bir haber yayılmış:
- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada akıl öğretiliyormuş.Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Kasabanın en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese kasabanın tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı:- Babacığım, okumak gibisi var mıdır? diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun? Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: 'Akıl okulu? Akıl okulu?' Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş.

Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuziki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın haline acımış. Yanına yaklaşarak:- Ey yolcu, nereye gidiyorsun? diye sormuş.İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:- Ben de başkente gidiyorum. demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz. İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara:- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin. Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.Adam hiç karşı çıkmamış ve tamam demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya! Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun. Adam haykırıyormuş:- Hayır yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.

Fakat gel gelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağrılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hep beraber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir? Baytar şöyle karşılık vermiş:- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir attır.Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona:- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş. Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, 'Nasıl bilebilirler?' diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca:- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş? Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir.Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek:- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma. Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulunu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.Adam böylece Akıl Okulunun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan'a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okuluna göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor.
Akrep ve Yelkovan
Yelkovanın hızına yetişemiyor çokça zaman zavallı akrep. Yelkovan hızla koşup döne dursun çemberi, akrep bir arpa boyu yol alamıyor bu zaman yarışında. Ona hiçbir zaman yetişemeyeceğini anlayınca, iyice bir savsaklıyor akrep, kızdırıyor yelkovanı… Yelkovan bu, durmak nedir yorulmak nedir bilmez! İttirmeye başlıyor arkasından akrebi. Bir müddet sonra sırtlıyor onu. Taşıyor bir an için… O an, yelkovanla akrebin kucaklaşma anıdır işte… Birbirlerine muhtaçlıklarını, ayrı düştüklerinde yoksunluklarını ve aslında birbirlerini tamamladıklarını anladıkları an… Biri olmazsa diğerinin hiçbir anlam taşımayacağı gerçeğiyle yüzleştikleri an… Zaten doğru değil midir ki hep çalışan, mağrur yelkovandansa, yorgun, tembel, yavaş akrebin isminin daha bir sıklıkla zikredildiği? Birbirlerine bağlı olmasalar, kıskançlıktan birbirlerinin gözünü oyarlardı herhalde. Ama ne mutlu ki farkındalar; Akrep ölürse yelkovan da ölecek, yelkovan ölürse akrep de can verecek… Akreple yelkovanın aşksa aşkı; sadakatse sadakati; mecburiyetse mecburiyeti böyle bir şey işte… Doğru bir ifadeyle; “VARLIĞI YAKAN, YOKLUĞU YOK EDEN” bir bağlılık…

