Forum Hafızoğlu

Tam Versiyon: osmanlı manevi sultanları 2. bölüm
Şu anda tam olmayan bir versiyonun içeriğine bakıyorsunuz. Tam versiyon'a bakınız.
EMİR SULTAN HAZRETLERİ

Anadolu'yu aydınlatanlardan... İç gözlerine hikmet sürmesi çekilen Hak kahramanlarından...

Asıl adı Mehmed Şemseddin. Babaları Seyyid Mehmed bin Ali... Bir zamanların irfan beldesi Buhara'da dünyaya geldi.. Fakat asıl adıyla değil de "Emir Sultan" olarak şöhret buldu ve öyle tanındı...

Bursa deyince akıllara ilk gelen Emir Sultan'dır. Çünkü Bursa'ya manevî gıdaların salkımını veren O büyük Velî'dir.

Emir Sultan, yeni yepyeni ve taptaze bir toprakta mekân tutmak üzere Orta Asya'dan Anadolu'ya akan Türk boylarını mayalamak gayesiyle, Horasan illerinden kopup gelmiştir... Nesepleri tâ Hazret-i Ali'ye, ondan da Allah'ın Sevgilisi Cenâb-ı Muhammed (S.A.V)'e uzanmaktadır.. Yani seyyidler kolundan...

Buhara'da bulunduğu günlerden birinde bir gece bir rüya gördü. Kâinatın Efendisi, onu Medine'ye çağırıyordu. Derhâl hacılar kervanına katıldı ve mukaddes beldenin yolunu tuttu... Yolları eline dolayıp gece gündüz bir su gibi aktı. Ve nihayet peygamber şehri Medine'ye vardı...

Gönlü tıpkı alevler gibi çırpınıyordu.. Gözleri şebnem damlası yaşlarla doluydu.. Büyük ceddini, Allah'ın biricik sevgilisini ziyaret edecekti. Saadetin bundan büyüğü olur muydu? Medine'nin kıvrım kıvrım uzayan sokaklarında ağır adımlarla ilerliyordu... Dili de hep inciler saçıyor ve diyordu ki:

- Ey cihanın kıblesi! Ey eşi bulunmaz tek inci! Ey Arabın ve Acemin medâr-ı iftiharı; selâm sana!..

O; bu ulvî düşünceler içinde çağlayıp dururken, hacılar kafilesi de menzilinde varıp konaklamıştı. Herkes kendine bir yer bulup yerleşmişti. Ne var ki, Emir Sultan ortada kalıvermişti.. Çaresizlik içinde çırpınırken seyyidlere ait bir odayı boş görerek oraya doğru yürüdü. Biri hemen karşısında duvar gibi durdu ve dedi ki:

- Ey ahbap, nereye?

Emir Sultan böyle bir şey beklemiyordu. Boyun büktü, tatlı tatlı gülümseyerek:

- Bana mı soruyorsun?

Adam öfkelendi:

- Burada senden başka yabancı olmadığına göre, elbet sana söylüyorum1

- Yabancı olduğum doğru! Fakat bu hücreyi boş gördüm de onda konaklamak istedim!

- İşte ben de onu anlatmak istiyorum zaten.

- Ne gibi?

- Bu hücre seyyidlere mahsustur. Hiç zahmet çekip buraya yerleşmeye kalkma..

- Benim seyyidlerden olmadığımı nereden biliyorsun?

- Şu başındaki acaip külâh, sırtındaki hırkayla mı seyyidlerden olduğunu iddia ediyorsun?
- İş külâh işi değil gönül işidir. Hiç kimse sırtındaki elbiseye göre kıymet kazanmaz.

- Uzun ettin ama yabancı! Artık al başını git de buraya biz yerleşelim!.. Hem senin seyyid olduğuna kim şehâdet eder ki?

- Allah'ın Resûlü şehâdet eder:

Adam duyduğu bu söz karşısında şiddetle sarsıldı ve haykırdı:

- Ne dedin, ne dedin?

Emir Sultan yine tatlı ve yumuşak bir edâ ile cevap verdi:

- Allah'ın Resûlü şehâdet eder, dedim İsterseniz yüksek huzuruna gidelim. Ve kendisine selâm verip; "Ey ceddim!" diye seslenelim. Hangimize: "Oğlum!" der ve selâmımızı alırsa o seyyidlerin seyyidi ve reisi olsun. Kabul mü?

