01-12-2006, 13:41
Osmanlı ‘nın Manevi Sultanları
ŞEYH EDEBÂLİ HAZRETLERİ
Şeyh Edebâli, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimidir. Osman Gazi'nin kayınpederi ve hocasıdır.
Karaman'da ilk eğitimini alan Şeyh Edebâli, eğitimini ilerletmek amacıyla Şam'a gitti. Şam'da hâdis-i şerif, tefsir ve fıkıh ilimlerinin eğitimini aldı. Ancak her Allah dostunun geçtiği yollardan, o da geçti ve aldığı ilim ona yetmedi. Mevlâna Celâleddin-i Rûmi'ye tâbî oldu; gerçek İslâm'ı öğrendi. Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan 28 basamağı geçerek, kendisi de mürşid oldu.
Bu sırada Selçuklu Devleti, çöküntüye doğru gidiyordu. Moğollardan kaçan Oğuz Boyları, Anadolu'ya büyük gruplar halinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu Boylardan biri de Kayı Boyu idi. Kayı Boyu'nun başında, Ertuğrul Bey bulunuyordu. Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Bey'in velilere olan saygı, hürmet ve ilgileri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu.
Ertuğrul Gazi, bir gece gittiği Kur'ân-ı Kerim sohbetinde, o güne kadar işitmediği şeyleri dinledi. Dünyada bulunmasının bir sebebi olduğunu, ilk defa düşünüyordu. Rabbine sarılmayı, Rabbine sığınmayı, biricik Allah'ına ulaşmayı diledi. O gece uyumak için girdiği odada, sabaha kadar Kur'ân-ı Kerim'in huzurunda, hürmet ve tazimle ayakta durdu. Fakat sabaha karşı dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyasında kendisine: "Sen Benim kelâmıma hürmet ve tazimde bulundun. Ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar daim olacak bir ulu devlet ihsan eyledim." dendi.
Ertuğrul Gazi, bunun üzerine yanına oğlu Osman Bey'i de alarak Konya'ya, Mevlâna'ya giderek ona tâbî oldu. Mevlâna, küçük Osman'ın başını okşayarak: "Biz, kendimize bir oğul bulduk." dedi ve hayır dualar etti.
Şeyh Edebâli, Eskişehir yakınlarında halkı irşad ediyor, insanlara sulh ve sukûn dağıtıyordu.
Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Bey, Şeyh Edebâli'nin derslerine devam ediyorlardı. Osman Bey bir gece bir rüyasında, Şeyh Edebâli Hazretleri'nin koltuk altından çıkan bir nurun gelip göğsüne indiğini; o nurun girmesiyle, karnından bir ağaç peydah olduğunu gördü. Rüyasında ağaç birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifade etmeye başladığı sırada Osman Bey uyandı.
Rüyasını Şeyh Edebâli Hazretleri'ne anlattığında, yüce şeyh şöyle buyurdu:
"Oğul! Sen; Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra 'bey' olacaksın. Kızım Mal Hatun'la evleneceksin; benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice padişahlar gelecek. Onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahû Tealâ nice insanın, huzur ve saadete kavuşmasına, TESLİME ULAŞMASINA, senin neslini vesile edecek."
Şeyh Edebâli Hazretleri, Osmanlı Devleti'nin temellerine duasını da kattı. Anadolu'ya dervişlerini yolladı. Kardeşlik ile aşkla, îmânla, tevhidi; Osmanlı çatısı altında oluşturabilmek için çalıştı.
AKŞEMSETTİN HAZRETLERİ
" Konstantiniye bir gün mutlaka feth olunacaktır. Onu feth eden asker ne büyük bir asker, onu fetheden kumandan ne büyük bir kumandandır. " buyurmuştu güzeller güzeli Peygamber Efendimiz (S.Aleyna Ve Aleykum Selam)
14 Asır önce müjdelenmişti İstanbul'un fethi, kıymetlilerin en kıymetlisi tarafından. Alemde kaç kişiye nasip olurdu, Allah'ın sevgilisinin övgüsüne mazhar olmak ? Allah aşkı için, Resulu Ekrem sevdası uğruna ; gözü, gönlü Allah'a dönük nice Hakk dostu, nice Hakk sevdalısı dayanmıştı surların kapısına.
Ama bir Osmanlı vardı ki Onu kuranlar hamurunu imanla yoğurmuş, aşkla işlemişti. Osmanlı sultanlarının herbiri bu şerefe mazhar olmak için dayanmıştı Bizans'ın kapısına...
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri II. Murat'a şöyle söylüyordu.
--- Sultanım, fetih şu bizim köseyle, sizin Mehmed'e nasip olur, ben dahi o günü göremem!...
Üstâdının bu sözlerini duyan Akşemseddin büsbütün vahdet deryasına atıldı. Çünkü kendisini büyük bir vazife bekliyordu. İstikbâlin Fâtih'i onun elinde şekillenecekti...
Nitekim öyle de oldu. Zaman ırmağı sonsuza doğru aktı, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı ve Sultan Murad Han oğlu Muhammed Osmanlı tahtına çıktı... Hiç vakit kaybetmeden bütün âlimleri Edirne'ye dâvet etti ve onlardan sordu. Herkes fikrini söyledi. Sıra Ak Şeyh'e gelince şöyle dedi:
--- Allah Resûlü'nün iltifat-ı seniyyesi size vâki olmuştur! Gayret sizden, yardım yüce Allah'tan... Hiç tereddüt etmeden küffâr üzerine yürüyünüz!...
Her zaman keskin bir bıçak gibi parlayan zekânın sahibi İkinci Sultan Muhammed Han, ordusuna dikkat emrini verdi ve fetih ordusu nurdan bir ırmak gibi Konstantiniyye üzerine aktı...
1453 Nisan'ının beşinci Perşembe günü, güneş ak tepeli dağlar ardında gülümserken, İstanbul surları önüne geldiler... Hünkâr, o gün öğle namazını binlerce cengâverin arasında kıldı ve namazı müteakip kuşatmanın başladığı ilân edildi...
Fetih ordusunda kimler yoktu ki... Velîler, âlimler, cengâverler, sırtı yere gelmemiş pehlivanlar, bülbül sesli hâfızlar... Ulubatlı Hasan gibi ay yüzlü delikanlılar ve Zühre gibi parlak vezirler...
Ve cenk bütün şiddetiyle başladı... Bir gün, iki gün, üç gün derken, günler zincir gibi uzayıp duruyordu.
İşler böyle sıkışınca ümit yıldızı da ufukları terk etti ve konuşanlar oldu:
--- Bir şeyhin sözüyle asâkir-i İslâm'ı burada helâk edeceğiz!...
Bu sözler genç hünkârın kulaklarına çarptı. Derhal paşasını şeyhin huzuruna gönderip sordurdu:
--- Fetih ne zaman?
Cevap hiç de iç açıcı değildi... O kat'i bir cevap istiyordu, istiyordu ama alamıyordu...
Yine günler süren cenk ve yine müyesser olmayan fetih... Artık sabır taşı da parçalanmıştı... Aslında sabır güzel bir şeydi de, bu an herkes kendisini bir sevdânın alevine kaptırmıştı. Âşık ise sabır bilmezdi... Fatih haykırdı:
--- Ya ben bu şehri alırım, ya Bizans beni alır!
Ve paşalardan birini yine Ak Şeyh'e gönderdi:
--- Hazret, ta'yîn-i vakt eylesün!... Fetih ne zaman vâki olacaktır?
Paşa koşar adım Ak Şeyh'in çadırına gitti... O da ne? İçeriden hıçkırık sesleri geliyordu... Ak Şeyh, mübârek alnını yerlere koymuş ağlıyordu. Seccadesi gözyaşı incileriyle ıslanmıştı... Feryâd ü figânı Arş'a merdiven dayamıştı ve o demde kendisine kesin işaret vâki oldu, hemen hünkâra haber uçurdu:
--- Mayısın 28. gecesi şafağında genel hücum yapılırsa Allah'ın yardımıyla fetih müyesser olacaktır!...
Bu haberi alan genç hünkârın yüzünde görülmemiş bir ışık pırıldadı ve bütün hazırlıklar yapılıp surlara doğru akın başladı... Genç hünkâr atının üstünde ve dimdik, gözleri ufukları kucaklayacak gibi keskin bakıyor... Birden Ak Şeyh'in olmadığını fark etti... Onu bulmalıydı, ondan mânevî destek almalıydı...
Etrafına ateşli nazarla baktı... Hayır!... Şeyh yoktu... Çadırında olsa gerekti. Atını şeyhin çadırına sürdü. Kapıdan içeri bakmak istedi. Nöbetçi haykırdı:
--- Dur Sultanım! Şeyhin kesin emri vardır!...
Fatih, nöbetçiyi dinlemedi ve başını uzatıp içeriye bir göz attı. Ak Şeyh başını secdeye koymuştu. Dili de hep inciler saçıyordu:
--- Yâ Rabbî, diyordu; bir bölük mücâhidi yerindirme, küffârı sevindirme, asâkir-i İslâm'ı mansur ve muzaffer eyle!...
Bu hâli gören Fâtih yepyeni bir ümitle doldu ve atını şaha kaldırıp yıldırım gibi cenk sahnesine düştü... Bir taraftan da nâra atıyordu:
--- Haydi arslanlarım; Allah için can verecek gündür!... Koman yiğitlerim... Vurun hâ vurun!...
Kulağının dibinde bir ses çınladı:
--- Yetiştim padişahım!...
Bu Ulubatlı Hasan'dı... Surlara doğru ilerliyordu... Hünkâr, bu genç adama bir nazar attı, dudakları tebessümlerle doldu ve dedi:
--- Allah seni nazardan saklasın!...
Ulubatlı şehid olmak için kalelerin burcuna tırmanıyordu... Bir anda sanki kıyâmet kopmuştu... Okların çekirge bulutu göklerde yüzüyordu. Binlerce, yüzlerce ok yağıyor, yağıyordu... Ne var ki, göğsü îman dolu cengâverler bir nefes olsun durmadan ileriye hamle yapıyorlardı... Bütün bu ateşten âlem sürüp giderken Ak Şeyh de yüzünü secdegâhın topraklarına sürüyor ve inliyordu:
--- İlâhî! Nûrun şerefine, Habîbin hürmetine bize zafer nasip et! Bir bölük mücâhidi mahzun etme!...
Secdeden başını kaldırdığında yüzünde elmaslar oynaşıyordu. Artık vakit tamamdı. İstanbul fethi gerçekleşiyordu... Gözyaşları şimdi de sevinçten akıyordu...
Tekbir sesleri, ezan ve Kur'ân nağmeleri surlarda bulutların kanadına konup semâ semâ yükselirken beklenen an geldi ve İstanbul kapıları ebedî olarak Müslümanlara açıldı... Fetih, Akşemseddin Hazretlerinin dediği demde olmuştu... Hünkâr, saâdetinden uçacak gibiydi... Mübârek yüzünden nurlar akıyordu... Beyaz atı üstünde ilerliyordu... Hemen yanı başında yüce mürşidi bulunuyordu.
Muzaffer orduyu selâmlayan mağlûplar, Akşemseddin'i hünkâr sanarak ona doğru koştular ve ellerindeki çiçekleri Ak Şeyh'e uzattılar:
--- Buyurunuz, ey âlem padişahı!...
Yüce şeyh, eliyle hünkârı işaret ederek:
--- Sultan Muhammed Han odur, ona gidiniz!...
O zaman, genç ve muzaffer kumandan güneş güneş gülümsedi ve dedi:
--- Gidiniz, yine ona gidiniz!... Evet, ben padişahım, ama o benim hocamdır!
Bir hoca, bir üstâd ve bir şeyh için bundan büyük saâdet hayâl edilebilir mi?...
AZİZ MAHMUT HÜDÂYİ HAZRETLERİ
BUZLARI KAYNATAN AŞK
Hüdâyi Hazretleri, tasavvuf denizine dalmış, vahdetin halis ırmaklarından gönül kovasını doldurmuştu. Mürşidi Üfdâde Hazretlerini Allah kapılarına ulaştıran bir güneş olarak görünüyor ve onun eteğine öyle sarılıyordu. Ona öyle candan hizmet ediyordu ki; sanki başını onun yolunda ayak yapmıştı.
Bursa'da derin ve şiddetli bir kış hüküm sürüyordu. Mevsim, kara kış denilen mevsimdi. Evlerin saçakları, buzların billur avizeleriyle dopdoluydu.
Hüdâyi, bir sabah gözlerini açtı ki; mürşidinin abdest vakti gelmiş, yüce mürşid halvetten çıkmış, o hâlâ abdest suyunu ısıtmaya vakit bulamamıştı. Ateş yakacak zaman da yoktu. Neredeyse mürşidi kendisine seslenecekti. Pürtelaş, bakır ibriği kaptı. Kaptı ama ibrik sanki buz kesmişti. Telaştan ne yapacağını şaşırmış bir halde, buz kesmiş ibriği kalbinin üstüne koydu ve sıkıca sarıldı, Rabbine sığındı. Üftâde Hazretleri, ağır ağır merdivenin basamaklarından iniyordu. Kucağında ibrikle Hüdâyi'yi gördü.
-Dök bakalım suyu evlâdım.
diye buyurdu.
Hüdâyi, mürşidinin eline soğuk suyu nasıl dökecekti? Lâkin emri yerine getirmek gerekti. Çekinerek ve utanarak üstadının mübarek eline su dökmeye koyuldu. Üftâde Hazretleri, her zamanki gibi abdestini alıyordu. Döktüğü suyun sanki kaynamış gibi soğuk havayla karşılaşınca, hafif bir duman çıkardığını gören Hüdâyi, şakınlık içerisinde bakarken üstadı:
-Aziz'im, bu su, odun ateşiyle ısınmış suya benzemiyor. Aşkının ateşi, elimizi yaktı.
-Ey Rabbim! Bu Hüdâyi, bana çok güzel hizmet ediyor, ona da padişahlar hizmet etsin!…diye dua etti....
......
16 yıl kadar sonra, Sultan Ahmed Han bir gece rüyasında; Avusturya Kralı ile güreşe tutuştu. Şiddetli bir boğuşmadan sonra, sırt üstü yere düştü. Kral, göğsünün üzerine çıkıp oturdu.