***

Tam karşımdaki masada oturuyordun. Yanındakiler durmaksızın bir şeyler anlatıyorlardı sana. İlgini toplayıp onları dinleyemiyor gibiydin… Gözlerin sağa sola kayıyor, ara sıra şöyle derin bir nefes alıp içini çekiyordun. O gün bambaşkaydın. Bambaşka bir hava esiyordu etrafında. Bambaşka, tarifsiz bir sihirle çepeçevre kuşatılmış gibiydin. İşte o an, gözlerin benden yana çevrildiler. Bakışlarımız buluşup kenetlenmişti. Bu çekim alanından kendimi kurtarmak istiyor ama tutsak gözlerime sözümü geçiremiyordum. Bir hipnoz, bir büyü ya da daha öte bir gizli güç…sonrası sonsuzluk olan… Kiliseden yükselen çan sesi, bir yıldırım düşmesi ya da bir lisenin teneffüs zili, fark eder mi, bir tanesi sonlandırmıştı bu yoğunluğu. Kalkıp ayrı kapılara yönelmiştik. Bizim seçimimizdi farklı yolları seçmek… Bizim seçimimizdi konuşmadan anlaşmak… Böyle olması gerektiğine inanıyorduk. Böyle olmalıydı… Yalana ne gerek!… Buna mecburduk! Belki farklı zamanlarda göz açışımızdan hayata, belki yanlış bir yerde bakışlarımızın kesişmesinden, belki diğerlerinin bizden güçlü olduğunu bilmektendi vuslatsızlık… Düpedüz korkuyorduk. Ondandı benim kekeleyişlerim, ondandı senin her daim mahcup edan… Bağlanmıştık ama günahtı birleşmemiz. Bağlanmıştık ama gölgesi olamıyorduk birbirimizin. Teğet geçiyordu siluetlerimiz. Yasaktı. İmkansızdı.
Nasıl ki akreple yelkovan el ele verip uzaklaşamazlarsa bu diyarlardan, mecburiyet varsa, canlarının bir köşesi mızrakla delinmiş ve bağlanmışken birbirlerine, yine de kavuşamıyorlarsa; öyle bir şeydi yaşadığımız… Karanlık gecelerde yalnızca seslerimiz buluşabiliyordu kuytularda, biz refakat edemiyorduk onlara. Ben umudun şarkısını mırıldanıyordum, sen imkansızlığın… Cesur olan bendim galiba. Sen söndürdükçe, ben küllerinden doğuruyordum ümit kıvılcımlarını… Sen yine söndürüyordun sonra onları. Ateşten korkuyordun. Ateşimden korkuyordun! Ortaçağdaki hapishanelerin yahut mahzenlerdeki zindanların duvarlarını süsleyen, görkemli lakin ürkütücü meşalelere benzetiyordun ateşimi. Ateşi içinde hissetmenin, prangalara vurulmak, dahası linç edilmek anlamına geldiğini biliyordun. Oysa prangalara da vurulsak, umudu var edebilirdik doğan yeni günlerde… Sevmenin suç olmadığı, esaret gerektirmediği ülkeleri de yazıyordu kitaplar. Kitaplar ki sayfalarca okuduğum, adındaki harflerin mükemmelliğini ve tılsımını çözmeye çalıştığım yegane kaynakçam… Razıydım ben prangalara da, tutsaklığa da, giyotine de… Ya da bir ömür boyu kaçak hayatı sürmeye razıydım; her daim o diğerlerinin baskısını ve soluğunu hissetmek pahasına omzumda… Kaçsak, belki bulabilirdik cenneti. Belki takip etsek o beyaz kuşları, erebilirdik huzura…
Uykusuzluğu, şarkıları, şairin bahsettiği mecburluğu, acı kahveleri, mimozaları, “yeşili” ya da rüyaları paylaşabilirdik, buna benim kadar inansan…
Ama yenememiştin bir türlü gelecek kaygısını, gölgelerimizin uymadığını söyleyenlerin sözlerine kulak tıkayamamıştın ve vazgeçememiştin parmaklarını kütürdetmekten… Ben seni hiç özleyememiştim yahut çıldırmıştım özlemekten… Sen, bir elinde uzak diyarlara seyahat belgen –ya da kaçışın, dikildiğin vakit karşıma, fark ettiysen “elveda” dememiştim sana. Çünkü yelkovanla akrep ayrılamazdı birbirinden… Yelkovan uzaklaştığını sana dursun, volta atmaktan ötesini yapamazdı akrebin etrafında. Ve sevgi, geçmişe ışık tutmaktansa, gelecekle ilgilenirdi. Yelkovan bir bunu bilemedi… Oysa akrebin tek istediği, yelkovanın “belki yine gelirim” demeyeceği bir gelecekti…
Çünkü yelkovan, er geç gelecekti…
Anka Kuşu
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

baykuş yıkıntılarını özlemiş,

balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;

"SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.

Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan
sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır...
Bekleyiş
Akşam yemeğinden sonra erkekler, sigara içme salonunda konuşuyorlardı. Söz ettikleri konu, ölenlerin geride kalanlara bıraktıkları değişik ve acayip miraslardı. O sırada, ünlü bir noter ve usta bir avukat olarak tanınan Mösyö Le Brument söze karışarak, "Korkunç şartlar altında kaybolan bir mirasçıyı arıyorum. Bu, basit fakat acı dolu bir dramdır. Her gün olabilen, ancak şimdiye kadar tanık olduğum en korkunç olaylardan biridir" dedi ve anlatmaya başladı:

Yaklaşık altı ay önce, ölmek üzere olan bir kadının evine çağrıldım. Bana şöyle dedi:

"Mösyö, size çok zor, çok nazik bir görev vermek istiyorum. Masanın üstünde vasiyetnamem var, lütfen alıp okuyun. Eğer başaramazsanız, ücret olarak size beş bin frank, başarırsanız yüz bin frank bırakılmıştır. Sizden istediğim, ölümümden sonra oğlumu bulmanızdır".