-Kabul!

Bunun üzerine seyyidlerden olduklarını iddia edenler, cihan sultanının mübarek ravzasına bile gitmeden sadece yüzlerini türbeden tarafa çevirip selâm verdiler:

- Esselâmü aleyke ya ceddi!..

Nefes almaktan korkarak sessizce gelecek cevabı bekliyorlardı. Ne var ki, mübarek türbeden hiçbir nidâ yükselmiyordu.. Herkes sıra ile selâm verdi.. Hayır! Yine cevap yoktu.. Sıra Emir Sultana gelmişti. Büyük bir aşk ve vecd içinde ayağa kalktı. Yumuşak ve tatlı bir sesle Kâinatın Efendisine selâm verdi:

- Esselâmü Aleyke ya ceddi!..

Emir Sultan Hazretleri'nin yüzünde ışıklar yanıp sönüyordu. Derken mübarek türbeden bir nidâ yükselmeye başladı:

- Ve aleykesselâm ya veledi, ya Seyyid Muhammed Buhari!..

Bu tecelli karşısında herkes yıldırım çarpmış gibi dondu. Hakir gördükleri; külâhına, cübbesine, kılığına göre hüküm verdikleri şu derviş işte gerçekten seyyiddi..
Birden herkesi bir hıçkırıktır tuttu. Gözler yaşlarla doldu ve hep bir ağızdan haykırdılar:

- Essalâtü vesselâmü aleyke ya Resûlallah!..

Sonra Emir Sultan'ın önünde boyun büktüler eline eteğine sarılıp af dilediler. Emir Sultan gönül eriydi. Hepsini de hoş gördü ve onlara hayır dualarda bulundu...

Aşk ve istiğrak içinde günlerini geçiriyordu Emir Sultan. Gönlüne fezâ pınarlarından nurlar akıyordu. Allah Resûlü'nün mübarek kabrine yüz sürdükçe dünyası da değişiyordu, ömrü de...

Bir geceydi.. Yatağına uzanmış uykunun yumuşak kanatlarına kendini bırakmıştı.. Rüyasında Allah Resûlü'nü gördü.. Rahmet Peygamber Hazret-i Ali'yi de huzuruna almıştı. Kendisine gülümseyerek bakıyorlardı. Allah'ın yenilmez arslanı Hazret-i Ali ona nazar etti ve dedi:

- Ey oğlum! Sana burada mekân tutmak yok! Hak tarafından ceddin Cenâb-ı Muhammed'in yolunu ehl-i İslâm'a göstermen için vazifeli kılındın! Rum'a gidecek, halkı irşad edeceksin. Senin önünde ilerleyen nurdan üç kandil belirecek. O kandiller hangi yerde gözden kaybolursa, orayı kendine mekân tutacak ve ebedî olarak orada kalacaksın. Mezarın dahî orada olacaktır.

Emir Sultan hayretler içinde yatağından fırladı. Etrafına nazar etti, hiç kimsecikler yoktu.. Damarında sanki hicran alevleri dolaşıyor, yüreğine ızdırap damlaları akıyordu. Kendisine yol görünmüştü. Artık Medine'de kâinatın biricik yaradılış sebebi ve Allah sevgilisi Cenâb-ı Ahmed (S.A.V)'in miskler kokan toprağına yüz süremeyecekti. Hani peygamberler peygamberinin nazlı kızı Hazret-i Fatıma-i Zehra (radıyallahü anha) ne güzel demişti:

"Hazret-i Ahmed'in toprağını koklayan, zaman boyunca misk kokusu alması ne gam!.."

Ayrılık ona acı veriyordu. Ne var ki ayrılmalarını isteyen de mübarek ceddi idi.. Bu ızdırap veren düşüncelerden bir müddet sonra sıyrıldı. İçine yepyeni bir heves doldu. Rum diyarına gitmek hevesiyle güvercinler gibi çırpınıyordu. Derken yola revan oldu.. Yine uçsuz bucaksız çöllerdeydi.

