Forum Hafızoğlu

Tam Versiyon: Bir Gelinciğin Dirilişi
Şu anda tam olmayan bir versiyonun içeriğine bakıyorsunuz. Tam versiyon'a bakınız.
Bir Gelinciğin Dirilişi
Kadın kendini yere atmış, sürekli debeleniyor, bağırıyor, bağırıyordu.
-Tanrım, Tanrım ne olur beni yanına al. Ölmek istiyorum. Tüm bunları yaşarken aklını kaçırdığını zannediyordu. Oysa böyle düşündüğü zamanlarda dahi beyninin mutlak bir yanı mantık çerçevesinde çalışıyordu. Farkında olmadan yaptığı her eylemde dahi bunları bilerek yaptığını biliyordu. Şimdi ise bunca ağırlığın altında bu kavram kargaşasıyla uğraşmak onun için zaman kaybından başka bir şey değildi. Zaten bunun ayırımını keşfettiği anda normale dönecekti. Oysa onun istediği bu değildi. Tek isteği vardı, o da kocasının yanına gelip, elleriyle yüzünü kavraması; yüzündeki o zayıflığı parmaklarıyla hissedip ona dokunması idi. Yanında olduğunu hissettirecek bir tek söz, bir tek dokunuştu. Sonra, sonrası kendiliğinden gelecekti zaten. Coşkulu bir nehrin, yaz sessizliğindeki duruluğu gibi saf, berrak ve dinginleşecekti. Başını kocasının göğsüne dayayıp huzur içinde yıllarca öyle kalabilecekti belki de. Hala salonun kapısında kimse görünmemişti. Gelmiyordu işte yanına, ağlamasını, bağırmasını duymasına rağmen koridordan geçipde yanına ge! lmiyordu. Salonun bir köşesinde bitkin bir şekilde oturuyordu şimdi. Ayaklarını iki yana açmış, saçları rüzgarda koşmuş bir at yelesi kadar karışık, derin derin nefes alıyordu. Ellerini iki yana öylece bırakmıştı umarsız. Böyle ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu. Bu kabus az öncemi başlamıştı, yoksa yıllar öncemi? Kimdi hayatını bunca anlamsızlaştıran, yaşamını lime lime etmeye çalışan bu adam kimdi? Her yer, her şey karanlıktı. Üzerinde ise, eşyaların bitip tükenmez bir sabırla onu gözetleyen anlamsız göz izleri. Onu izliyorlardı. -Bakmayın bana, ne olur bakmayın, bıkmadınız mı beni seyretmekten dedi. Oysa sesi çıkmıyordu bile. Dudağında uçuk bir gülümseme beliriverdi. Duvarın en siyah noktasına takıldı gözleri. Umutsuz, belki de ölüp giden bir aşk filmini seyrediyordu o siyahlıkta. Küçük bir dükkanda alıcısını bekleyen ezik bir sebze gibi o hala orada kocasının dokunuşunu, onu o dükkandan almasını bekliyordu. Karanlıklar derin bir uğuldamayla zihninin sessizliğini bozuyordu. Salonun herhangi bir yerinde yıllarca süren bu bekleyişler, içine tarifsiz bir devlik kazandırıyordu. Ağladıkça güçleniyor, bekledikçe kocamanlaşıyordu. Birden etrafın siyahlığı kızıllıklara boyanmaya başladı. Her yanı kızıl bir allıkta yeniden belirmeye başladı.Bir gelincik tarlasının tam ortasında duruyordu şimdi. Kalbi hızla vuruyordu göğsüne. Sanki bu hız devam ederse, kendini ölecekmiş gibi hissetmenin aksine; sonsuza değin yaşayacakmış gibi sağlıklı bir ritimle vuruyordu hemde. Çiçek kokularını daha iyi duyumsuyordu şimdi. Rüzgarın o mağrur haykırışlarıyla vücudunun her yanına dokunuyorlardı ! gelincikler. Bu kızıllık; öfkesinin, bekleyişlerinin, sevgisinin kızıllığıydı. Unutuvermişti kocasını. Dünyası buydu artık. Evet bu olmalıydı bundan böyle dünyası. Onları seyrediyordu heyecanla. Tek bir tohumun bir başına verdiği yaşam savaşını. Onların filizlenip boy atışını; hayatta kalabilmek için toprağa nasılda inançlı kök saldıklarını izliyordu. Hiç aklına getirmemişti bu gerçeği. O olmadan da hayatının devam edebileceğini hiç düşünememişti. Kocası yanında olmadan da ona dokunmasa da, onu anlamasa da tek başına yaşayabileceğini biliyordu artık. Az önceki serzenişlerinin Tanrı tarafından ciddiye alındığını düşünerek; -Tanrım, Tanrım beni yanına alma artık diye geçirdi içinden. Yapacak, yaşayacak öylesine çok şeyim var ki. Biraz daha zaman lütfen. Karanlıkların hüznü artık yerini hayatın gerçeklerine, haz dolu duygulara bırakmıştı. Kendini keşfetmenin hafifliği içinde yine böyle karanlık bir gecede kocasını çağırdı salona. -Konuşmak istiyorum, dedi. -Seni dinliyorum.... Ne kadarda yalın iki kelime "Seni dinliyorum" diye düşündü ancak bu düşüncesinden hemen vazgeçti. -Anlatacak çok şeyim yok aslında. Söylemek istediğim şey..... -Senden ayrılmak istiyorum. Artık hayatımda sana yer vermeyeceğim deyiverdi ve yerinden kalktı, huzur içinde önceden hazırlamış olduğu valizini eline alarak, arkasına bakmadan çıktı gitti. Orada öylece kalakalmıştı adam. Ellerini iki yana bırakmıştı umarsız. Etrafa bakıyordu, birden gözleri duvarda beliren karanlıklara kilitlendi. Üzerinde gezinen gözler hissetti. Ürperdi. Oysa onlar sadece, eşyaların bundan sonra bitip tükenmez bir sabırla onu gözetleyecek anlamsız gözlerinden başka bir şey değildi.
Bulmaca
Kocası öleli tam dört yıl olmuştu... Sözünde durmuş ve ondan önce ölmüştü. Ya o önce ölseydi nasıl yaşardı. Yirmialtı yıllık bir evlilik yine böyle bir sonbahar ikindisinde aniden çekip gitmesiyle son bulmuştu. Yaşlı kalbi durduğu anki ifade hala hatırından silinmemişti. İrileşmiş gözbebekleri sanki ona birşeyler anlatmak istiyordu. Zaten son zamanlarında iyice garipleşmişti ; odasından hiç çıkmıyor, yüzündeki o efsunlu ve muzip gülümsemeyle saatlerce birşeyler çiziyor, mukavva ve tutkal kokusu arasında çalışıyordu. Oysa, o günden, yorgun kalbinin durup, onu bahçedeki yüce ceviz ağacının altına emanet ettiği günden bu yana o odaya hiç ama hiç girmemiş, girememişti. Bazen onun hala orada çalıştığını hisseder de cesaret edip giremezdi. O’nu görememekten çok görme ihtimalinin korkusuydu bu.