Bu rüyanın tesiriyle uyanan Sultan, derhal tabiri için bir Allah dostu aramaya koyuldu. İşte o dem, veziri kendisine Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri'nden bahsetti. Sultan, rüyasını kendi eliyle yazdı ve itimada şayan bir adamıyla, Üsküdar'daki dergâha gönderdi.
Hüdâyi Hazretleri ise Allahû Tealâ'nın bildirmesiyle rüyadan haberdardı. Önceden tabirini yapıp, aynı itinayla bir mektup şeklinde Sultan'a göndermek için hazırlamıştı. Padişahın adamı, kapıyı çalınca hiçbir sual etmeden:
- Al, sorularının cevabı burada.
dedi.
Sultan, mektubu defalarca okudu.
- En kuvvetli dayanak topraktır, insanın en kuvvetli uzvu da sırtıdır. Sırtınız toprakla birleşerek, güç üstüne güç kazanıyor. Bu ise, yüce İslâm'ın küffara galebesi demektir. İşte rüyanın içindeki gerçek ! Allah kılıcınızı keskin etsin...
Böylece Sultan, ezelde kendisi için tayin edilen mürşidiyle tanışmıştı ve ömür nefeslerinin incilerini, O'nun yanında, O'na karşı hürmetlerin en güzelini göstererek tüketiyordu.
Hüdâyi Hazretleri, elli yaşlarını geride bırakmışlardı. Bir gün, Osmanlı Hünkarı at üstünde, Üsküdar çarşısında geziniyordu. O an yol güneşi, gönüllere gaybî inciler saçan sultanı Hüdâyi Hazretleriyle karşılaştı, hemen atından indi ve hürmetlerin en güzeliyle mürşidine atına binmesini rica etti. Bir süre sonra, Hüdâyi Hazretleri at üstünde, Osmanlı İmparatorluğu'nun yüce hakanı ise yaya olarak yürüyorlardı. Bir müddet gittikten sonra:
- Ey devletlü Sultanım, yanımda yaya olarak yürümenizi asla istemem. Ne var ki, şeyhimin emri yerini bulsun diye bindim.
dedi ve böylece mürşidinin senelerce önce söylediği sözü vuku bulmuş oldu.
Mürşidine hürmetlerin en güzelini gösteren Osmanlı sultanları, Osmanlı'yı Nizam'ul Âlem yapanlardı. Onlar, koskoca bir imparatorluğu yönetirken, Allah'ın en sevgililerin yardımı doğrultusunda yönetmişlerdi ve işte koskoca bir imparatorluğun temellerini bu şekilde sağlamlaştırmışlardı.
OSMAN BEDRETTİN HAZRETLERİ
Erzurum, Rusların hücumuna uğramıştı. 8 kasım 1877'de vuku bulan bu savaş, tarihte 93 harbi adıyla bilinir. Aziziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silahlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdafaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihat için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp; balta, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı.
Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Camii şerifi minaresinden sabah ezanı okunmaya başladı. Bu ezanı Osman Bedrettin Hazretleri okuyordu. Ezan ihlas ve sadakatla öyle okunuyordu ki Erzurumun dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezanı tekrar ediyordu. Ezan sesi dalga dalga yayılıyor, ufukları aşıyordu. Bu ezan halka bambaşka bir şevk ve cesaret vermişti. Okuyanda bir başka hal vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesaretle Allah Allah nidalarıyla, Aziziye tabyalarını işgal etmiş olan moskofların üzerine hücum etti. Ilk hücumda moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu Miralay Bahri Bey, halkı gazaya teşvik için haykırıyor; "urun kardaşlarım, dadaşlarım urun" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Aziziye tabyalarını Ruslardan,boşalttılar.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getirerek Ezanı Muhammediyi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yaverlerine emretti. Etrafa dağılan yaverler ve çavuşlar ezanı okuyan zatı arayıp buldular. Bu zat, Erzurumun Abdurrahman Ağa mahallesinde Hoca Selman Sukuti Efendi'nin oğlu Hafız Osman Bedrettin idi. Bu husus Gazi Ahmet Muhtar Paşa'ya arz edilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt Ismail Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecenla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezanı okuyan zatı tanıdım. Erzurumlu Miralay Fahri Bey'in kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silah yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hal idi. Çok dikkatli seyrediyordum bu zatta manevi bir hal var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazaya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kadın şöyle diyordu: "hatice bacı, bak görüyormusun? Selman efendi'nin oğlu Hafız Osman Bedrettin Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor." Ben bu sözü duyunca bu sefer daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hadiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın veli bir zat olduğunu anladım ve kerametini gözlerimle gördüm."
Gazi Ahmet Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; " Bre Paşa kardaş niçün demezsinizki bu cenkte üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle beraberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsanıdır" dedi. Bunun üzerine Kurt Ismail Paşa şöyle ilave etti. "Şu anda o şehit düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Bey'in başındadır" Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen Hafız Osman Bedrettin Hazretleri 28.alayın 3. taburu imamlığına tayin edildi. Ve artık "İmam Efendi" diye tanındı.
İşte Allah dostları ve onların elinde yükselen, yücelen Osmanlı ordusu…
SÜMBÜL EFENDİ HAZRETLERİ
Sümbül Sinan ile cihangir padişah Yavuz Selim Han arasında geçen bir hadise vardır ki, efsane çapında güzel. Çirkinleri güzelleştiren, dikenleri güller haline getiren etrafta ıtırlar ve miskler saçan bu veli kullar Osmanlı'nın batmaz güneşleridir onlar…
Yıl 1512… Alem padişahı Yavuz Sultan Selim vezir vüzerasını, paşasını, kumandanını, alimini, ulemasını yanına alıp Bursa istikametinde yola revan oldu. Bursa'da aziz cedlerinin kabirlerini ziyaret edecekti. Yeşil Bursa'ya şanlar şereflerle girdi. O sırada Koca Mustafa Paşa, küçük vezir sıfatıyle hünkarın yanında bulunuyordu.
Türbeleri bir bir ziyarete başladılar. Ziyaret sırası talihsiz Cem Sultan'a gelmişti. Padişah sandukanın başında derin düşüncelere daldı.
Yüreğine sanki zehirli hançerler çakılıp kalmıştı. Amcası Cem'in çileli hayatı gözünün önünde billurlaştı. Basina neler gelmemisti ki, vatan topraklarını terk etmiş, kafirlerin azap diyarında son uykusuna dalmıştı.
Cem Sultan, güzel vatandan, aziz topraktan uzakta, gündüzü olmayan hicran gecelerinde ne acılarla kıvranıp zari zari ağlamıştı. Ne mısralar söylemiş, fakat kimsenin yüreğini yumuşatamamıştı. Nihayet ecel rüzgarı can kandilini söndürmüştü. Ama nasıl söndürüş?
Kuruyan dudaklarına bir damla su verecek kimsesi bile yoktu başında. Firkat şimşeğiyle yana yana vefasız dünyadan ayrılmıştı.
Yavuz Sultan, babasıyla amcasının aralarını bozanın küçük vezir olduğunu düşünüyordu ve O'na haddini bildirmek niyetindeydi.
Yavuz Selim Han'ın yüzünde damar damar gazap belirdi. İstanbul'a döner dönmez kükredi:
_Tiz küçük vezirin camisi yıkılsın. Böyle bir adamın camisi de, imareti de İstanbul'a gerekmez, yerle bir edilsinler.
Yavuz bu, kükreyişi gökleri titreten alem padişahı. Emrine kim karşı koyabilirdi ki….Lakin nedendi bu kadar öfke, başka birşey daha vardı içini yakan kavuran bir arayış, ama kime, nereye…
Kama, kürek, balta alanlar yola koyuldu. Padişahın emriyle Koca Mustafa Paşa Camii'ni yıkmaya gidiyorlardı. Gürül gürül avlu kapısından içeri doldular.
Sümbül Efendi hiçbir şeyden habersiz gibi toprak kazmakla meşguldü. Çapasını bir yana fırlatıp padişahın adamlarının yüzüne sakin sakin baktı ve,dedi,ki:
_ Hayrola ne istersiniz?
Sanki herkesin dili tutulmuştu. Şu sevimli Şeyhin hitabı ve bakışı gelenleri mecnuna döndürmüştü. Şeyhin mana dolu gözleri insanın ta ciğerine oklar yağdırıyordu. Mümkün müydü ona karşı durulsun? Padişahın adamları da karşı duramadılar ve izleri üzerine geri dönüp dediler ki:
_ Biz o camiye elimizi süremeyiz.
Bu söz, dalgalana dalgalana ta hünkarın huzuruına kadar vardı. Hem de cihanı titreten heybetli hünkarın. İsmi Yavuz'a çıkmış bir padişahın emri yerine getirilmesin. Bu hiç olacak şey mi ki? Ne var ki olanlar oldu, kimsecikler o dergaha kazma vurmaya cesaret edemedi.
Hünkarın yüzünde celal şimşekleri öyle bir çaktı ki, görenler ak çiçekli söğüt dalı gibi titrediler.
Hünkarın gür sesi kubbelerde çınladı:
_ Tiz atımı hazırlayınız, o yeri ben kendim yerle bir edeyim!..
Ve öfkeyle atına atladı, yanına alacakalrını aldı. Rüzgar rüzgar uçarak Sümbül Efendi'nin dergahına vardı. Nazlı Sümbül'ün inciler dolu gönlüne Hakk, ilham yağmurunu yağdırmıştır bile. Sümbül Efendi derhal hırkasını sırtına, tacını başına giydi. Birkaç dervişiyle cami avlusunda beklemeye koyuldu.
Şimşek şimşek gelen hünkar atının nal seslerini duyunca gözlerini kapadı. Yanık gönlünün diliyle:
_ Ya Allah, ya Fettah, ya Cebbar! Diye inledi.
Cihan padişahı Yavuz Selim Han, kapı önünde attan atladı, ok gibi ileriye fırladı. Yüzünde yine alevler oynaşıyordu. Küt küt yürüyerek birkaç adım atmıştı ki, hızı birdenbire kesiliverdi.
Onu, olduğu yerde çivi gibi çakan neydi ki?
Aşıklar ve dervişler niyaz duruşunda, başları yerdeydi. Dervişlerin ortasında ise dergahın şeyhi süt gibi beyaz sakalıyla ve arslan gibi dik başıyla Yavuz'a nazar ediyordu. Öyle bir nazar ki bu Allah'ın nazarıydı. Allah'ın gözlükleriyle bakıyordu Sümbül Sinan…
İnsanın ciğerinin zarına işleyen bu bakışlar, taşların bile sinesindeki cevheri meydana çıkarıyordu. Kaldı ki Yavuz'un kalbini delmesin. Yavuz Sultan Selim Han daha fazla dayanamadı, usul usul yürüyerek Sümbül Efendi'nin önüne kadar vardı:
_ Peki, dedi; yıkılmasın!.. Gelişimiz sizi ziyaret olsun!..
_ Ey devletlim dedi; padişahların ahdinin yerine getirilmesi gerekir. Hiç değilse ocakları yıksınlar, hünkar sözü vücut bulsun!..
Yavuz ne diyebilirdi ki:
_ Öyle olsun, ey yol güneşi dedi.
Aradığını bulmuştu artık, içini yakıp kavuran mürşidine kavuşma arzusuydu ve Onun bir tek nazarıyla sönmüştü gönlündeki yangın…
Sırtından kendisine pek yakışan beyaz samur kürkünü çıkardı, hürmetlerin en güzeliyle Sümbül Efendi'ye giydirdi.
_ Ey İsa nefesli Pir dedi. Bu kürk hoş bir hatıra olarak sizde kalsın.
Ve Sümbül Efendi'nin huzurundan ayrıldı. Yarenleriyle beraber saraya davet etti. Ne var ki olup bitenlerden herkes hayretteydi. Dayanamayıp sordular:
_ Ey devletli! Bu ne acayip bir iş, niyet ne idi, ne oldu?
Yavuz Selim Han tatlı tatlı gülümsedi:
_ Behey ademler! Bir adamın ki elini Hakk tutar, ona padişah gücü yeter mi? Bir adam ki sadece Hakk'tan korkar, padişah ona ne etsin?
SOMUNCU BABA HAZRETLERİ
Somuncu Baba adı ile anılan tasavvuf büyüğü Şeyh Ebû HâmÎdeddin-i AksarayÎ, Bursa'da ekmekçilik yapmıştı. Çevresinde çok sevilen ve sayılan bir kişi olan Somuncu Baba yaptığı ekmekleri satarak geçimini sağlıyordu. 1358 yılında Bursa'ya geldiği ve topraktan iki fırın kurarak ekmek yaptığı söylenir. Yaptığı ekmekleri alan bir daha almak istiyordu. Çünkü, bu lezzet başka hiçbir ekmekte yoktu.
Somuncu Baba somunlarını yaparken kardığı hamuru Allah, Allah zikri ile pişiriyordu. Bütün Bursa halkı bu tadı başka hiçbir ekmekte bulamıyorlardı. Ne yazık ki, iki küçük fırında ancak 90 ekmek, oda zorlukla çıkıyordu. Bir merkebi vardı, Bursa sokaklarında sabah, akşam onunla ekmek satıyordu. Günde iki kez Bursa sokakları onun saçı sakalı ağarmış ve nurlu yüzü ile şenleniyordu. Ekmek ihtiyacı olmayan bile onun o kulağa hoş gelen sesini ve nurlu yüzünü görmek için sokağa fırlıyordu.
-Somunlar, MÜ'MİNLER!
Evet, Somuncu Baba Bursa sokaklarında mü'minlere ekmek satıyor, ekmeklerin mis gibi kokusu her yanı sarıyordu.
Bu ara Emir Sultan Hazretleri de Bursa'da idi ve çömlekçilik yapmakta idi. Emir Sultan Hazretlerini babası şu sözlerle büyütmüştü.
- Ey Oğlum! Resûl'ü babandan ve annenden daha fazla sevmelisin. Soyunla öğünmelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı. İlim öğrenmekte asla üşenmemelisin. Selam vermeden hiçbir topluluğa girmemelisin.!