Rüyada gördüğü üç nurânî kandil, yine gözlerinin önünde titreşiyordu.. Hiç vakit geçirmeden titreşen kandillerin gösterdiği istikamette yürüyüşe geçti.. Ve nurânî kandiller Yeşil Bursa'ya kadar pır pır yanarak ona yol gösterdi. Bursa'ya adımını atar atmaz da gözden kayboldu. Demek ki Emir Sultan'ın mekân tutacağı toprak burasıydı. Burada mekân tuttu... Gökler ülkesinin yıldızları, dergâhının damını öpmeye başladı.. Ve artık Bursa'ya göklerin gözünden çiğ taneleri düşüyordu..

Ay yüzlü pir Bursa'ya geldiklerinde, Yıldırım Bayezid, Rumeli fethinde bulunuyordu. Türk akıncıları yeni bir zafer elde etmişler, fetihten dönüşte Edirne'de konaklamışlardı... İlâhi tecelliye şimdi bakınız ki; Yıldırım Bayezid Han'ın huri yüzlü güzel kızı Hundi Sultan'a saadet devletinin kapısı açılıyordu. Bir gece rüyasında Allah'ın Resûlü'nü gördü... Kâinatın Fahri ona emir buyurdu:

-Ey güzel kız! Seyyid Muhammed Buharî ile evlen! O benim oğlumdur!

Bir gün daha nihayetlendi ve ertesi gün Hundi Sultan yine odasına çekilip yatağına uzandı... Güzel olduğu kadar da tevazu ve ahlâk sahibi olan Hundi Sultan, uykunun kollarındaydı. Ve yine aynı rüya. Bu defa da kendisine şöyle buyuruyordu Rahmet Peygamber:

- Muhammed Buhari ile hayatını birleştir.

Azîz ve Celîl olan Allah'a yalvardı:
- Ey Rabbi Rahîmim... Bu rüyada geçen hadiseden Seyyid Muhammed Buhari'nin haberi var mıdır? Haberi yoksa onu bundan haberdar et..

Sabah olur olmaz hizmetçisini huzuruna çağırdı ve ona dedi:

- iki gecedir üst üste aynı rüyayı görüyorum, var Emir Sultana olanları anlat. Bu rüyadan o da haberdar mıdır bileyim?

Hundi Sultan'ın cariyesi derhâl Emir Sultan'ın kapısına vardı ve kapıyı fiskeledi. Emir Sultan da geleni bekliyordu. Kapıyı açıp dedi ki:

- Var hanımına söyle, bu husus bizim de malûmumuzdur!

Hundi Sultan olanları işitince:

"Takdir-i İlâhi bozulmaz! Bu hâlden herkesi haberdar etmeliyiz" diyerek rüyasını saray halkına anlattı.

Neticede iki sultanın nikâhları kıyıldı fakat, kötü huylu kişiler derhâl Yıldırım Bayezid'e haber uçurdular:

- Sultan kızınız hoca kılıklı biri ile evleniyor!

Yıldırım Han fena hâlde öfkelendi, vezirlerinden Süleyman Paşa'yı huzuruna çağırıp kükredi:

- Paşa! Kendi kapı halkından kırk kişi al ve birçok sipahi ile beraber Bursa'ya git, Emir Sultan denen kişiyle Hundi Sultan'ın başlarını koparıp bana getir! Çabuk davran!

Süleyman Paşa Edirne'den yola koyuldu. Ardında sipahiler ve silahlı 40 cengâver.. Yeşil Bursa'ya gelip kaplıca tarafında bir yere kondu...

Hâle bakınız ki; birden 40 yeşil ok belirdi ve gelen askerlerin yüreğine saplandı. Süleyman Paşa ölür, diğer cengâverler yerlere serilir de artık bu işin üstüne gitmek olur mu? Paşanın ve askerlerin başına gelenleri duyanlar hemen geriye döndüler ve rüzgâr gibi uçarak Edirne'ye vardılar;

Hükümdarın huzuruna çıkıp:

"Ey Devletli Hükârım" dediler; "Emir Sultan'a kılıçlarımız işlemedi ve kumandanımız da öldü..."

Yıldırım Beyazıd kaşlarını çattı. Yüzünde fırtınalar geziniyordu. Ne yapacaktı şimdi? Derhâl Bursa kadısına bir name gönderdi. Bursa kadısı Molla Fenarî ona, Emir Sultan'ın yüce bir şahsiyet olduğunu kerametler sahibi bulunduğunu ve Nebîler Serverinin bir işareti üzerine Bursa'ya geldiğini anlattı. Yıldırım Han hata işlediğini anlamakta gecikmedi... Bursa'ya tekrar bir adamını gönderdi ve Emir Sultan'dan özür diledi...