Deniz kokan serin kuzey rüzgarının savurduğu yaprakların hışırtısı onu daldığı düşüncelerden uyandırdı. Ne kadar zamandır orada oturduğunu düşünerek ufka meyleden güneşe bakan sandalyesinden yavaşça kalkarak kapıya doğru yollandı; epeyce üşümüştü. Romatizmalı bacakları onu ayakta zor tutuyordu. İşte yine onun odasının önünden geçiyordu. Nedenini ve kaynağını bilmediği ama soğuk ve çekici bir fikir geçti beyninden; duraksamadan kapının kolunu çevirdiğinde sadece yaptığı şeyin korku ve şaşkınlığını hissediyordu. Gıcırtıyla açılan kapı, örümcek ağlarını yırtarak yaşlı bayanı buyur etti. Toz ve kirden saydamlığını yitirmiş camlardan içeriye akşamüstünün kızıllığı süzülüyordu.

Karanlık, toz ve örümcek ağlarıyla kaplanmış odaya ürkütücü bir hava vermişti. Yaşlı kadın loş odayı yavaş yavaş süzdü: sandalyeler, köşeleri yıpranmış ve üzeri tamamen tozla kaplanmış masa, karanlığa gizlenmiş büyük camlı dolap, sanki hepsi üzgün ağlamaya hazır bir kırgınlıkla nefeslerini tutuyorlardı. Gıcırdayan ahşap zeminde yavaş ve kararsız adımlarla masaya doğru yollandı. Yılları gösteren kalın ve koyu toz tabakası kocasının son zamanlarda biricik eğlencesi olan kağıtları ve donmuş tutkal parçacıklarını kapatmıştı. Buruk ve daha çok kırgın bir ifadeyle odayı süzdü ; karanlıklar içine gizlenen eşyalar ona görünmek istemezcesine koyu gölgelerden yaşlı kadını gözlüyorlardı ve onlar da tedirgindi. Katarakttan parlaklığını yitirmiş mavi gözleri, masanın üzerinde duran güzel ve de ağır işçiliğiyle alımlı bir kum saatine takıldı. İçerisinde dökülmeden çok az kum kalmış ve odadaki diğer eşyalara göre daha parlak ve yeni duran bu saatin kendisinde hiç anısı yoktu. Bu saati hatırlayamamıştı; yaşlı zihninin artık eskisi gibi çalışmadığını düşündü, belki de o da romatizma olmuştu. Mavi gözleri yavaş fakat keskin hareketlerle masanın üzerini süzüyordu ki tozdan ne olduğunu sonra anlayabildiği mukavva parçalarını fark etti. Bu o yap-bozlardan biriydi. Ona üç beş tanesini göstermiş, beğenip beğenmediğini sormuştu; hayret ne üzerlerindeki resimleri ne de nerede olduklarını hatırlıyordu şimdi.