Emir Sultan'ın yaptığı çömlekleri de dervişler Bursa çarşılarında satarlardı. O çömlekle yapılan yemeklerin lezzeti başka bir kapta bulunmazdı.
Bu iki ulu kişinin bu âlemde tanışması şöyle rivayet edilir:
Somuncu Baba bir gün fırınlarının yanında duruyor ve ekmeklerin pişmesini bekliyordu. Başında yeşil bir sarık, sırtında nohudi renkte bir elbise olan genç bir adam geldi.elinde bir çömlek vardı,üstünde de bir kapak.
- Selâmün aleyküm babam diyerek Somuncu Baba'nın yanına sokukldu.
- Aleykümselâm, diyen Somuncu Baba,bu genç ziyaretçiyi şefkatli bakışlarla süzdü hiç konuşmadan tanıştılar.
Somuncu Baba sordu:
-Çömlekte aş var herhalde .
Emir Sultan:
-Evet baba'm, diye cevap verdi.
Çömleği Emir Sultan'nın elinden alan Somuncu Baba:
-Koyayım fırına, o da ekmeklerle pişsin, dedi.
Fırının Kapağını açtı. Kürekle çömleği içeri sürecekti. Hayretle çömleğin fırına girmediği gördü. Bir, iki deneme, ama nafile. Çömlek fırından içeri girmiyordu. Döndü, sımsıcak bakışlarla Emir Sultan'ı süzdü. "Anladım" diye mırıldandı.
-Bunu ancak sen koyabilirsin fırına.Buyur kendin sür.
Emir Sultan saygı ile küreği aldı, fırına sürdü. Ama fırın buz gibiydi. Ateş yoktu. Hayret etme sırası Emir Sultan'daydı. Somuncu Baba rahatlatan bir gülümseme ile baktı Emir Sultan'a. Yumuşacık bir sesle:
-Birazdan pişer, dedi.
Mana aleminde zaten tanışıyorlardı. Zahirde de bu olay tanışmalarına vesile oldu.
Somuncu Baba hem somunlarını satıyor, hem de öğrencilerine ders vermeye devam ediyordu. İlm-i ledun sahibi Somuncu Baba Bursa halkını İRŞAD ediyordu.
Yıldırım Beyazıd zamanında Bursa'daki ünlü Ulu Caminin açılışı yapılacaktı. Emir Sultan, Yıldırım Beyazıd'ın kızı Hindu Sultanla evlenmiş, onun damadı olmuştu. Ulu Caminin açılış konuşması için Yıldırım Beyazıd damadı Emir Sultanı görevlendirdi.
-Ulu Caminin açılışını sen yap, dedi. Yıldırım Bayezid Han bu ricada bulunurken biliyor du ki karşısında Rabbinin sevdiklerinden, dostlarından bir zat vardı. Bu da Yıldırım Bayezid Han'ın gözünde Emir sultanı damat olmasından çok daha öte mertebelere taşıyordu.
Emir Sultan Besmele ile konuşmasına başlamak için hazırlanırken, durdu ve Allahu Teala'dan aldığı bir işaretle
"Devrin Gavs-ı Azamı buradayken konuşma yapma yetkisi bizim değildir"diyerek, cemaatin içinde bir başka Allah dostunun daha olduğunu onlara bildirdi. İşte şimdi Yıldırım Han'ın gözleri bir başka ışıkla parlıyordu. Allah'ın o devirde yaşayan en yüksek mertebeye sahip evliyalarından biri oradaydı. Yıldırım Han, Allah dostlarına karşı olan sevgiyi ve saygıyı atalarından öğrenmişti. Biliyordu ki koskoca bir imparatorluğun temelleri evliyalarla birlikte atılmış, onlarla şekillenmişti. O mübareklerin duasıyla çıkıyordu her seferine, Allah için, Allah yolunda savaşıyordu. Damadının cemaate bildirdiği zat emin adımlarla ve büyük bir mütevazilikle minbere doğru ilerliyordu.
İnsanlar ancak o an Somuncu Babanın Allah'ın ne büyük bir evliyası olduğunu öğrenebilmişlerdi.
Somuncu Baba meraklı bakışlar arasında minbere çıktı ve cemaate, Allah'ın katında sahip oldukları ilimlere göre üç ayrı konuşma yaptı. Konu takvaydı,ön takva, ekber takva, bihakkın takvayı anlatıyor.
Ön takvayı avam da anladı, havas da anladı, hass-ül havas da anladı, dedi.
. Ekber takvayı havas da anladı, hass-ül havas da anladı, dedi. Sıra bihakkın takvaya gelince, bunu sadece hass-ül havas anladı, dedi.
Somuncu Baba konuşmasını bitirince minberden iniyor. Avamdan, havastan, hass-ül havastan birer kişi Somuncu Babayı o akşam yemeğe davet ediyorlar. Ayrı ayrı yerlerde... Somuncu Baba hepsinin davetini kabul ediyor.
Ertesi gün hass-ül havas diyor ki:
-Dün gece Somuncu Baba bizdeydi, çok güzel sohbet yaptı.
Havas diyor ki:
-Nasıl olur, Somuncu Baba bizdeydi, sohbeti esas bize yaptı.
Avam:
-İkiniz de yanılıyorsunuz, Somuncu Baba bizdeydi, diyor.
Günlerden cuma... Cuma ezanı okunurken Ulu Camiye Somuncu Baba üç kapıdan aynı anda giriyor. ruhları. O günden sonra da Somuncu Babayı gören olmamış.
Yolu belirlenmişti, Hakk'tan yana yol tutmuştu. Hakk'ı dileyenleri Hakk'a kavuşturmak ve Osmanlıyı Nizamul Alem Osmanlı yapanları yetiştirmek üzere yollara revan oldu.
DERYA ALİ BABA HAZRETLERİ
Fetih ordusunun sakası…Kerametlerini o demde göstermiş namsız ve nişansız bir veli…
Sene 1453…Fetih ordusu İstanbul surlarına kadar dayanmış ve İstanbul'un düğüm düğüm olmuş çözülmek bilmez kaderi açılmak üzere…
Genç hükümdar kır atının üstünde heybet ve celâlletle haykırıyor, nur serpen ordu dalga dalga oradan oraya akıyor…Şehir neredeyse düştü düşecek…Köhne Bizans'ın bir solukluk işi kalmış. Askerin sevinci yüzlerde benek benek gezinip dururken, evet, bütün bu saadet gönüllerden taşarken hiç beklenmedik bir şey oldu.. Bütün bu sevinci gölgeleyen ve yüreklere zehirli hançerler gibi oturan bir haber dalga dalga yayıldı:
-Fetih ordusu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, kuyular boş, musluklar kuru, çeşmeler sessiz!.
Kötü haber bir anda korkunç bir süratle her tarafı sardı ve nihayet Fatih Sultan'ın kulağına kadar geldi.
-Ordu susuzluktan kırılacak!..
Genç hükümdarın yüzünde celal şimşeği yanıp söndü ve
-Tiz varıp saka başını bana getiriniz!. Diye haykırdı.
Nefes nefese bir koşuşmadır başladı.. Az sonra sırtında kırbası, hafiften beli bükülmüş, fakat yüzünde nurlar harelenen Ali Efendi genç padişahın huzuruna getirildi…
Fetih ordusunun başbuğu telaşlı ve üzüntülüydü. Aksine Ali Efendi tebessümler yağdırarak genç hükümdarın güzel yüzüne nazar ediyordu. Artık bu kadarı da fazla idi.Fatih'in sabrı , kararı, iradesi elden gitmek üzereydi.
- Ey sakabaşı olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun! Ordu susuz kalmış, asker susuzluktan kırılmak üzere. Neden tedbir almazsın da bizi müşkül duruma düşürürsün, söyle neden?
Sakabaşı Ali Efendi sanki Hızır'ın kutlu çeşmesine malik gibi bir tavırın içindeydi. Hiçbir şey olmamış gibi sakin ve güleçti:
-Devletlü Padişahım, merak buyurmayınız, su çok!
Fatih büsbütün öfkelendi:
-Alay mı edersin sakabaşı?
-Haşa sultanım!..
-Benim askerim susuzluktan kıvranıyor, bu ne biçim söz ki sen işin dalgasındasın!
- İş bildiğiniz gibi değil devletlüm!.
-Ben su istiyorum bre!.Sen hala konuşuyorsun
Ali Efendi birden arkasını döndü ve sırtındaki kırbayı Padişaha göstererek tane tane konuştu:
-Ben yalan söylemem sultanım!..Bakın istediğiniz kadar su…Bunun ile kaç orduyu sularım ben. Yeterki siz su isteyin!..
Genç hükümdar yerinden bir ok gibi fırladı. Fena halde öfkelenmişti. Elini su kırbasına takıp içine bir nazar etti…
O da ne?
Gözleri yuvalarının içinde fır fır dönüyordu. Çünkü gördüğü manzara akılları oynatacak derecede dehşetti. Kırbada sanki okyanus kaynıyordu. Bir değil, belki yüzlerce orduya yetecek su vardı..Belki gözlerim aldanmıştır diye düşündü…Tekrar tekrar baktı…
Ali Babanın kırbası denizler misali çağlıyordu…
Bu defa paşalara, vezirlere seslendi:
- Tiz koşun ve siz de bakın!..
Paşalar ve vezirler tarifi imkansız bir merakla Ali Efendi'nin başına düştü. Kırbaya göz atan içeride deryaların kaynadığını görüyordu…
Fatih Sultan'ın sesi yine gök gibi gümbürdedi
- Bre nedir bu yaptığın?
Ali Efendi neler olduğunu tek tek anlatmaya başladı.:
- Ey alem Padişahı!.. Su işte burada. Fakat ben askere suyu doyumluk vermiyorum. Çünkü onlar cenk meydanında vuruşuyor ve terliyor. Diledikleri kadar su versem belki hasta olurlar ve zaferimiz tehlikeye girer..
Yüzünde hiç öfke eseri görülmeyen Ali Efendi, sözünü bitirir bitirmez sırtındaki kırbayı olanca kuvvetiyle yere vurdu. Herkez gözlerini hayret ve dehşetle açmış ona bakıyordu. Kırbanın düşüp parçalandığı yerde az sonra bir su, hem de coşkun bir su…
Sanki toprak ağlıyor da gözyaşlarını fetih ordusunun ayaklarına sepiyordu…
O dem oracıkta bir su pınar pınar çağlamaya başladı. Fatih Sultan Muhammed Han, sakabaşı Ali Efendi'nin kerametler sahibi mübarek bir zat olduğunu anladı ve ona:
- Ne murad edersin ey derya Ali? Iste ki verelim!..
Derya Ali'nin bu dünya ile nesi olabilirdi ki…O tamamiyle gönlünü yüce Rabbine bağlamış, Hakkın zikriyle ömür nefeslerinin incilerini pırıldatmıştı. Bir başka sevdanın, bir başka aşkın deryasında gark olmuştu.
O fetih ordusunda çarpışan nice Allah dostu vardı ki adı, sanı bilinmez ama onlar Allah yolunda Allah için kurmuş oldukları bu devletin her döneminde onu yükseltmek için çabalamışlar, ömür nefeslerini bu uğurda tüketmişlerdi.
ŞEYH VEFA HAZRETLERİ
Fatih Sultan Mehmed Han, cihanlar dolu aşkın sahibiydi. Allah'ın veli kullarına karşı içinde muhabbet ırmakları çağlıyordu.. Hele mürşidi Akşemseddin'e bağlılığı dillerle anlatılacak gibi değildi..
Ama gün geldi, Akşemseddin, İstanbul'u ve İstanbul'un Fatihini terk etti. Görevi devam ediyordu,Hakkı dileyenleri Hakka ulaştırmak amacıyla Allahu Teala'dan almış olduğu görevi yerine getirmek üzere Göynük'e gitti ve orada kaldı.. Kaldı ama, Fatih de onun hasretine dayanamıyordu.
O cihanlar aydınlatan yüce pir gitmiş, İstanbul kendisine dar gelmeye başlamıştı. Sıkılan gönlünü kim feyiz ırmaklarıyla dolduracaktı? Yalnızlığın ızdırabını nasıl çekecekti?..
Genç ve dirayetli hükümdar günlerce düşündü Koskoca bir imparatorluk Allah dostlarından uzak nasıl idare edilebilirdi. Onlar olmasa bu devlet nasıl ayakta kalabilirdi. Fatih Sultan Akşemsettinin ellerinde şekillenmişti. Allah'ın ilmini ondan almaya başlamıştı, feyz ırmaklarını gönlüne ilk kez o çağlatmıştı.Hep mürşidinin izinde onun dedikleri doğrultusunda hareket etmeyi düsturu haline getirmişti. Şimdi bu kalp o nurlardan mahsun kalamazdı.
.. Düşündü de bir çare buldu aklınca.. Aklına Şeyh Vefa geldi.. Niçin olmasındı? Onu çağırır, ondan nice gayb incileri elde ederdi.. Derhal bir yakınını Pir efendinin evine gönderdi:
-Tez varıp Vefa Hazretlerine selamlarımı söyle.. Kendilerini sarayımızda görmekten saadet duyacağız!..
Padişahın adamı sokaklarda rüzgar rüzgar uçarak Vefa Pirin evine vardı. Ve kapının halkasını tutup çaldı:
İçeriden bir velinin yumuşak sesi aksetti:
-Kim o?
Dışarıdaki aceleyle cevap verdi:
-Padişahın adamıyım, pir efendiyle görüşmek ve onu saraya götürmek için geldim!..
Veli:
-Bir dakika, dedi; Pir efendiye sorayım. Sizi kabul buyurursa ancak o zaman kapıyı açarım!.
Ve koştu yüce pirin huzuruna, anlattı.. Pir düşünceliydi:
-Koş dedi; benim namıma o adamdan özür dile. Bu davete icabet etmeyeceğim!..
Veli kapıya varıp pirin sözlerini bir bir anlattı.Padişahın adamı şaşkın, bir türlü aklı bu işi kavramıyordu.. Padişah davet etsin de gitme.. Hiç olur muydu?