Böylece padişah kızı ile Seyyid Muhammed Buharî evlenmiş bulunuyorlardı.


İKİ SULTANIN KARŞILAŞMASI

Emir Sultan Buhara'dan kalkıp Bursa'ya geldiğinde, Bayezid Han Macaristan üstüne yürümüş bulunuyordu. Türk akıncıları düşmanı ot gibi biçerek ilerliyorlardı. Macaristan'ın büyük bir kısmı Türklerin eline geçmişti. Ne var ki, asıl merkez fethedilmemişti. Padişahın cengâverleri kelle koltukta surlara tırmanıyor, Allah Allah nidâlarıyla gökleri inletiyordu.

Bir sabahtı.. Güneş ak tepeli dağlar ardından gülümsemeye çalışıyordu. Birden hiç kimsenin ummadığı bir şey oldu. Kale kapısı ardına kadar açılıverdi.

Padişah akıncıları açılan kapıdan coşkun seller gibi içeriye aktılar... Bu sırada da Yıldırım Bayezid kale kapısını açanı gördü. Gördü ama onu tanımıyordu... Bir müddet sonra da o esrarengiz adam ortadan kayboldu. Kale muhafızları ellerindeki silahları atıp toptan teslim oldular. Ve kale fethedildi.

Yıldırım Han kale kapısını açan adamı düşünüyordu:

"Ey gaziler" diyordu, "kim bu adam?"

Cevap verdiler:

- Bilmiyoruz Devletli Hünkârım...

- Her tarafı arayınız ve onu bana bulunuz!

- Ferman sizindir Sultanım!

Paşalar, vezirler akıncı beyleri ve herkes o meçhul adamı aramaya koyuldu... Ne var ki, ondan bir iz bile bulamadılar. Artık sultanın da ümidi kalmamıştı. İçini saran hasret ateşiyle kıvranıp duracaktı. Kim bilir belki ilâhi takdir onları bir yerde yüzyüze getirirdi.

Padişahın elde ettiği zaferi müjdelemek üzere Bursa'ya atlı öncü birlikleri gönderildi. Bütün Bursa halkı sevinç çığlıkları atarak ve Allah'a şükrederek sokaklara döküldü. Muzaffer orduyu karşılamak için devlet büyükleri de halkın arasına karışmıştı. Devlet ricalinin arasında Emir sultan da bulunuyordu..

Yıldırım Han'ın ordusu cenk türküleri ve tekbir sesleri arasında Bursa'ya girdi Padişahın gözleri sıcaklıkla doluverdi... Çünkü kale kapısını açan meçhul adamı görmüştü. İşte devlet ricalinin arasındaydı. Derhâl atından yere indi ve birkaç adım attı:

- Engiros kalesinin kapısını bana açan sensin değil mi?

Emir Sultan Hazretleri'nin dudakları bir yay gibi gerildi.

- Evet, bu fakirdir..

Yıldırım Han kollarını açıp onu kucakladı. Birbirlerinin ellerini öptüler ve böylece tanışmış oldular.. Emir Sultan dergâhına, padişah da sarayına yürüyüp gitti..







MEVLÂNA CELÂLEDDİN-İ RUMÎ HAZRETLERİ

O ki; irfan semâsının yıldızı, hakikat ufkunun batmaz güneşi...
O ki; aşk denizinin en parlak incisi, muhabbet kervanının başı, Hak dostlarının gözünün nûru...
İç gözlerine ilâhî hikmet sürmesi çekilen ve bir ömür boyu okyanuslar gibi çağlayan eşsiz velî...

Belh şehrinde cihan toprağına bir çiğ tanesi gibi düştü...Onun doğumu her tarafta çiçek bayramları gibi karşılandı. Aşk incisi Mevlâna, Hüseyin Celâleddin-i Hatibî'nin oğlu, Sultânü'l Ulemâ Muhammed Bahâeddin Veled'in sülbünden dünyaya geldi... Sanki bir top inciden meydana gelmiş, her azasından nur ve ışık fışkıran, bakışı insanın içini yakan ay yüzlü bir çoçuktu...