Daha kolay konuşabilmek için yatağında doğrulup oturmasına yardım etmemi istedi. Çünkü kesik kesik gelen sesi, boğazından ıslık çalarak çıkıyordu.

Çok zengin bir evde bulunuyordum. Şatafatlı odanın duvarları kalın kumaşlarla kaplıydı. Oda, göze o kadar yumuşak görünüyordu ki, kumaşlar bir okşama duygusu uyandırıyordu ve öylesine sessizdi ki, konuşulanlar havada kaybolup gidiyordu.

Ölümün eşiğindeki kadın, yeniden konuşmaya başladı:

- Siz, korkunç öykümü anlatacağım ilk insansınız. Sonuna kadar anlatmak için gücümü toplamaya çalışacağım. Sizi mert ve iyiliksever, aynı zamanda seçkin bir toplum içinde yaşayan biri olarak tanıyorum. Bana bütün gücünüzle yardım etme arzusunu sizde uyandırabilmek için başımdan geçenleri olduğu gibi anlatacağım. İyi dinleyin.

"Evlenmeden önce, genç bir adamı sevmiştim. Fakat ailem, yeteri kadar zengin olmadığı gerekçesiyle, onun evlenme isteğini geri çevirdi. Bir süre sonra, çok zengin bir adamla evlendim. Korku, aileme boyun eğme ve cahillik yüzünden ona varmıştım. Ondan bir oğlum oldu. Birkaç yıl sonra da kocam öldü.

Bu arada, benim sevdiğim genç de evlenmişti. Benim dul kaldığımı görünce, artık serbest olmamaktan dolayı büyük bir acı duydu. Beni görmeye geldi ve önümde diz çökerek, yürekleri parçalarcasına hıçkıra hıçkıra ağladı. Dostum oldu. Kim bilir, belki de onu hiç kabul etmemeliydim. Ne yapabilirdim? Öylesine üzüntülü, yalnız ve umutsuzdum ki!... Ve hâlâ onu seviyordum. Kimi kez insan öylesine acı çekiyor ki!

Anne ve babam da öldüğü için dünyada ondan başka kimsem yoktu. Sık sık beni görmeye geliyor, bütün akşam benimle birlikte kalıyordu. Aslında evli olduğu için bu kadar sık gelmesine izin vermemeliydim. Fakat ona engel olacak gücüm yoktu.

Ne söyleyeyim size? Artık benim sevgilim olmuştu! Nasıl oldu bu? Biliyor muydum bunu ya da bilen biri var mıydı? Ortak aşkın dayanılmaz gücü, iki insanı birbirine ittiği zaman başka türlü olması mümkün mü sanıyorsunuz? Sevdiğim adamın yalvararak, göz yaşları içinde diz çöküp çıldırtıcı sözlerle, sevgiden coşarak dile getirdiklerine, sevdiğiniz adamın en küçük arzularını yerine getirerek onu mutlu görmek istemeye, şu dünyanın namus anlayışına uymak için bütün sevinç kaynaklarını kurutmaya ve umut kesmeye karşı sürekli mücadele etmenin ve sırt çevirmenin mümkün olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Mutluluktan vazgeçmek için, ne büyük güç ve fedakârlık ve hatta dürüstlük gerekir, öyle değil mi?

Sonunda Mösyö, onun metresi oldum; mutluydum. On iki yıl boyunca çok mutluydum. Karısıyla dost olmuştum. Bu benim, en büyük alçaklığım ve zayıflığımdır.

Oğlumu beraber büyütüyor, onu aklı başında bir insan gibi, düşünceli ve iradeli olarak yetiştirmeye çalışıyorduk. Oğlum nihayet 17 yaşına geldi.