Burnundan soluya soluya sarayın yolunu tuttu. Gelip olanları tane tane anlattı.. Fatih'i kızacak, köpürecek, öfkelenecek sanıyordu. Ne var ki, koca sultan gülüyordu.. Büyüklük, ince gönüllülük, Hak anlayışı işte buydu.. Koca devletin koca reisi, zaferler kazanmış orduların başbuğu, ışıklar dolu gözlerini ufuklara dikip:
-O gelmezse, dedi; biz onun ayağına gideriz!..
Artık sıra kendisindeydi. O arif kişiydi, kalkar gider, evinin eşiğinde boyun bükerdi.. Nitekim öyle de yaptı. Istanbul'un eğri büğrü sokaklarına koyuldu. Herhangi bir insan gibi tozlu yollarda gidiyordu. Yolu onu evinin kapısına kadar götürdü. Demir kapı yine kapalı idi.. Bahçede ne bir kul, ne bir can, ne bir nefes. Hiç kimsecikler yoktu.. Yüce Fatih bunun ne demek olduğunu anlamıştı.. Güzel yüzünde ızdırap çizgileri gezindi. Yaralı gönlüne bir hançer daha saplanmıştı.. Halbuki o yaralı ceylanlarla dönmüştü. Dinlenecek, derdini dökecek bir makam, sığınacak bir gönül arıyordu… Ne ki, güzellerin cefası da çok olurdu. Bu yola baş koyan her cefaya katlanmalıydı.
Koca sultan nermin ellerini demir kapının parmaklarına takıp mırıldandı:
-Ey Vefa, sende hiç vefa kokusu yok mu?
Pir Vefa ise, indirilmiş hücre penceresinden manzaraya bakıyordu. Gözlerinde iki damla yaş vardı. O da pek mahzun olmuştu:
Çağ açıp çağ kapayan hünkar boynunu büküp evden uzaklaştı. Fakat içindeki arzu ateşi büsbütün alevlenmişti.. Bu alevler dolu dünyada yaşamak ne kadar da zordu..
O günlerden birinde erenlerden biri dayanamadı:
-Ey yüzü Ülker yıldızına benzeyen pirim, dedi; madem ki hünkarı görmek istemezsin, neden gelişinden rengin sararır, mahzun olur, gözyaşını tutamazsın
Pir Vefa, aya benzeyen yüzünü ona tutup dedi ki:
-Ah, çocuğum ah! Bilmezsin benimde onu görme arzum o derece fazladır. Lalkin Rabbimizin takdiridir ki bu onun imtihanıdır ve geçici bir müddettir . Allahu Teala'nın bundan muhakkak ki bir muradı vardır. Elbette koskoca imparatorluğu tek başına idare edemiyecektir. Allah ona onun dilinden öğretecek birini, zamanı gelince mutlaka gönderecektir, lakin şimdi bu yangındır, bu hasret onun imtihanı…
HAZRETİ HALİD BİN ZEYD
(EYÜP SULTAN HAZRETLERİ)
O ki, İstanbul'un medâr-ı iftiharı, Nebîler Nebîsinin mihmendârı...
O ki; Sahâbîler sarayının meşhur sultanlarından ve Peygamberler Peygamberinin bağrı yanık sevdalılarından biri...
Medine'de dünyaya gelen Hazret-i Halid Bin Zeyd, Allah Resûlü'nden duyduğu bir söz üzerine İstanbul surlarına kadar gelmiş ve beka âlemine orada göçmüştür.
Varlığın sebebi olan Cenâb-ı Peygamber (S.A.V) kâinatın merkezine îmân bayrağını dikmiş, insanları Rabbin birliğine davete başlamıştı...
13 sene Mekke müşrikleriyle pençeleşen Allah'ın Resûlü, nihayet Yüce Hakk'ın emriyle Medine yollarına düştü. Kâinatın Efendisi Medine'ye girdikleri zaman gördüler ki; şehir cıvıl cıvıl kaynamakta ve insanlar saadetle taşmakta...
Güzel Medine'nin etrafı Evz ve Hazrec kabileleriyle çevriliydi. Her kabilenin reisi kendini yola atıyor, peygamber devesinin yularını tutup yalvarıyordu:
-Ey Allah'ın Resûlü! Ey kokusu güzel Peygamber! Bize buyurunuz! Size yabancı olmayan, saygıdeğer, düşmanlarınızı tepelemeye gücü yeten ailemize misafir olunuz! Bize şeref bahşediniz...
Mülkün Seyyidi olan Cenab-ı Peygamber kendilerini karşılayan bu vefakâr insanlara hitap ediyorlardı;
- Deveyi kendi hâline bırakınız. Çünkü o memurdur, emir olunduğu yere gider; ona yol veriniz!..
Nebîler Nebîsini taşıyan Kusvâ isimli deve yürüyor halkı da peşinden sürüklüyordu. Bütün gözler hayretle açılmış, herkes heyecandan boğulur gibi olmuştu. Nihayet deve; döndü dolaştı ve ensârın büyüklerinden Ebû Eyyûb Hazretleri'nin hanesi önünde çöküverdi.
Artık göklerin ötesindeki mânâyı getiren Allah'ın Resûlü orada kalacaklardı. Hazreti Halid (r.a) yaralı bir ceylan gibi koştu. Gözlerinin yaşı iplik iplik akıyordu. Sevinç ve saadet içinde sesini yükseltti:
- Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Resûlü! Buyurunuz, hanemize şeref veriniz!..
Hazret-i Halid, ensarın en ileri gelenlerindendi. Akabe biatında bulunmuş ve oracıkta Allah'ın Resûlü'nün mübarek elini tutarak ona biat etmiş ve İslâmiyet'e can atmıştı. Sadece kendi müslüman olmakla kalmamış, bütün kabilesini de İslâm dairesinin içine almıştı. İşte Cenab-ı Peygamber, şimdi kendi hanesindeydi. Âlemde böyle bir devlet kime nasip olurdu ki?..
Varlığın sebebi olan Hazret-i Peygamber ona dedi ki:
- Ey Eba Eyyûb! Sendeki emaneti bize ver:
Ebû Eyyûb hayeretle sordu:
- O emanet nedir, ey Allah'ın Resûlü?
- Bize ait bir mektup!..
Gerçekten de onda bir mektup vardı. Babadan evlâda intikal ede ede gelmiş, nihayet Ebû Eyyûb'un eline geçmişti. Bu mektup; Tüban Ebû Keris Es'ad isminde biri tarafından yediyüz sene evvel yazılmıştı. Kâinatın Efendisinin şan ve şerefini belirtiyor ve Ona îmân ediyor, şöyle diyordu:
- Ben, Hazret-i Ahmed'in Allah tarafından gönderileceğine kesin olarak kanâat getirdim! Ömrüm, onun ömrüne yetişseydi, muhakkak Ona yardımcı olurdum.
O günden sonra kâinatın Efendisi, yedi ay boyunca Hazret-i Halid'in evinde kaldılar. Ebû Eyyûb ve zevcesi; Hazret-i Peygamber'in bütün hizmetlerini aşk ve şevk içinde yapıyorlardı.
Gönlü eşsiz incilerle dolu yüce sahâbî, Nebîler Nebîsinin bütün gazalarına iştirak etmişti. Allah Resûlü'nün öteler âlemine geçişlerinden sonra da İslâm ordularında yer aldı ve durmadan kılıç salladı. Allah'ın Resûl'üne karşı o kadar candan bir muhabbet taşıyordu ki, bu aşkın kanatlarını saymaya sayılar kâfi gelmez...
Ve kâinatın Efendisinin şanlar şerefler dolu hayatı son bulmuş, cennetteki ebedî saraylarına gitmişlerdi. Onun gidişi Ebû Eyyûb'un yüreğine sanki mızrak gibi saplanmıştı. Gözleri bulut gibi yaş döküyor, gönlü alev alev yanıyordu. Fakat Peygamberler Peygamberi bu dünyadan ayrıldı diye Ebû Eyyûb'un görevi bitmiyor, asıl mukaddes vazife bundan sonra başlıyordu.
Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve Kevser havuzunun sahibi Yüce Peygamberden; "İstanbul fetholunacaktır! Onu fetheden emir ne güzel bir emir, onun askeri ne güzel bir askerdir!.." müjdesini duymamış mıydı?
O hâlde duracak zaman değildi. Son nefesine kadar bu ilâhi müjdenin gerçekleşmesi için gayret göstermeliydi. Ebû Eyyûb (r.a), gözlerini yeni ufuklara dikmişti. Peygamber Aleyhisselâm'dan sonra İslâm devletinin başına geçen halifeler devrinde de cihad ordularında yerini almıştı.
Hazreti Ebû Eyyûb-el Ensarî'nin gönlü, çırpınan bir alev gibiydi. Fetih güneşinin ışıklarını görmek istiyordu. Toprakların her zerresini bir ikbâl yıldızına çevirecek olan fetih, elbette gerçekleşecekti. Çünkü kâinatın hilkat sebebi Yüce Peygamberimiz buyurmuştu ki:
"Allah, Rum Konstantiniyye'sini (yani İstanbul'u) mü'minlere tesbih ve tekbirlerle açmadıkça, kıyâmet kopmaz!.."
Artık güzel İstanbul'un surlarına toslamanın zamanı gelmişti. Hicretin 52. senesi, İslâm ordusu harekete geçti. Denizleri kaynata kaynata yoluna devam eden İslâm ordusu, tâ İstanbul surlarına kadar gelip dayandı. Surların çevresinde müthiş bir cenk başlamıştı. Savaşın devam ettiği günlerde Hazret-i Halid'i amansız bir hastalık yakalamıştı. Artık ölüm yatağındaydı. Ordunun başkumandanı Yezid, derhal onun huzuruna koştu ve dedi:
- Bir arzun var mı Ey Eyyûb'ün babası?
Hazret-i Halid (r.a), kuruyan dudaklarını dili ile ıslatıp tane tane cevap verdi:
- Ben ölür ölmez; beni alıp tâ ilerilere, surların dibine varıncaya dek götürünüz ve oracıkta toprağa veriniz... Kabrimin üzerinde atlarınızla yürüyüp dümdüz yapınız.
- Ya Halid! Bunu ne maksatla yapmamızı istiyorsun?
- Maksadım odur ki; İstanbul'u fethe gelen İslâm orduları gayrete gelsin ve benim kabrimin, surların dibinde olduğunu bilsin. Bu onlara şevk ve cesaret verecektir...
Peygamber sancaktarı Hazret-i Halid (r.a), daha fazla konuşamadı... Îmân dudakları bir yay gibi gerildi, kelime-i tevhidi heceleyen sesi birden kesildi. Şanlı sahâbî, artık bekâ âlemine açılan kapıdan adımını atmıştı.
Zaman ırmağı durmadan akmıştı. Takvimler 1453'ü gösteriyordu. Hazret-i Halid (r.a) İstanbul surlarının dibinde yatalı 784 sene olmuştu. Türk-İslâm ordusunun başında bulunan genç hükümdar Fatih Sultan Mehmed, mürşidi Akşemseddin Hazretleri'nin işaretiyle, 28 Mayıs gecesi yaptıkları genel bir hücum sonunda Bizans'ın elinden İstanbul'u almıştı. Peygamberler Peygamberinin ilâhi müjdesi gerçekleşmiş, Fatih yıllardır özlemini çektiği zaferi elde etmişti.
Genç padişahın işi henüz bitmemişti. Sultan; sahâbînin surlar dibinde yattığını biliyordu. Fakat mübarek kabir neresiydi? Türk, İstanbul'u yapmaya oradan başlamalıydı... El uzatıp başvuracağı biri vardı. Hemen yüzü aydınlandı. Ak Şeyh'in çadırına koştu. Gönlü inciler dolu büyük velî, Fatih'in iki elmas kılıç gibi ışıldayan gözlerine hayran hayran baktı ve gülümsedi:
- Devletlim, yine neyiniz var?
Fatih Sultan, ışık dolu gözlerini yere eğdi ve dedi:
- Sevgili Pirim! Ebû Eyyûb-el Ensarî'nin kabrini bulmanı istiyorum!..
- Güç bir şey istiyorsunuz Sultanım!
-Allah'ın izniyle sizin çözemediğiniz bir düğüm olamaz!
-İnşaallah size karşı mahçup olmam!
-İnşaallah!
Yüce mürşidin gözlerinde ışıklar yanıp sönüyordu. Fezâlar kadar derin gözlerini bir noktaya dikmişti...
Dervişlerine emir buyurdu:
- Seccademi şu noktaya seriniz!
Emir aynen yerine getirildi. Ak Şeyh, derin bir vecd içinde namaza durdu. İki rekât namaz kılıp selâm verdi. Tekrar secdeye kapandı. Göz ırmağı yine akmaya başlamıştı. Hem hıçkırıyor hem de Yüce Allah'a yalvarıyordu. Bir süre sonra o has incinin başı yerden doğruldu. O derin gözleri, ağlamaktan kırmızı yakutlara dönmüştü. Fatih Sultan derhâl koştu, mürşidinin ellerine sarıldı. Ak Şeyh'in îmân dudakları kıpırdadı:
- Hünkârım! İlâhi hikmete bakınız ki; seccademizi Hazret-i Halid (r.a)'ın kabri üzerine sermişiz. Hemen bu noktayı kazsınlar!..
Talebelerden üç kişi ileriye fırladılar. İşaret edilen yere kazmayı vurdular. Kazma savuranlardan biri de Fatih Sultan'dı. Az zaman sonra toprağın bağrı deşildi. Kazmaların dişleri somadaki mermerden yapılma bir taşa değince madenî bir ses duyuldu. Alıp baktılar. Mermer üzerinde kûfi yazı ile:
"Hâzâ kabri Ebû Eyyûb-el Ensarî!" yazıyordu.
Fatih ve dervişlerinin tekbir sesleri birden ufukları tuttu. Hazır bulunanlar derhâl secdeye kapandılar. İşte böylece yüce sahâbînin kabri bulunmuş ve İstanbul'un fethi tamam olmuştu.
Cihan padişahının İstanbul'da temelini attığı ilk binalar, Eyüp Sultan türbesi ve camisi oldu...