Çok sevdiği babasının vefatından sonra Mevlâna Hazretleri, kendisini tamamen ilim yoluna verdi. Gece ve gündüzlerini ibadetle zikirle ihya eden Mevlâna, Halep ve Şam'a kadar uzanıp, nice mürşidlerden irfan incileri elde etti. Ciddî bir tahsilden sonra memleketine geri döndü.

Artık tefsir, hadîs, fıkıh, usûl ve kavaide tamamen vâkıf, yüksek bir âlim olmuştu. İsmi dillerden düşmüyordu. Gün geçtikçe etrafındaki halka genişliyor, ilme susayanlar onun pınarından kovalarını dolduruyorlardı.

Birgün....

Mevlâna Hazretleri, medresesinden çıkmış, geyik bacaklı bir ata binmiş evine gidiyordu. Ardından bir sürü talebe ve bağlıları... O ağır ağır yol alırken bir çift göz de uzaktan onu süzüyordu. Tabiî ki Mevlâna'nın bundan haberi yoktu. Ansızın hiç tanımadığı bir adam kendisini sokağın ortasına attı ve atının dizginlerine yapışıp haykırdı:

- Ey Müslümanların Efendisi! Söyle bana Allah'ın Resûlü mü daha büyüktür yoksa Bâyezid-i Bistâmî mi?

Mevlâna bu haykırışın ve bu sualin dehşetinden atın üstünden düşecek gibi oldu. Yüzünde hayret çizgileri şimşek gibi gezindi. Bu nasıl bir sualdi böyle? Birden rengi sapsarı kesildi, dudakları şiddetle büzüldü. Fakat çabuk toparlandı; gökler kadar mavi ve derin gözlerini bu garip adama çevirip:

- Ey adam, sen neler söylüyorsun? Bâyezid ümmetten bir kimsedir; Allah'ın Resûlü ise âlemlerin ve âdemlerin efendisi. O'nun yanında Bâyezid kim olabilir ki?

Şems-i Tebrizî'den başkası olmayan bu garip adam daha hiddetle bağırdı:

- Ya niçin peygamberler peygamberi her an: "Biz seni lâyıkıyla bilmedik Yâ Rabbî" dediği hâlde Bâyezid: "Ben noksandan beriyim ve şanım pek yücedir." diyor. Öyle biri, böyle bir sözü ne hikmetle söylemiş?

Mevlâna'nın dudakları bir yay gibi gerildi.

- Çünkü, Nebîler Nebîsinin mübarek kalbi sahili bulunmaz bir denizdir. Ona ne kadar aşk ve marifet ırmakları aksa hepsini ihata eder ve ziyadesini isterdi. Halbuki Bâyezid, susuzluğunu bir damlayla giderir ve daha fazlasına tahammül edemeyerek taşar ve bu coşkunlukla öyle söylerdi. Kâinatın Efendisin'nin kalbi fezâ kadar derin olduğu içindir ki, her an daha büyük tecellileri bekler, hiçbir derecede kalmaz, daima biraz daha yakınlık dilerdi. İşte bu sözlerdeki hikmet tamamıyla bundan ibarettir.

Mevlâna Celâleddin-î Rûmî'yi can kulaklarıyla dinleyen Şems, birden yıldırım çarpmış gibi titredi. Bu sözler ruhuna şimşek şimşek inince bir acayip oldu ve müthiş bir ceryana kapıldı. Gönlünün derinliklerinden gelen bir hisle müthiş bir nâra attı: "Allah!" diye haykırdı ve oracıkta yerlere serilip kaldı.

Mevlâna derhâl atından inip Şems'in başını kucağına aldı. Ne var ki; Şems bir türlü kendine gelemiyordu. Şems'in başı dakikalarca Mevlâna'nın kucağında kaldı. Ve sonra usul usul gözlerini açtı. Gözlerinin içinde okyanuslar kaynıyordu. Bir tutam aşk kıvılcımını Mevlâna'nın gönül ocağına attı. Mevlâna, eğilip onu alnından öptü ve elinden tutup doğruca evine götürdü.