Ağır vücudunu yavaş ve çekingen figürlerle tozlu antika sandalyeye koydu, sağındaki pencereden güneş belirsiz bir kızıllıkla odaya girmeye çalışıyordu. Güçsüz nefesiyle tozunun temizledi yap-boz parçalarının. Yıllara rağmen renklerini korumuşlarsa da ilk bakışta resmi çıkarmak zordu. Duraksamadan ilk parçayı köşeye yerleştirdi; ikinci parçayı ararken aklına çocukluğu geldi, buna benzer bir bulmacayı hediye etmişti ilk çocukluk aşkı utangaç bir edayla. Çocukluk yılları tek renk bir resim gibiydi, sıradan bir ailenin sıradan lakin güzel kızı...Üçüncü parçayı bulduğunda derin çizgilerle kaplı yüzüne bir tebessüm yerleşti ve aklına lisenin ilk günü sabah ayna karşısında telaşla süslenen, heyecanlı, bir o kadar da mutlu genç ve güzel bir kız geldi; ne kadar da değiştirmişti zaman onu. Elleri onaltıncı parçayı ararken aklı geçmişiyle, hem de şimdiye dek hiç hatırlamadığı küçük ayrıntılarıyla meşguldü. Onsekizinci parça ona öğretmen okulunda derslerine giren yeni öğretmeni daha doğrusu son sınıf öğrencisini anımsattı; ders boyunca gözlerini ondan ayıramamıştı ve hiç düşünememişti bir sonraki gün onun gelip tanışmak isteyeceğini. Derin bir nefes verdi üzüntüyle, okulu bitirişini, ayrılmalarını hatırladı ve son kez öpüşünü kilisenin önünde.

Yirminci parçayla birlikte resim de epey belirginleşmişti fakat onun resme aldırdığı yoktu, sanki elleri otomatik olarak buluyordu uygun parçayı, beyni geçmişiyle meşgulken. Sonra bir sabah geri dönüşünü hatırladı ansızın, zaten yıllar boyu hep habersiz gelmişti, ve evlenme teklif edişini... Bulmaca yarıya geldiğinde aklına oğlunun doğumu geldi ve masmavi gözlerini ilk gördüğü anın tarifsiz mutluluğu. Elindeki parçayı yaşlı parmakları tek tek denerken kızının kansere mağlup olup genç yaşta gidişi aklına geldi, ama ilk kez üzülmüyordu, aksine bu ona garip bir neşe vermişti. Ve en zoru kocasının ölümü, bunu ilk zamanlar hep bir ihanet gibi düşünüyordu, ya da bir çeşit intikam, ama artık bunları kabulleniyordu ve bunları tanrının bir çeşit sınavı diye düşünüyordu belki de ölüme yakın olduğunu bildiğinden.

Herbir parça ve bir anı, altmışsekiz parça, altmışsekiz yıl... Elinde kalan son parçayı köşeye yerleştirirken, uyandı daldığı anılar aleminden ve ne kadar zamandır bununla uğraştığını merak etti, kum saatinde hala birazcık kum vardı akmayan. Resme baktığında önce anlayamadı, lakin sonra aniden büyüyen gözbebeklerine büyük bir korku ve şaşkınlığın gölgesi düştü. Çözülen yap-boz’a bir daha baktı. Resimde tüm ayrıntılarıyla bu oda vardı ve masa başında kendisi. Kendi resmine daha yakından bakmak için eğildiğinde resimdeki bir ayrıntı daha gözüne çarptı. Resimde camda insan siluetini andıran siyah bir gölge vardı. Yap-boz içinde bulunduğu anın fotoğrafıydı sanki, tüm ayrıntılarına kadar bu oda ve bu an, fakat ya camdaki gölge ?..

Yavaşça güneşin son ölgün ışıklarını odaya güçlükle alan sağındaki pencereye döndü. Aynı büyük ve heybetli gölge oradaydı gerçektende. Ani bir parıltının geçtiği gözbebeklerinden haftalardır aklına sıklıkla düşen fakat düşünmemeye çalıştığı o soğuk kelime geçti ; evet bu gerçekten de o idi ve ona hiç beklemediği bir şekilde gelmişti. Artık bulmacayı tamamen çözmüştü ; tanrının bazen eşimiz, bazen çocuklarımız, bazen de hiç tanımadığımız, sevmediğimiz insanlar eliyle bize hazırladığı , değişik mekanlarda çözmemiz için önümüze koyduğu, parçaları, renkleri, süresi farklı, Adem’le birlikte yaratılan, sonu belli en meşhur bulmaca...

Güneş son zayıf ışınlarını da toplarken, çıplaklaşmış iri ceviz ağacından kopan sarı bir yaprak hafifçe süzülerek mezarın üzerine kondu. Aynı anda tamamen kararan odadaki masanın üzerinde duran kum-saatinde kalan birkaç kum tanesi de aşağıya süzüldü, diğerlerinin olduğu yere...