Artık Eyüp Sultan'sız bir İstanbul düşünülemez...
ŞEYH EDEBÂLİ HAZRETLERİ
Şeyh Edebâli, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimidir. Osman Gazi'nin kayınpederi ve hocasıdır.
Karaman'da ilk eğitimini alan Şeyh Edebâli, eğitimini ilerletmek amacıyla Şam'a gitti. Şam'da hâdis-i şerif, tefsir ve fıkıh ilimlerinin eğitimini aldı. Ancak her Allah dostunun geçtiği yollardan, o da geçti ve aldığı ilim ona yetmedi. Mevlâna Celâleddin-i Rûmi'ye tâbî oldu; gerçek İslâm'ı öğrendi. Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan 28 basamağı geçerek, kendisi de mürşid oldu.
Bu sırada Selçuklu Devleti, çöküntüye doğru gidiyordu. Moğollardan kaçan Oğuz Boyları, Anadolu'ya büyük gruplar halinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu Boylardan biri de Kayı Boyu idi. Kayı Boyu'nun başında, Ertuğrul Bey bulunuyordu. Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Bey'in velilere olan saygı, hürmet ve ilgileri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu.
Ertuğrul Gazi, bir gece gittiği Kur'ân-ı Kerim sohbetinde, o güne kadar işitmediği şeyleri dinledi. Dünyada bulunmasının bir sebebi olduğunu, ilk defa düşünüyordu. Rabbine sarılmayı, Rabbine sığınmayı, biricik Allah'ına ulaşmayı diledi. O gece uyumak için girdiği odada, sabaha kadar Kur'ân-ı Kerim'in huzurunda, hürmet ve tazimle ayakta durdu. Fakat sabaha karşı dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyasında kendisine: "Sen Benim kelâmıma hürmet ve tazimde bulundun. Ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar daim olacak bir ulu devlet ihsan eyledim." dendi.
Ertuğrul Gazi, bunun üzerine yanına oğlu Osman Bey'i de alarak Konya'ya, Mevlâna'ya giderek ona tâbî oldu. Mevlâna, küçük Osman'ın başını okşayarak: "Biz, kendimize bir oğul bulduk." dedi ve hayır dualar etti.
Şeyh Edebâli, Eskişehir yakınlarında halkı irşad ediyor, insanlara sulh ve sukûn dağıtıyordu.
Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Bey, Şeyh Edebâli'nin derslerine devam ediyorlardı. Osman Bey bir gece bir rüyasında, Şeyh Edebâli Hazretleri'nin koltuk altından çıkan bir nurun gelip göğsüne indiğini; o nurun girmesiyle, karnından bir ağaç peydah olduğunu gördü. Rüyasında ağaç birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifade etmeye başladığı sırada Osman Bey uyandı.
Rüyasını Şeyh Edebâli Hazretleri'ne anlattığında, yüce şeyh şöyle buyurdu:
"Oğul! Sen; Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra 'bey' olacaksın. Kızım Mal Hatun'la evleneceksin; benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice padişahlar gelecek. Onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahû Tealâ nice insanın, huzur ve saadete kavuşmasına, TESLİME ULAŞMASINA, senin neslini vesile edecek."
Şeyh Edebâli Hazretleri, Osmanlı Devleti'nin temellerine duasını da kattı. Anadolu'ya dervişlerini yolladı. Kardeşlik ile aşkla, îmânla, tevhidi; Osmanlı çatısı altında oluşturabilmek için çalıştı.
AKŞEMSETTİN HAZRETLERİ
" Konstantiniye bir gün mutlaka feth olunacaktır. Onu feth eden asker ne büyük bir asker, onu fetheden kumandan ne büyük bir kumandandır. " buyurmuştu güzeller güzeli Peygamber Efendimiz (S.Aleyna Ve Aleykum Selam)
14 Asır önce müjdelenmişti İstanbul'un fethi, kıymetlilerin en kıymetlisi tarafından. Alemde kaç kişiye nasip olurdu, Allah'ın sevgilisinin övgüsüne mazhar olmak ? Allah aşkı için, Resulu Ekrem sevdası uğruna ; gözü, gönlü Allah'a dönük nice Hakk dostu, nice Hakk sevdalısı dayanmıştı surların kapısına.
Ama bir Osmanlı vardı ki Onu kuranlar hamurunu imanla yoğurmuş, aşkla işlemişti. Osmanlı sultanlarının herbiri bu şerefe mazhar olmak için dayanmıştı Bizans'ın kapısına...
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri II. Murat'a şöyle söylüyordu.
--- Sultanım, fetih şu bizim köseyle, sizin Mehmed'e nasip olur, ben dahi o günü göremem!...
Üstâdının bu sözlerini duyan Akşemseddin büsbütün vahdet deryasına atıldı. Çünkü kendisini büyük bir vazife bekliyordu. İstikbâlin Fâtih'i onun elinde şekillenecekti...
Nitekim öyle de oldu. Zaman ırmağı sonsuza doğru aktı, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı ve Sultan Murad Han oğlu Muhammed Osmanlı tahtına çıktı... Hiç vakit kaybetmeden bütün âlimleri Edirne'ye dâvet etti ve onlardan sordu. Herkes fikrini söyledi. Sıra Ak Şeyh'e gelince şöyle dedi:
--- Allah Resûlü'nün iltifat-ı seniyyesi size vâki olmuştur! Gayret sizden, yardım yüce Allah'tan... Hiç tereddüt etmeden küffâr üzerine yürüyünüz!...
Her zaman keskin bir bıçak gibi parlayan zekânın sahibi İkinci Sultan Muhammed Han, ordusuna dikkat emrini verdi ve fetih ordusu nurdan bir ırmak gibi Konstantiniyye üzerine aktı...
1453 Nisan'ının beşinci Perşembe günü, güneş ak tepeli dağlar ardında gülümserken, İstanbul surları önüne geldiler... Hünkâr, o gün öğle namazını binlerce cengâverin arasında kıldı ve namazı müteakip kuşatmanın başladığı ilân edildi...
Fetih ordusunda kimler yoktu ki... Velîler, âlimler, cengâverler, sırtı yere gelmemiş pehlivanlar, bülbül sesli hâfızlar... Ulubatlı Hasan gibi ay yüzlü delikanlılar ve Zühre gibi parlak vezirler...
Ve cenk bütün şiddetiyle başladı... Bir gün, iki gün, üç gün derken, günler zincir gibi uzayıp duruyordu.
İşler böyle sıkışınca ümit yıldızı da ufukları terk etti ve konuşanlar oldu:
--- Bir şeyhin sözüyle asâkir-i İslâm'ı burada helâk edeceğiz!...
Bu sözler genç hünkârın kulaklarına çarptı. Derhal paşasını şeyhin huzuruna gönderip sordurdu:
--- Fetih ne zaman?
Cevap hiç de iç açıcı değildi... O kat'i bir cevap istiyordu, istiyordu ama alamıyordu...
Yine günler süren cenk ve yine müyesser olmayan fetih... Artık sabır taşı da parçalanmıştı... Aslında sabır güzel bir şeydi de, bu an herkes kendisini bir sevdânın alevine kaptırmıştı. Âşık ise sabır bilmezdi... Fatih haykırdı:
--- Ya ben bu şehri alırım, ya Bizans beni alır!
Ve paşalardan birini yine Ak Şeyh'e gönderdi:
--- Hazret, ta'yîn-i vakt eylesün!... Fetih ne zaman vâki olacaktır?
Paşa koşar adım Ak Şeyh'in çadırına gitti... O da ne? İçeriden hıçkırık sesleri geliyordu... Ak Şeyh, mübârek alnını yerlere koymuş ağlıyordu. Seccadesi gözyaşı incileriyle ıslanmıştı... Feryâd ü figânı Arş'a merdiven dayamıştı ve o demde kendisine kesin işaret vâki oldu, hemen hünkâra haber uçurdu:
--- Mayısın 28. gecesi şafağında genel hücum yapılırsa Allah'ın yardımıyla fetih müyesser olacaktır!...
Bu haberi alan genç hünkârın yüzünde görülmemiş bir ışık pırıldadı ve bütün hazırlıklar yapılıp surlara doğru akın başladı... Genç hünkâr atının üstünde ve dimdik, gözleri ufukları kucaklayacak gibi keskin bakıyor... Birden Ak Şeyh'in olmadığını fark etti... Onu bulmalıydı, ondan mânevî destek almalıydı...
Etrafına ateşli nazarla baktı... Hayır!... Şeyh yoktu... Çadırında olsa gerekti. Atını şeyhin çadırına sürdü. Kapıdan içeri bakmak istedi. Nöbetçi haykırdı:
--- Dur Sultanım! Şeyhin kesin emri vardır!...
Fatih, nöbetçiyi dinlemedi ve başını uzatıp içeriye bir göz attı. Ak Şeyh başını secdeye koymuştu. Dili de hep inciler saçıyordu:
--- Yâ Rabbî, diyordu; bir bölük mücâhidi yerindirme, küffârı sevindirme, asâkir-i İslâm'ı mansur ve muzaffer eyle!...
Bu hâli gören Fâtih yepyeni bir ümitle doldu ve atını şaha kaldırıp yıldırım gibi cenk sahnesine düştü... Bir taraftan da nâra atıyordu:
--- Haydi arslanlarım; Allah için can verecek gündür!... Koman yiğitlerim... Vurun hâ vurun!...
Kulağının dibinde bir ses çınladı:
--- Yetiştim padişahım!...
Bu Ulubatlı Hasan'dı... Surlara doğru ilerliyordu... Hünkâr, bu genç adama bir nazar attı, dudakları tebessümlerle doldu ve dedi:
--- Allah seni nazardan saklasın!...
Ulubatlı şehid olmak için kalelerin burcuna tırmanıyordu... Bir anda sanki kıyâmet kopmuştu... Okların çekirge bulutu göklerde yüzüyordu. Binlerce, yüzlerce ok yağıyor, yağıyordu... Ne var ki, göğsü îman dolu cengâverler bir nefes olsun durmadan ileriye hamle yapıyorlardı... Bütün bu ateşten âlem sürüp giderken Ak Şeyh de yüzünü secdegâhın topraklarına sürüyor ve inliyordu:
--- İlâhî! Nûrun şerefine, Habîbin hürmetine bize zafer nasip et! Bir bölük mücâhidi mahzun etme!...
Secdeden başını kaldırdığında yüzünde elmaslar oynaşıyordu. Artık vakit tamamdı. İstanbul fethi gerçekleşiyordu... Gözyaşları şimdi de sevinçten akıyordu...
Tekbir sesleri, ezan ve Kur'ân nağmeleri surlarda bulutların kanadına konup semâ semâ yükselirken beklenen an geldi ve İstanbul kapıları ebedî olarak Müslümanlara açıldı... Fetih, Akşemseddin Hazretlerinin dediği demde olmuştu... Hünkâr, saâdetinden uçacak gibiydi... Mübârek yüzünden nurlar akıyordu... Beyaz atı üstünde ilerliyordu... Hemen yanı başında yüce mürşidi bulunuyordu.
Muzaffer orduyu selâmlayan mağlûplar, Akşemseddin'i hünkâr sanarak ona doğru koştular ve ellerindeki çiçekleri Ak Şeyh'e uzattılar:
--- Buyurunuz, ey âlem padişahı!...
Yüce şeyh, eliyle hünkârı işaret ederek:
--- Sultan Muhammed Han odur, ona gidiniz!...
O zaman, genç ve muzaffer kumandan güneş güneş gülümsedi ve dedi:
--- Gidiniz, yine ona gidiniz!... Evet, ben padişahım, ama o benim hocamdır!
Bir hoca, bir üstâd ve bir şeyh için bundan büyük saâdet hayâl edilebilir mi?...
AZİZ MAHMUT HÜDÂYİ HAZRETLERİ
BUZLARI KAYNATAN AŞK
Hüdâyi Hazretleri, tasavvuf denizine dalmış, vahdetin halis ırmaklarından gönül kovasını doldurmuştu. Mürşidi Üfdâde Hazretlerini Allah kapılarına ulaştıran bir güneş olarak görünüyor ve onun eteğine öyle sarılıyordu. Ona öyle candan hizmet ediyordu ki; sanki başını onun yolunda ayak yapmıştı.
Bursa'da derin ve şiddetli bir kış hüküm sürüyordu. Mevsim, kara kış denilen mevsimdi. Evlerin saçakları, buzların billur avizeleriyle dopdoluydu.
Hüdâyi, bir sabah gözlerini açtı ki; mürşidinin abdest vakti gelmiş, yüce mürşid halvetten çıkmış, o hâlâ abdest suyunu ısıtmaya vakit bulamamıştı. Ateş yakacak zaman da yoktu. Neredeyse mürşidi kendisine seslenecekti. Pürtelaş, bakır ibriği kaptı. Kaptı ama ibrik sanki buz kesmişti. Telaştan ne yapacağını şaşırmış bir halde, buz kesmiş ibriği kalbinin üstüne koydu ve sıkıca sarıldı, Rabbine sığındı. Üftâde Hazretleri, ağır ağır merdivenin basamaklarından iniyordu. Kucağında ibrikle Hüdâyi'yi gördü.
-Dök bakalım suyu evlâdım.
diye buyurdu.
Hüdâyi, mürşidinin eline soğuk suyu nasıl dökecekti? Lâkin emri yerine getirmek gerekti. Çekinerek ve utanarak üstadının mübarek eline su dökmeye koyuldu. Üftâde Hazretleri, her zamanki gibi abdestini alıyordu. Döktüğü suyun sanki kaynamış gibi soğuk havayla karşılaşınca, hafif bir duman çıkardığını gören Hüdâyi, şakınlık içerisinde bakarken üstadı:
-Aziz'im, bu su, odun ateşiyle ısınmış suya benzemiyor. Aşkının ateşi, elimizi yaktı.
-Ey Rabbim! Bu Hüdâyi, bana çok güzel hizmet ediyor, ona da padişahlar hizmet etsin!…diye dua etti....
......
16 yıl kadar sonra, Sultan Ahmed Han bir gece rüyasında; Avusturya Kralı ile güreşe tutuştu. Şiddetli bir boğuşmadan sonra, sırt üstü yere düştü. Kral, göğsünün üzerine çıkıp oturdu.