Şimdi ikisi de çırpınan alev gibi dalgalanıyorlardı. Mevlâna'da coşkun bir zevk ve çağlayan bir aşk başlamıştı. Kendisini Allah'a daha çok yaklaştıracak irfan ehlini, hikmet denizinden nice damlalar alacağı mürşidini bulmuştu. Uçan güneş gelip koynuna girivermişti. Artık bir ömür boyu aşk ve îmânla çağlayıp duracaktı.

Hazretî Mevlâna'nın havuz kenarında oturduğu bir gündü...

Yanında birtakım kitaplar vardı. Derin düşüncelerin denizinde akıl gemisini yürüttüğü bir andı ki, birden Şems göründü ve sordu:

- A yol eri, bunlar ne cins kitaplar?

Mevlâna cevap verdi:

- Bunlara dedi-kodu derler!

Şems-i Tebrizî'nin gözlerinde müthiş bir ışık belirdi. Pençesini bu kitaplara taktı ve kavradığı gibi havuza, suların ıslak tenine atıverdi.

Mevlâna Hazretleri, tarifi imkânsız bir telaşa düştü, yüzü ıstırap çizgileriyle damar damar gerildi ve gayr-i ihtiyari bağırdı:

- Ey benim güneşim, ne yaptın? Bunlar bana atalarımdan kalmış şeylerdi. İçlerinde çok faydalandıklarım da vardı. Vah ki, vah bana!

Şems Hazretlerinin dudaklarında çiçek çiçek bir tebessüm belirdi. Sadef parmaklarını havuza doğru çevirdi ve oynatıverdi. Kitaplar birden kanatlanmış kuş gibi gelip Şems'in avucunda eski hâlini aldı. Hiçbirinde en ufak bir eksiklik ve ıslaklık eseri yoktu.

Mevlâna hayran hayran baktı ve haykırdı:

- Ey hayat ışığım, bu ne hâldir?

Şems deniz deniz çağlayarak anlattı:

- Buna da zevk ve halet derler; ya sende bundan eser var mı?

Mevlâna boynunu büküp mırıldandı:

- Ne gezer!...

O andan itibaren Mevlâna'nın gönlüne bir başka ateş düşüverdi... Şems'in etrafında bir pervane gibi dönmeye başladı. Aşk denizinin dalgaları Mevlâna'yı sahili bulunmaz bir okyanusa itmişlerdi. Onda artık dur durak yoktu.

Bir gün, Hazret-i Mevlâna aşıklarından birine dedi ki:

- Hazır ol bu gece sana geleceğim!

O da gönül gönül çırpınarak:

"Ah yüce sultanım, beni ihya edersiniz!" dedi. Ve bu müjdenin verdiği sevinçle elde avuçta nesi varsa hepsini dağıttı. Gönüller sultanı gelecek, belki bir an dinlenmek ister diye güzel bir yatak hazır etti. Çünkü Mevlâna gece gündüz ak çiçekli bir gül dalı gibi titriyordu. Kâbe mumu gibi yanıyor, ney'ler gibi inliyordu. Mübarek vücudu incele incele gümüş tellerine dönmüştü.

Akşam oldu. Mevlâna, Siraceddin'in evine vardı, içeri girdi ve dedi:

- Siraceddin, sen bana bakma git yat!

Siraceddin ne yapabilirdi ki? Baş kesip "eyvallah" dedi. Hazreti Mevlâna namaza durdu. Yüce Rabbin huzurunda adeta kendinden geçti. Sabah ezanları gök kubbeyi çınlatmaya başladı. Siraceddin bütün gece yatağında dönüp durdu. Belki şimdi bitirir diye düşünüyordu. Ne var ki, Mevlâna hâlâ Yüce Rabbinin huzurundaydı. Başı kesik bir mum gibi geceler boyu yanmıştı. Artık Siraceddin dayanacak gücü kendinde bulamadı ve dedi:

- Sultanım, sabahlar oldu; bir nefes olsun dinlenin!

Mevlâna, îmân aynası berrak yüzünü Siraceddin'e döndürdü, elini uzatıp sırtını okşadı:

- İyi ama, eğer biz de uyursak bu kadar uyuyana kim deva eder?

Aşk sultanı Mevlâna, çocukların bile gönlünde taht kurmuştu. Çocukları ve fakirleri çok severdi. Sokaktan geçecek olsa bütün çocuklar peşine takılır, elini öpmek için sıraya girerlerdi.