O da, sevgilimi, neredeyse benim onu sevdiğim kadar çok seviyordu. Çünkü, o her ikimize de aynı derecede sevgi gösteriyor ve ilgileniyordu. Oğlum, sevgilimi "arkadaşım" diye çağırıyor, sonsuz saygı gösteriyor ve ondan hep namuslu, onurlu ve dürüst bir davranış görüyordu. Onu, benim eski ve sadık bir arkadaşım, ne bileyim işte, bir koruyucu ya da manevî bir baba olarak kabul ediyordu.

Küçüklüğünden beri bu adamı evin içinde, hep benim yanımda gördüğü ve bizimle sürekli olarak ilgilenmesine alıştığı için, oğlum belki de bu konuda kendisine hiç soru sormamıştır.

Bir akşam, üçümüz birlikte yemek yiyecektik. Bu, benim en mutlu olduğum anlardır. İkisini de bekliyor ve hangisinin eve önce geleceğini düşünüyordum. Kapı açıldı; gelen aşığımdı. Kollarımı açarak ona doğru ilerledim ve o da beni dudaklarımdan uzun uzun öptü.

Birdenbire bir gürültü, bir hafifçe dokunup geçme, başka birinin varlığını belli eden gizemli bir heyecan bizi titretti ve birden arkamıza dönüp bakmamıza neden oldu. Oğlum Jean, karşımızda ayakta duruyor, beti benzi atmış, bize bakıyordu.

O an, dayanılmaz bir şaşkınlık anıydı. Ellerimi oğluma doğru uzatarak, ona yalvarırcasına geri çekildim. Fakat göremiyordum onu; ortadan kaybolmuştu.


Yıldırım çarpmış gibiydik; konuşmaktan aciz, öyle karşılıklı bakakaldık birbirimize. Sonra koltuğa yığıldım; gecenin karanlığı içinde kaçıp gitmek, sonsuza kadar ortadan kaybolmak arzusu kapladı içimi. O anda bir annenin yüreğine düşen korkunç bir utanma duygusu, çaresi bulunmaz bir acının verdiği dehşetli bir heyecanla sinirlerim gergin, ruhum paramparça, hıçkırıklar boğazıma düğümlendi ve hüngür hüngür ağladım.

O ise, ürkmüş, şaşkına dönmüş, karşımda duruyor, oğlumun geri döneceği korkusuyla, ne yaklaşmaya, ne konuşmaya ne de bana dokunmaya cesaret ediyordu. Sonunda dayanamadı ve "Gidip onu arayacağım ve durumu anlatacağım. Zaten artık onun da bilmesi gerekir..." dedi.

Ve çıkıp gitti...

Bekledim... En ufak bir gürültüde yerimden sıçrayarak, korkudan irkilerek, şöminede yanan odunların çıkardığı seslerden dahi rahatsız olarak, sözcüklerle anlatamayacağım bir heyecanla bekledim.

Yüreğimde bilinmez bir korkunun, yaman bir sıkıntının büyüdüğünü hissederek, bir saat, iki saat bekledim. Hiç kimsenin, böyle anlar yaşamasını istemem. Jean neredeydi, ne yapıyordu acaba?

Gece yarısına doğru, sevgilim bana birisiyle bir pusula yolladı. Pusulada yazılmış olanlar bugün bile hatırımdadır:

"Oğlunuz döndü mü? Onu bulamadım. Bu saatte yukarı çıkmak uygun olmadığı için aşağıda bekliyorum" diye yazılıydı pusulada.

Ben de, kurşun kalemle, "Jean dönmedi, onu bulmanız lazım" diye yazarak kağıdı geri yolladım. Ve bütün geceyi koltukta oturup bekleyerek geçirdim.

Delirecektim neredeyse. Bağırmak, kaçıp gitmek, kendimi yerden yere atmak istiyordum. Hiçbir şey yapmadan, öylece hareketsiz bekledim. Nereye gidebileceğini tahmin etmeye çalışıyordum. Bütün çabalarıma, ruhumun çektiği acıya rağmen, hiçbir şey düşünemiyordum.

Şimdi de karşılaşmalarından korkuyordum Ne yaparlardı karşılaşsalar? Oğlum nasıl davranırdı? Korkunç duygular, ürperti veren varsayımlar parçalıyordu içimi.

Bunu iyi anlıyorsunuz Mösyö, öyle değil mi?