Bu rüyanın tesiriyle uyanan Sultan, derhal tabiri için bir Allah dostu aramaya koyuldu. İşte o dem, veziri kendisine Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri'nden bahsetti. Sultan, rüyasını kendi eliyle yazdı ve itimada şayan bir adamıyla, Üsküdar'daki dergâha gönderdi.
Hüdâyi Hazretleri ise Allahû Tealâ'nın bildirmesiyle rüyadan haberdardı. Önceden tabirini yapıp, aynı itinayla bir mektup şeklinde Sultan'a göndermek için hazırlamıştı. Padişahın adamı, kapıyı çalınca hiçbir sual etmeden:
- Al, sorularının cevabı burada.
dedi.
Sultan, mektubu defalarca okudu.
- En kuvvetli dayanak topraktır, insanın en kuvvetli uzvu da sırtıdır. Sırtınız toprakla birleşerek, güç üstüne güç kazanıyor. Bu ise, yüce İslâm'ın küffara galebesi demektir. İşte rüyanın içindeki gerçek ! Allah kılıcınızı keskin etsin...
Böylece Sultan, ezelde kendisi için tayin edilen mürşidiyle tanışmıştı ve ömür nefeslerinin incilerini, O'nun yanında, O'na karşı hürmetlerin en güzelini göstererek tüketiyordu.
Hüdâyi Hazretleri, elli yaşlarını geride bırakmışlardı. Bir gün, Osmanlı Hünkarı at üstünde, Üsküdar çarşısında geziniyordu. O an yol güneşi, gönüllere gaybî inciler saçan sultanı Hüdâyi Hazretleriyle karşılaştı, hemen atından indi ve hürmetlerin en güzeliyle mürşidine atına binmesini rica etti. Bir süre sonra, Hüdâyi Hazretleri at üstünde, Osmanlı İmparatorluğu'nun yüce hakanı ise yaya olarak yürüyorlardı. Bir müddet gittikten sonra:
- Ey devletlü Sultanım, yanımda yaya olarak yürümenizi asla istemem. Ne var ki, şeyhimin emri yerini bulsun diye bindim.
dedi ve böylece mürşidinin senelerce önce söylediği sözü vuku bulmuş oldu.
Mürşidine hürmetlerin en güzelini gösteren Osmanlı sultanları, Osmanlı'yı Nizam'ul Âlem yapanlardı. Onlar, koskoca bir imparatorluğu yönetirken, Allah'ın en sevgililerin yardımı doğrultusunda yönetmişlerdi ve işte koskoca bir imparatorluğun temellerini bu şekilde sağlamlaştırmışlardı.
OSMAN BEDRETTİN HAZRETLERİ
Erzurum, Rusların hücumuna uğramıştı. 8 kasım 1877'de vuku bulan bu savaş, tarihte 93 harbi adıyla bilinir. Aziziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silahlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdafaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihat için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp; balta, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı.
Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Camii şerifi minaresinden sabah ezanı okunmaya başladı. Bu ezanı Osman Bedrettin Hazretleri okuyordu. Ezan ihlas ve sadakatla öyle okunuyordu ki Erzurumun dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezanı tekrar ediyordu. Ezan sesi dalga dalga yayılıyor, ufukları aşıyordu. Bu ezan halka bambaşka bir şevk ve cesaret vermişti. Okuyanda bir başka hal vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesaretle Allah Allah nidalarıyla, Aziziye tabyalarını işgal etmiş olan moskofların üzerine hücum etti. Ilk hücumda moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu Miralay Bahri Bey, halkı gazaya teşvik için haykırıyor; "urun kardaşlarım, dadaşlarım urun" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Aziziye tabyalarını Ruslardan,boşalttılar.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getirerek Ezanı Muhammediyi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yaverlerine emretti. Etrafa dağılan yaverler ve çavuşlar ezanı okuyan zatı arayıp buldular. Bu zat, Erzurumun Abdurrahman Ağa mahallesinde Hoca Selman Sukuti Efendi'nin oğlu Hafız Osman Bedrettin idi. Bu husus Gazi Ahmet Muhtar Paşa'ya arz edilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt Ismail Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecenla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezanı okuyan zatı tanıdım. Erzurumlu Miralay Fahri Bey'in kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silah yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hal idi. Çok dikkatli seyrediyordum bu zatta manevi bir hal var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazaya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kadın şöyle diyordu: "hatice bacı, bak görüyormusun? Selman efendi'nin oğlu Hafız Osman Bedrettin Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor." Ben bu sözü duyunca bu sefer daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hadiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın veli bir zat olduğunu anladım ve kerametini gözlerimle gördüm."
Gazi Ahmet Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; " Bre Paşa kardaş niçün demezsinizki bu cenkte üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle beraberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsanıdır" dedi. Bunun üzerine Kurt Ismail Paşa şöyle ilave etti. "Şu anda o şehit düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Bey'in başındadır" Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen Hafız Osman Bedrettin Hazretleri 28.alayın 3. taburu imamlığına tayin edildi. Ve artık "İmam Efendi" diye tanındı.
İşte Allah dostları ve onların elinde yükselen, yücelen Osmanlı ordusu…
SÜMBÜL EFENDİ HAZRETLERİ
Sümbül Sinan ile cihangir padişah Yavuz Selim Han arasında geçen bir hadise vardır ki, efsane çapında güzel. Çirkinleri güzelleştiren, dikenleri güller haline getiren etrafta ıtırlar ve miskler saçan bu veli kullar Osmanlı'nın batmaz güneşleridir onlar…
Yıl 1512… Alem padişahı Yavuz Sultan Selim vezir vüzerasını, paşasını, kumandanını, alimini, ulemasını yanına alıp Bursa istikametinde yola revan oldu. Bursa'da aziz cedlerinin kabirlerini ziyaret edecekti. Yeşil Bursa'ya şanlar şereflerle girdi. O sırada Koca Mustafa Paşa, küçük vezir sıfatıyle hünkarın yanında bulunuyordu.
Türbeleri bir bir ziyarete başladılar. Ziyaret sırası talihsiz Cem Sultan'a gelmişti. Padişah sandukanın başında derin düşüncelere daldı.
Yüreğine sanki zehirli hançerler çakılıp kalmıştı. Amcası Cem'in çileli hayatı gözünün önünde billurlaştı. Basina neler gelmemisti ki, vatan topraklarını terk etmiş, kafirlerin azap diyarında son uykusuna dalmıştı.
Cem Sultan, güzel vatandan, aziz topraktan uzakta, gündüzü olmayan hicran gecelerinde ne acılarla kıvranıp zari zari ağlamıştı. Ne mısralar söylemiş, fakat kimsenin yüreğini yumuşatamamıştı. Nihayet ecel rüzgarı can kandilini söndürmüştü. Ama nasıl söndürüş?
Kuruyan dudaklarına bir damla su verecek kimsesi bile yoktu başında. Firkat şimşeğiyle yana yana vefasız dünyadan ayrılmıştı.
Yavuz Sultan, babasıyla amcasının aralarını bozanın küçük vezir olduğunu düşünüyordu ve O'na haddini bildirmek niyetindeydi.
Yavuz Selim Han'ın yüzünde damar damar gazap belirdi. İstanbul'a döner dönmez kükredi:
_Tiz küçük vezirin camisi yıkılsın. Böyle bir adamın camisi de, imareti de İstanbul'a gerekmez, yerle bir edilsinler.
Yavuz bu, kükreyişi gökleri titreten alem padişahı. Emrine kim karşı koyabilirdi ki….Lakin nedendi bu kadar öfke, başka birşey daha vardı içini yakan kavuran bir arayış, ama kime, nereye…
Kama, kürek, balta alanlar yola koyuldu. Padişahın emriyle Koca Mustafa Paşa Camii'ni yıkmaya gidiyorlardı. Gürül gürül avlu kapısından içeri doldular.
Sümbül Efendi hiçbir şeyden habersiz gibi toprak kazmakla meşguldü. Çapasını bir yana fırlatıp padişahın adamlarının yüzüne sakin sakin baktı ve,dedi,ki:
_ Hayrola ne istersiniz?
Sanki herkesin dili tutulmuştu. Şu sevimli Şeyhin hitabı ve bakışı gelenleri mecnuna döndürmüştü. Şeyhin mana dolu gözleri insanın ta ciğerine oklar yağdırıyordu. Mümkün müydü ona karşı durulsun? Padişahın adamları da karşı duramadılar ve izleri üzerine geri dönüp dediler ki:
_ Biz o camiye elimizi süremeyiz.
Bu söz, dalgalana dalgalana ta hünkarın huzuruına kadar vardı. Hem de cihanı titreten heybetli hünkarın. İsmi Yavuz'a çıkmış bir padişahın emri yerine getirilmesin. Bu hiç olacak şey mi ki? Ne var ki olanlar oldu, kimsecikler o dergaha kazma vurmaya cesaret edemedi.
Hünkarın yüzünde celal şimşekleri öyle bir çaktı ki, görenler ak çiçekli söğüt dalı gibi titrediler.
Hünkarın gür sesi kubbelerde çınladı:
_ Tiz atımı hazırlayınız, o yeri ben kendim yerle bir edeyim!..
Ve öfkeyle atına atladı, yanına alacakalrını aldı. Rüzgar rüzgar uçarak Sümbül Efendi'nin dergahına vardı. Nazlı Sümbül'ün inciler dolu gönlüne Hakk, ilham yağmurunu yağdırmıştır bile. Sümbül Efendi derhal hırkasını sırtına, tacını başına giydi. Birkaç dervişiyle cami avlusunda beklemeye koyuldu.
Şimşek şimşek gelen hünkar atının nal seslerini duyunca gözlerini kapadı. Yanık gönlünün diliyle:
_ Ya Allah, ya Fettah, ya Cebbar! Diye inledi.
Cihan padişahı Yavuz Selim Han, kapı önünde attan atladı, ok gibi ileriye fırladı. Yüzünde yine alevler oynaşıyordu. Küt küt yürüyerek birkaç adım atmıştı ki, hızı birdenbire kesiliverdi.
Onu, olduğu yerde çivi gibi çakan neydi ki?
Aşıklar ve dervişler niyaz duruşunda, başları yerdeydi. Dervişlerin ortasında ise dergahın şeyhi süt gibi beyaz sakalıyla ve arslan gibi dik başıyla Yavuz'a nazar ediyordu. Öyle bir nazar ki bu Allah'ın nazarıydı. Allah'ın gözlükleriyle bakıyordu Sümbül Sinan…
İnsanın ciğerinin zarına işleyen bu bakışlar, taşların bile sinesindeki cevheri meydana çıkarıyordu. Kaldı ki Yavuz'un kalbini delmesin. Yavuz Sultan Selim Han daha fazla dayanamadı, usul usul yürüyerek Sümbül Efendi'nin önüne kadar vardı:
_ Peki, dedi; yıkılmasın!.. Gelişimiz sizi ziyaret olsun!..
_ Ey devletlim dedi; padişahların ahdinin yerine getirilmesi gerekir. Hiç değilse ocakları yıksınlar, hünkar sözü vücut bulsun!..
Yavuz ne diyebilirdi ki:
_ Öyle olsun, ey yol güneşi dedi.
Aradığını bulmuştu artık, içini yakıp kavuran mürşidine kavuşma arzusuydu ve Onun bir tek nazarıyla sönmüştü gönlündeki yangın…
Sırtından kendisine pek yakışan beyaz samur kürkünü çıkardı, hürmetlerin en güzeliyle Sümbül Efendi'ye giydirdi.
_ Ey İsa nefesli Pir dedi. Bu kürk hoş bir hatıra olarak sizde kalsın.
Ve Sümbül Efendi'nin huzurundan ayrıldı. Yarenleriyle beraber saraya davet etti. Ne var ki olup bitenlerden herkes hayretteydi. Dayanamayıp sordular:
_ Ey devletli! Bu ne acayip bir iş, niyet ne idi, ne oldu?
Yavuz Selim Han tatlı tatlı gülümsedi:
_ Behey ademler! Bir adamın ki elini Hakk tutar, ona padişah gücü yeter mi? Bir adam ki sadece Hakk'tan korkar, padişah ona ne etsin?
SOMUNCU BABA HAZRETLERİ
Somuncu Baba adı ile anılan tasavvuf büyüğü Şeyh Ebû HâmÎdeddin-i AksarayÎ, Bursa'da ekmekçilik yapmıştı. Çevresinde çok sevilen ve sayılan bir kişi olan Somuncu Baba yaptığı ekmekleri satarak geçimini sağlıyordu. 1358 yılında Bursa'ya geldiği ve topraktan iki fırın kurarak ekmek yaptığı söylenir. Yaptığı ekmekleri alan bir daha almak istiyordu. Çünkü, bu lezzet başka hiçbir ekmekte yoktu.
Somuncu Baba somunlarını yaparken kardığı hamuru Allah, Allah zikri ile pişiriyordu. Bütün Bursa halkı bu tadı başka hiçbir ekmekte bulamıyorlardı. Ne yazık ki, iki küçük fırında ancak 90 ekmek, oda zorlukla çıkıyordu. Bir merkebi vardı, Bursa sokaklarında sabah, akşam onunla ekmek satıyordu. Günde iki kez Bursa sokakları onun saçı sakalı ağarmış ve nurlu yüzü ile şenleniyordu. Ekmek ihtiyacı olmayan bile onun o kulağa hoş gelen sesini ve nurlu yüzünü görmek için sokağa fırlıyordu.
-Somunlar, MÜ'MİNLER!
Evet, Somuncu Baba Bursa sokaklarında mü'minlere ekmek satıyor, ekmeklerin mis gibi kokusu her yanı sarıyordu.
Bu ara Emir Sultan Hazretleri de Bursa'da idi ve çömlekçilik yapmakta idi. Emir Sultan Hazretlerini babası şu sözlerle büyütmüştü.
- Ey Oğlum! Resûl'ü babandan ve annenden daha fazla sevmelisin. Soyunla öğünmelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı. İlim öğrenmekte asla üşenmemelisin. Selam vermeden hiçbir topluluğa girmemelisin.!