Ne olup bittiğini bilmeyen ve hiçbir şeyin farkında olmayan oda hizmetçim, hiç şüphe yok ki, çıldırdığımı düşünerek hep yanıma gelip gidiyordu. Her gelişinde, bir iki kelimeyle ya da bir baş hareketiyle geri gönderiyordum onu. Daha sonra, sinir krizi geçirdiğimi görünce doktor çağırmış...

Beni yatağa yatırmışlar, ateşim varmış. Nice sonra kendime geldiğimde, başucumda onu, sevgilimi... tek başına... gördüm. "Oğlum, oğlum nerede?" diye bağırdım. Cevap vermedi.

- Öldü mü? Oğlum kendisini öldürdü mü yoksa? diye kekeledim.

- Hayır, yemin ederim ki hayır, diye cevap verdi, fakat bütün çabalarıma rağmen onu bulamadım.

O anda birdenbire öfkeye kapıldım, çileden çıktım. Bilirsiniz, bazen insan, açıklanamayan, aptalca bir öfkeye kapılır. "O halde, dedim, eğer oğlumu bulamazsanız, siz de buraya gelmeyin artık. Beni bir daha görmenizi istemiyorum. Hadi, defolun gidin şimdi".

Gitti... Ondan sonra, ne oğlumu, ne de onu gördüm. Yirmi yıldır böyle yaşıyorum Mösyö. Böyle bir şeyi düşünebiliyor musunuz? Bu korkunç azabı, hem anne, hem de kadın olarak duyduğum büyük yürek acısını, bu berbat ve sonsuz... sonsuz bekleyişi anlayabiliyor musunuz?

Ama artık bitecek bu bekleyiş. Çünkü ölüyorum. Ne onu, ne de oğlumu yeniden göremeden ölüyorum! Sevgilim yirmi yıldır her gün bana yazdı; bense onu bir saniye olsun görmek istemedim. Çünkü, o buraya gelirse, tam o anda oğlum yeniden ortaya çıkacakmış gibi geliyordu bana! Oğlum... Oğlum! Öldü mü acaba? Yoksa yaşıyor mu? Nerede saklanıyor? Uzaklarda, belki de uçsuz bucaksız denizlerin ötesinde, adını bile bilmediğim çok uzak bir ülkede! Beni düşünüyor mu? Ah, bir bilseydi çocukların ne kadar zalim olduklarını! Anne sevgisinin bütün gücüyle sevdiğim oğlum, henüz gençliğimi yaşarken, son günlerime kadar sürecek ne korkunç bir işkencenin ve umutsuzluğun içine attığını, beni hangi korkunç acılara mahkum ettiğini anladı mı acaba? Söyleyin, ne zalimce bir şey bu, değil mi?

Bütün bunları söyleyin ona Mösyö, ayrıca şu son sözlerimi de iletin ona:

"Oğlum, sevgili oğlum, zavallı insanlara karşı bu kadar katı olma. Hayat zaten yeteri kadar sert ve acımasız! Sevgili oğlum, terk edip gittiğin günden beri annenin, zavallı annenin ne hale geldiğini düşün. Annen öldüğüne göre, affet ve sev onu. Çünkü o, cezaların en ağırını çekti..."

Sanki karşısında oğlu varmış gibi konuşuyordu. Soluk soluğa kalmıştı. Sonra yeniden başladı söze:

"Mösyö, sevgilimi bir daha hiç görmediğimi de söyleyin ona".

Yine sustu, sonra tekrar yorgun bir sesle konuşmaya başladı:

"Rica ederim artık gidin Mösyö, onlar benim yanımda olmadıklarına göre yalnız ölmek istiyorum"...

Avukat Le Brument devam etti:

"Baylar, ağlaya ağlaya dışarı çıktım. Öylesine ağlıyordum ki, faytoncu da şaşırmış; ne olduğunu anlamak için bana bakıyordu!

- Şunu da eklemeliyim ki, her gün buna benzer bir sürü dram yaşanıyor çevremizde...

Oğlunu bugüne kadar bulamadım... Siz ne derseniz deyin bu çocuk için; ben onun bir cani olduğunu düşünüyorum..."
emeğine sağlık abim paylışım güzeldi.