Emir Sultan'ın yaptığı çömlekleri de dervişler Bursa çarşılarında satarlardı. O çömlekle yapılan yemeklerin lezzeti başka bir kapta bulunmazdı.
Bu iki ulu kişinin bu âlemde tanışması şöyle rivayet edilir:
Somuncu Baba bir gün fırınlarının yanında duruyor ve ekmeklerin pişmesini bekliyordu. Başında yeşil bir sarık, sırtında nohudi renkte bir elbise olan genç bir adam geldi.elinde bir çömlek vardı,üstünde de bir kapak.
- Selâmün aleyküm babam diyerek Somuncu Baba'nın yanına sokukldu.
- Aleykümselâm, diyen Somuncu Baba,bu genç ziyaretçiyi şefkatli bakışlarla süzdü hiç konuşmadan tanıştılar.
Somuncu Baba sordu:
-Çömlekte aş var herhalde .
Emir Sultan:
-Evet baba'm, diye cevap verdi.
Çömleği Emir Sultan'nın elinden alan Somuncu Baba:
-Koyayım fırına, o da ekmeklerle pişsin, dedi.
Fırının Kapağını açtı. Kürekle çömleği içeri sürecekti. Hayretle çömleğin fırına girmediği gördü. Bir, iki deneme, ama nafile. Çömlek fırından içeri girmiyordu. Döndü, sımsıcak bakışlarla Emir Sultan'ı süzdü. "Anladım" diye mırıldandı.
-Bunu ancak sen koyabilirsin fırına.Buyur kendin sür.
Emir Sultan saygı ile küreği aldı, fırına sürdü. Ama fırın buz gibiydi. Ateş yoktu. Hayret etme sırası Emir Sultan'daydı. Somuncu Baba rahatlatan bir gülümseme ile baktı Emir Sultan'a. Yumuşacık bir sesle:
-Birazdan pişer, dedi.
Mana aleminde zaten tanışıyorlardı. Zahirde de bu olay tanışmalarına vesile oldu.
Somuncu Baba hem somunlarını satıyor, hem de öğrencilerine ders vermeye devam ediyordu. İlm-i ledun sahibi Somuncu Baba Bursa halkını İRŞAD ediyordu.
Yıldırım Beyazıd zamanında Bursa'daki ünlü Ulu Caminin açılışı yapılacaktı. Emir Sultan, Yıldırım Beyazıd'ın kızı Hindu Sultanla evlenmiş, onun damadı olmuştu. Ulu Caminin açılış konuşması için Yıldırım Beyazıd damadı Emir Sultanı görevlendirdi.
-Ulu Caminin açılışını sen yap, dedi. Yıldırım Bayezid Han bu ricada bulunurken biliyor du ki karşısında Rabbinin sevdiklerinden, dostlarından bir zat vardı. Bu da Yıldırım Bayezid Han'ın gözünde Emir sultanı damat olmasından çok daha öte mertebelere taşıyordu.
Emir Sultan Besmele ile konuşmasına başlamak için hazırlanırken, durdu ve Allahu Teala'dan aldığı bir işaretle
"Devrin Gavs-ı Azamı buradayken konuşma yapma yetkisi bizim değildir"diyerek, cemaatin içinde bir başka Allah dostunun daha olduğunu onlara bildirdi. İşte şimdi Yıldırım Han'ın gözleri bir başka ışıkla parlıyordu. Allah'ın o devirde yaşayan en yüksek mertebeye sahip evliyalarından biri oradaydı. Yıldırım Han, Allah dostlarına karşı olan sevgiyi ve saygıyı atalarından öğrenmişti. Biliyordu ki koskoca bir imparatorluğun temelleri evliyalarla birlikte atılmış, onlarla şekillenmişti. O mübareklerin duasıyla çıkıyordu her seferine, Allah için, Allah yolunda savaşıyordu. Damadının cemaate bildirdiği zat emin adımlarla ve büyük bir mütevazilikle minbere doğru ilerliyordu.
İnsanlar ancak o an Somuncu Babanın Allah'ın ne büyük bir evliyası olduğunu öğrenebilmişlerdi.
Somuncu Baba meraklı bakışlar arasında minbere çıktı ve cemaate, Allah'ın katında sahip oldukları ilimlere göre üç ayrı konuşma yaptı. Konu takvaydı,ön takva, ekber takva, bihakkın takvayı anlatıyor.
Ön takvayı avam da anladı, havas da anladı, hass-ül havas da anladı, dedi.
. Ekber takvayı havas da anladı, hass-ül havas da anladı, dedi. Sıra bihakkın takvaya gelince, bunu sadece hass-ül havas anladı, dedi.
Somuncu Baba konuşmasını bitirince minberden iniyor. Avamdan, havastan, hass-ül havastan birer kişi Somuncu Babayı o akşam yemeğe davet ediyorlar. Ayrı ayrı yerlerde... Somuncu Baba hepsinin davetini kabul ediyor.
Ertesi gün hass-ül havas diyor ki:
-Dün gece Somuncu Baba bizdeydi, çok güzel sohbet yaptı.
Havas diyor ki:
-Nasıl olur, Somuncu Baba bizdeydi, sohbeti esas bize yaptı.
Avam:
-İkiniz de yanılıyorsunuz, Somuncu Baba bizdeydi, diyor.
Günlerden cuma... Cuma ezanı okunurken Ulu Camiye Somuncu Baba üç kapıdan aynı anda giriyor. ruhları. O günden sonra da Somuncu Babayı gören olmamış.
Yolu belirlenmişti, Hakk'tan yana yol tutmuştu. Hakk'ı dileyenleri Hakk'a kavuşturmak ve Osmanlıyı Nizamul Alem Osmanlı yapanları yetiştirmek üzere yollara revan oldu.
DERYA ALİ BABA HAZRETLERİ
Fetih ordusunun sakası…Kerametlerini o demde göstermiş namsız ve nişansız bir veli…
Sene 1453…Fetih ordusu İstanbul surlarına kadar dayanmış ve İstanbul'un düğüm düğüm olmuş çözülmek bilmez kaderi açılmak üzere…
Genç hükümdar kır atının üstünde heybet ve celâlletle haykırıyor, nur serpen ordu dalga dalga oradan oraya akıyor…Şehir neredeyse düştü düşecek…Köhne Bizans'ın bir solukluk işi kalmış. Askerin sevinci yüzlerde benek benek gezinip dururken, evet, bütün bu saadet gönüllerden taşarken hiç beklenmedik bir şey oldu.. Bütün bu sevinci gölgeleyen ve yüreklere zehirli hançerler gibi oturan bir haber dalga dalga yayıldı:
-Fetih ordusu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, kuyular boş, musluklar kuru, çeşmeler sessiz!.
Kötü haber bir anda korkunç bir süratle her tarafı sardı ve nihayet Fatih Sultan'ın kulağına kadar geldi.
-Ordu susuzluktan kırılacak!..
Genç hükümdarın yüzünde celal şimşeği yanıp söndü ve
-Tiz varıp saka başını bana getiriniz!. Diye haykırdı.
Nefes nefese bir koşuşmadır başladı.. Az sonra sırtında kırbası, hafiften beli bükülmüş, fakat yüzünde nurlar harelenen Ali Efendi genç padişahın huzuruna getirildi…
Fetih ordusunun başbuğu telaşlı ve üzüntülüydü. Aksine Ali Efendi tebessümler yağdırarak genç hükümdarın güzel yüzüne nazar ediyordu. Artık bu kadarı da fazla idi.Fatih'in sabrı , kararı, iradesi elden gitmek üzereydi.
- Ey sakabaşı olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun! Ordu susuz kalmış, asker susuzluktan kırılmak üzere. Neden tedbir almazsın da bizi müşkül duruma düşürürsün, söyle neden?
Sakabaşı Ali Efendi sanki Hızır'ın kutlu çeşmesine malik gibi bir tavırın içindeydi. Hiçbir şey olmamış gibi sakin ve güleçti:
-Devletlü Padişahım, merak buyurmayınız, su çok!
Fatih büsbütün öfkelendi:
-Alay mı edersin sakabaşı?
-Haşa sultanım!..
-Benim askerim susuzluktan kıvranıyor, bu ne biçim söz ki sen işin dalgasındasın!
- İş bildiğiniz gibi değil devletlüm!.
-Ben su istiyorum bre!.Sen hala konuşuyorsun
Ali Efendi birden arkasını döndü ve sırtındaki kırbayı Padişaha göstererek tane tane konuştu:
-Ben yalan söylemem sultanım!..Bakın istediğiniz kadar su…Bunun ile kaç orduyu sularım ben. Yeterki siz su isteyin!..
Genç hükümdar yerinden bir ok gibi fırladı. Fena halde öfkelenmişti. Elini su kırbasına takıp içine bir nazar etti…
O da ne?
Gözleri yuvalarının içinde fır fır dönüyordu. Çünkü gördüğü manzara akılları oynatacak derecede dehşetti. Kırbada sanki okyanus kaynıyordu. Bir değil, belki yüzlerce orduya yetecek su vardı..Belki gözlerim aldanmıştır diye düşündü…Tekrar tekrar baktı…
Ali Babanın kırbası denizler misali çağlıyordu…
Bu defa paşalara, vezirlere seslendi:
- Tiz koşun ve siz de bakın!..
Paşalar ve vezirler tarifi imkansız bir merakla Ali Efendi'nin başına düştü. Kırbaya göz atan içeride deryaların kaynadığını görüyordu…
Fatih Sultan'ın sesi yine gök gibi gümbürdedi
- Bre nedir bu yaptığın?
Ali Efendi neler olduğunu tek tek anlatmaya başladı.:
- Ey alem Padişahı!.. Su işte burada. Fakat ben askere suyu doyumluk vermiyorum. Çünkü onlar cenk meydanında vuruşuyor ve terliyor. Diledikleri kadar su versem belki hasta olurlar ve zaferimiz tehlikeye girer..
Yüzünde hiç öfke eseri görülmeyen Ali Efendi, sözünü bitirir bitirmez sırtındaki kırbayı olanca kuvvetiyle yere vurdu. Herkez gözlerini hayret ve dehşetle açmış ona bakıyordu. Kırbanın düşüp parçalandığı yerde az sonra bir su, hem de coşkun bir su…
Sanki toprak ağlıyor da gözyaşlarını fetih ordusunun ayaklarına sepiyordu…
O dem oracıkta bir su pınar pınar çağlamaya başladı. Fatih Sultan Muhammed Han, sakabaşı Ali Efendi'nin kerametler sahibi mübarek bir zat olduğunu anladı ve ona:
- Ne murad edersin ey derya Ali? Iste ki verelim!..
Derya Ali'nin bu dünya ile nesi olabilirdi ki…O tamamiyle gönlünü yüce Rabbine bağlamış, Hakkın zikriyle ömür nefeslerinin incilerini pırıldatmıştı. Bir başka sevdanın, bir başka aşkın deryasında gark olmuştu.
O fetih ordusunda çarpışan nice Allah dostu vardı ki adı, sanı bilinmez ama onlar Allah yolunda Allah için kurmuş oldukları bu devletin her döneminde onu yükseltmek için çabalamışlar, ömür nefeslerini bu uğurda tüketmişlerdi.
ŞEYH VEFA HAZRETLERİ
Fatih Sultan Mehmed Han, cihanlar dolu aşkın sahibiydi. Allah'ın veli kullarına karşı içinde muhabbet ırmakları çağlıyordu.. Hele mürşidi Akşemseddin'e bağlılığı dillerle anlatılacak gibi değildi..
Ama gün geldi, Akşemseddin, İstanbul'u ve İstanbul'un Fatihini terk etti. Görevi devam ediyordu,Hakkı dileyenleri Hakka ulaştırmak amacıyla Allahu Teala'dan almış olduğu görevi yerine getirmek üzere Göynük'e gitti ve orada kaldı.. Kaldı ama, Fatih de onun hasretine dayanamıyordu.
O cihanlar aydınlatan yüce pir gitmiş, İstanbul kendisine dar gelmeye başlamıştı. Sıkılan gönlünü kim feyiz ırmaklarıyla dolduracaktı? Yalnızlığın ızdırabını nasıl çekecekti?..
Genç ve dirayetli hükümdar günlerce düşündü Koskoca bir imparatorluk Allah dostlarından uzak nasıl idare edilebilirdi. Onlar olmasa bu devlet nasıl ayakta kalabilirdi. Fatih Sultan Akşemsettinin ellerinde şekillenmişti. Allah'ın ilmini ondan almaya başlamıştı, feyz ırmaklarını gönlüne ilk kez o çağlatmıştı.Hep mürşidinin izinde onun dedikleri doğrultusunda hareket etmeyi düsturu haline getirmişti. Şimdi bu kalp o nurlardan mahsun kalamazdı.
.. Düşündü de bir çare buldu aklınca.. Aklına Şeyh Vefa geldi.. Niçin olmasındı? Onu çağırır, ondan nice gayb incileri elde ederdi.. Derhal bir yakınını Pir efendinin evine gönderdi:
-Tez varıp Vefa Hazretlerine selamlarımı söyle.. Kendilerini sarayımızda görmekten saadet duyacağız!..
Padişahın adamı sokaklarda rüzgar rüzgar uçarak Vefa Pirin evine vardı. Ve kapının halkasını tutup çaldı:
İçeriden bir velinin yumuşak sesi aksetti:
-Kim o?
Dışarıdaki aceleyle cevap verdi:
-Padişahın adamıyım, pir efendiyle görüşmek ve onu saraya götürmek için geldim!..
Veli:
-Bir dakika, dedi; Pir efendiye sorayım. Sizi kabul buyurursa ancak o zaman kapıyı açarım!.
Ve koştu yüce pirin huzuruna, anlattı.. Pir düşünceliydi:
-Koş dedi; benim namıma o adamdan özür dile. Bu davete icabet etmeyeceğim!..
Veli kapıya varıp pirin sözlerini bir bir anlattı.Padişahın adamı şaşkın, bir türlü aklı bu işi kavramıyordu.. Padişah davet etsin de gitme.. Hiç olur muydu?
Burnundan soluya soluya sarayın yolunu tuttu. Gelip olanları tane tane anlattı.. Fatih'i kızacak, köpürecek, öfkelenecek sanıyordu. Ne var ki, koca sultan gülüyordu.. Büyüklük, ince gönüllülük, Hak anlayışı işte buydu.. Koca devletin koca reisi, zaferler kazanmış orduların başbuğu, ışıklar dolu gözlerini ufuklara dikip:
-O gelmezse, dedi; biz onun ayağına gideriz!..
Artık sıra kendisindeydi. O arif kişiydi, kalkar gider, evinin eşiğinde boyun bükerdi.. Nitekim öyle de yaptı. Istanbul'un eğri büğrü sokaklarına koyuldu. Herhangi bir insan gibi tozlu yollarda gidiyordu. Yolu onu evinin kapısına kadar götürdü. Demir kapı yine kapalı idi.. Bahçede ne bir kul, ne bir can, ne bir nefes. Hiç kimsecikler yoktu.. Yüce Fatih bunun ne demek olduğunu anlamıştı.. Güzel yüzünde ızdırap çizgileri gezindi. Yaralı gönlüne bir hançer daha saplanmıştı.. Halbuki o yaralı ceylanlarla dönmüştü. Dinlenecek, derdini dökecek bir makam, sığınacak bir gönül arıyordu… Ne ki, güzellerin cefası da çok olurdu. Bu yola baş koyan her cefaya katlanmalıydı.
Koca sultan nermin ellerini demir kapının parmaklarına takıp mırıldandı:
-Ey Vefa, sende hiç vefa kokusu yok mu?
Pir Vefa ise, indirilmiş hücre penceresinden manzaraya bakıyordu. Gözlerinde iki damla yaş vardı. O da pek mahzun olmuştu:
Çağ açıp çağ kapayan hünkar boynunu büküp evden uzaklaştı. Fakat içindeki arzu ateşi büsbütün alevlenmişti.. Bu alevler dolu dünyada yaşamak ne kadar da zordu..
O günlerden birinde erenlerden biri dayanamadı:
-Ey yüzü Ülker yıldızına benzeyen pirim, dedi; madem ki hünkarı görmek istemezsin, neden gelişinden rengin sararır, mahzun olur, gözyaşını tutamazsın
Pir Vefa, aya benzeyen yüzünü ona tutup dedi ki:
-Ah, çocuğum ah! Bilmezsin benimde onu görme arzum o derece fazladır. Lalkin Rabbimizin takdiridir ki bu onun imtihanıdır ve geçici bir müddettir . Allahu Teala'nın bundan muhakkak ki bir muradı vardır. Elbette koskoca imparatorluğu tek başına idare edemiyecektir. Allah ona onun dilinden öğretecek birini, zamanı gelince mutlaka gönderecektir, lakin şimdi bu yangındır, bu hasret onun imtihanı…
HAZRETİ HALİD BİN ZEYD
(EYÜP SULTAN HAZRETLERİ)
O ki, İstanbul'un medâr-ı iftiharı, Nebîler Nebîsinin mihmendârı...
O ki; Sahâbîler sarayının meşhur sultanlarından ve Peygamberler Peygamberinin bağrı yanık sevdalılarından biri...
Medine'de dünyaya gelen Hazret-i Halid Bin Zeyd, Allah Resûlü'nden duyduğu bir söz üzerine İstanbul surlarına kadar gelmiş ve beka âlemine orada göçmüştür.
Varlığın sebebi olan Cenâb-ı Peygamber (S.A.V) kâinatın merkezine îmân bayrağını dikmiş, insanları Rabbin birliğine davete başlamıştı...
13 sene Mekke müşrikleriyle pençeleşen Allah'ın Resûlü, nihayet Yüce Hakk'ın emriyle Medine yollarına düştü. Kâinatın Efendisi Medine'ye girdikleri zaman gördüler ki; şehir cıvıl cıvıl kaynamakta ve insanlar saadetle taşmakta...
Güzel Medine'nin etrafı Evz ve Hazrec kabileleriyle çevriliydi. Her kabilenin reisi kendini yola atıyor, peygamber devesinin yularını tutup yalvarıyordu:
-Ey Allah'ın Resûlü! Ey kokusu güzel Peygamber! Bize buyurunuz! Size yabancı olmayan, saygıdeğer, düşmanlarınızı tepelemeye gücü yeten ailemize misafir olunuz! Bize şeref bahşediniz...
Mülkün Seyyidi olan Cenab-ı Peygamber kendilerini karşılayan bu vefakâr insanlara hitap ediyorlardı;
- Deveyi kendi hâline bırakınız. Çünkü o memurdur, emir olunduğu yere gider; ona yol veriniz!..
Nebîler Nebîsini taşıyan Kusvâ isimli deve yürüyor halkı da peşinden sürüklüyordu. Bütün gözler hayretle açılmış, herkes heyecandan boğulur gibi olmuştu. Nihayet deve; döndü dolaştı ve ensârın büyüklerinden Ebû Eyyûb Hazretleri'nin hanesi önünde çöküverdi.
Artık göklerin ötesindeki mânâyı getiren Allah'ın Resûlü orada kalacaklardı. Hazreti Halid (r.a) yaralı bir ceylan gibi koştu. Gözlerinin yaşı iplik iplik akıyordu. Sevinç ve saadet içinde sesini yükseltti:
- Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Resûlü! Buyurunuz, hanemize şeref veriniz!..
Hazret-i Halid, ensarın en ileri gelenlerindendi. Akabe biatında bulunmuş ve oracıkta Allah'ın Resûlü'nün mübarek elini tutarak ona biat etmiş ve İslâmiyet'e can atmıştı. Sadece kendi müslüman olmakla kalmamış, bütün kabilesini de İslâm dairesinin içine almıştı. İşte Cenab-ı Peygamber, şimdi kendi hanesindeydi. Âlemde böyle bir devlet kime nasip olurdu ki?..
Varlığın sebebi olan Hazret-i Peygamber ona dedi ki:
- Ey Eba Eyyûb! Sendeki emaneti bize ver:
Ebû Eyyûb hayeretle sordu:
- O emanet nedir, ey Allah'ın Resûlü?
- Bize ait bir mektup!..
Gerçekten de onda bir mektup vardı. Babadan evlâda intikal ede ede gelmiş, nihayet Ebû Eyyûb'un eline geçmişti. Bu mektup; Tüban Ebû Keris Es'ad isminde biri tarafından yediyüz sene evvel yazılmıştı. Kâinatın Efendisinin şan ve şerefini belirtiyor ve Ona îmân ediyor, şöyle diyordu:
- Ben, Hazret-i Ahmed'in Allah tarafından gönderileceğine kesin olarak kanâat getirdim! Ömrüm, onun ömrüne yetişseydi, muhakkak Ona yardımcı olurdum.
O günden sonra kâinatın Efendisi, yedi ay boyunca Hazret-i Halid'in evinde kaldılar. Ebû Eyyûb ve zevcesi; Hazret-i Peygamber'in bütün hizmetlerini aşk ve şevk içinde yapıyorlardı.
Gönlü eşsiz incilerle dolu yüce sahâbî, Nebîler Nebîsinin bütün gazalarına iştirak etmişti. Allah Resûlü'nün öteler âlemine geçişlerinden sonra da İslâm ordularında yer aldı ve durmadan kılıç salladı. Allah'ın Resûl'üne karşı o kadar candan bir muhabbet taşıyordu ki, bu aşkın kanatlarını saymaya sayılar kâfi gelmez...
Ve kâinatın Efendisinin şanlar şerefler dolu hayatı son bulmuş, cennetteki ebedî saraylarına gitmişlerdi. Onun gidişi Ebû Eyyûb'un yüreğine sanki mızrak gibi saplanmıştı. Gözleri bulut gibi yaş döküyor, gönlü alev alev yanıyordu. Fakat Peygamberler Peygamberi bu dünyadan ayrıldı diye Ebû Eyyûb'un görevi bitmiyor, asıl mukaddes vazife bundan sonra başlıyordu.
Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve Kevser havuzunun sahibi Yüce Peygamberden; "İstanbul fetholunacaktır! Onu fetheden emir ne güzel bir emir, onun askeri ne güzel bir askerdir!.." müjdesini duymamış mıydı?
O hâlde duracak zaman değildi. Son nefesine kadar bu ilâhi müjdenin gerçekleşmesi için gayret göstermeliydi. Ebû Eyyûb (r.a), gözlerini yeni ufuklara dikmişti. Peygamber Aleyhisselâm'dan sonra İslâm devletinin başına geçen halifeler devrinde de cihad ordularında yerini almıştı.
Hazreti Ebû Eyyûb-el Ensarî'nin gönlü, çırpınan bir alev gibiydi. Fetih güneşinin ışıklarını görmek istiyordu. Toprakların her zerresini bir ikbâl yıldızına çevirecek olan fetih, elbette gerçekleşecekti. Çünkü kâinatın hilkat sebebi Yüce Peygamberimiz buyurmuştu ki:
"Allah, Rum Konstantiniyye'sini (yani İstanbul'u) mü'minlere tesbih ve tekbirlerle açmadıkça, kıyâmet kopmaz!.."
Artık güzel İstanbul'un surlarına toslamanın zamanı gelmişti. Hicretin 52. senesi, İslâm ordusu harekete geçti. Denizleri kaynata kaynata yoluna devam eden İslâm ordusu, tâ İstanbul surlarına kadar gelip dayandı. Surların çevresinde müthiş bir cenk başlamıştı. Savaşın devam ettiği günlerde Hazret-i Halid'i amansız bir hastalık yakalamıştı. Artık ölüm yatağındaydı. Ordunun başkumandanı Yezid, derhal onun huzuruna koştu ve dedi:
- Bir arzun var mı Ey Eyyûb'ün babası?
Hazret-i Halid (r.a), kuruyan dudaklarını dili ile ıslatıp tane tane cevap verdi:
- Ben ölür ölmez; beni alıp tâ ilerilere, surların dibine varıncaya dek götürünüz ve oracıkta toprağa veriniz... Kabrimin üzerinde atlarınızla yürüyüp dümdüz yapınız.
- Ya Halid! Bunu ne maksatla yapmamızı istiyorsun?
- Maksadım odur ki; İstanbul'u fethe gelen İslâm orduları gayrete gelsin ve benim kabrimin, surların dibinde olduğunu bilsin. Bu onlara şevk ve cesaret verecektir...
Peygamber sancaktarı Hazret-i Halid (r.a), daha fazla konuşamadı... Îmân dudakları bir yay gibi gerildi, kelime-i tevhidi heceleyen sesi birden kesildi. Şanlı sahâbî, artık bekâ âlemine açılan kapıdan adımını atmıştı.
Zaman ırmağı durmadan akmıştı. Takvimler 1453'ü gösteriyordu. Hazret-i Halid (r.a) İstanbul surlarının dibinde yatalı 784 sene olmuştu. Türk-İslâm ordusunun başında bulunan genç hükümdar Fatih Sultan Mehmed, mürşidi Akşemseddin Hazretleri'nin işaretiyle, 28 Mayıs gecesi yaptıkları genel bir hücum sonunda Bizans'ın elinden İstanbul'u almıştı. Peygamberler Peygamberinin ilâhi müjdesi gerçekleşmiş, Fatih yıllardır özlemini çektiği zaferi elde etmişti.
Genç padişahın işi henüz bitmemişti. Sultan; sahâbînin surlar dibinde yattığını biliyordu. Fakat mübarek kabir neresiydi? Türk, İstanbul'u yapmaya oradan başlamalıydı... El uzatıp başvuracağı biri vardı. Hemen yüzü aydınlandı. Ak Şeyh'in çadırına koştu. Gönlü inciler dolu büyük velî, Fatih'in iki elmas kılıç gibi ışıldayan gözlerine hayran hayran baktı ve gülümsedi:
- Devletlim, yine neyiniz var?
Fatih Sultan, ışık dolu gözlerini yere eğdi ve dedi:
- Sevgili Pirim! Ebû Eyyûb-el Ensarî'nin kabrini bulmanı istiyorum!..
- Güç bir şey istiyorsunuz Sultanım!
-Allah'ın izniyle sizin çözemediğiniz bir düğüm olamaz!
-İnşaallah size karşı mahçup olmam!
-İnşaallah!
Yüce mürşidin gözlerinde ışıklar yanıp sönüyordu. Fezâlar kadar derin gözlerini bir noktaya dikmişti...
Dervişlerine emir buyurdu:
- Seccademi şu noktaya seriniz!
Emir aynen yerine getirildi. Ak Şeyh, derin bir vecd içinde namaza durdu. İki rekât namaz kılıp selâm verdi. Tekrar secdeye kapandı. Göz ırmağı yine akmaya başlamıştı. Hem hıçkırıyor hem de Yüce Allah'a yalvarıyordu. Bir süre sonra o has incinin başı yerden doğruldu. O derin gözleri, ağlamaktan kırmızı yakutlara dönmüştü. Fatih Sultan derhâl koştu, mürşidinin ellerine sarıldı. Ak Şeyh'in îmân dudakları kıpırdadı:
- Hünkârım! İlâhi hikmete bakınız ki; seccademizi Hazret-i Halid (r.a)'ın kabri üzerine sermişiz. Hemen bu noktayı kazsınlar!..
Talebelerden üç kişi ileriye fırladılar. İşaret edilen yere kazmayı vurdular. Kazma savuranlardan biri de Fatih Sultan'dı. Az zaman sonra toprağın bağrı deşildi. Kazmaların dişleri somadaki mermerden yapılma bir taşa değince madenî bir ses duyuldu. Alıp baktılar. Mermer üzerinde kûfi yazı ile:
"Hâzâ kabri Ebû Eyyûb-el Ensarî!" yazıyordu.
Fatih ve dervişlerinin tekbir sesleri birden ufukları tuttu. Hazır bulunanlar derhâl secdeye kapandılar. İşte böylece yüce sahâbînin kabri bulunmuş ve İstanbul'un fethi tamam olmuştu.
Cihan padişahının İstanbul'da temelini attığı ilk binalar, Eyüp Sultan türbesi ve camisi oldu...
Artık Eyüp Sultan'sız bir İstanbul düşünülemez...