Bir gün yine bir sokaktan geçiyordu. Onu gören çocuklar ceylanlar gibi sıçradılar. Koştular, elini eteğini öpmeye koyuldular. Oyun oynayan çocuklardan biri ona seslendi:

- Dur ey Hüdavendigâr! İşte oyunum bitiyor. Bitsin de ben de elini öpeyim!

Hazret-î Mevlâna olduğu yerde çakılıp kaldı. Dakikalarca orada bekledi. Nihayet çocuk oyununu bitirdi, bir kuş gibi uçup Mevlâna'nın huzuruna geldi ve ellerine sarıldı, öptü, öptü, öptü... Mevlâna da o güzel yavrunun saçlarını tel tel okşayıp sordu:

- Artık gidebilir miyim, ey çocuğum?

Çocuk başını salladı:

- Gidebilirsin!

Ve Mevlâna tatlı tatlı gülümseyerek oradan uzaklaştı.

Peygamberler Peygamberinin yüksek ahlâkından bir numune göstermiş bulunuyordu Mevlâna. Çünkü Allah'ın Sevgilisi de yolda rastladığı çocuklara selâm verir, gönüllerini alır, başlarını okşar ve hatta onlarla şakalaşır, neşelendirirdi.

Bir bahar sabahıydı...

Çemenin fezasında kuşlar uçuşuyor, altın başaklı lâleler yakut gibi parlıyordu. Bülbülle gül dalların koynunda cilveleşiyorlardı. Bir tatlı bahar ki, gönülleri yakıyordu. Aşk pervanesi Hazret-î Mevlâna, seher vakti kendisini sokağa attı, gidiyordu. Aksaray kapısına kadar vardı. Bu kapının önünde gözleri kör bir fakir vardı. Sabahtan akşama kadar oturur, gelip geçenlere el açardı. Adamın kafa gözleri kördü ama gönül gözlerinde bir pencere açılmıştı. İç gözlerinin aydınlığıyla Mevlâna'nın kutlu makamını gördü.

İşe bakınız ki; Yüce Sultan'ın önünde bir çoban yürüyordu. Tam Aksaray kapısından çıkıyordu ki; âmâ:

- Ey adam, Mevlâna'nın aşkına bana biraz ekmek ver!

Bu sözü Mevlâna da işitmişti. Hiç ses çıkarmadı, belindeki kemerini çözüp adamın önüne bıraktı ve yürüdü. O kapıyı geçer geçmez çoban dönüp âmâya:

- Ey kör, al şu dinarı da elindeki kemeri bana ver!

Âmâ, başını bir aslan gibi dik tutarak haykırdı:

- Bin dinar da versen yine onu sana vermem! Ben onu boynuma bağlayıp birlikte mezara götüreceğim!

Ahi çoban beynine yıldırım düşmüş gibi çarpıldı. Hayretle âmâ'nın yüzüne baktı. Kendi gafletinden utandı, yürüyüp gitti. Âmâ'nın gönül ocağında bir ateş yanıyordu. O gece sabaha kadar uyumadı. Ağladı, inledi, feryad kopardı, Allah'a yalvardı, gözünü bir çeşme misali akıttı:

- Rabbim, Rabbim! Bu kemerin sahibi hakkı için beni bu bel kaydından kurtar. Canımı al da ben bu dünyanın ötesine sefer edeyim.

Hâle bakınız ki; Ahi çobanı da o gece uyku tutmamıştı. Yatağının içinde dönüp dururken kulağının dibinde bir ses çınladı:

- Aksaray kapısındaki kör dünyadan el yudu, gerçek hayata geçti!

Ahi çoban, birden yatağından fırladı. Aksaray kapısındaki âmâ'nın evine koştu. Olanca kuvvetiyle kapıyı yumrukladı. Gerçekten âmâ ölmüştü. Bütün hizmetlerini üzerine aldı, onu kefenledi. Mevlâna'nın kemerini de boynuna bağladı ve onu öylece kara toprağın koynuna verdi.

Allah'ın sevgililerinin eteğine sarılanlara ne mutlu!...

Gece ile gündüz, tatlı ile acı, soğuk ile sıcak, kuru ile yaş, iyi ile kötü nasıl birbirinin zıddı ise, bazı insanlar da hidayet ışığının zıddı olmuşlardır.

Şemseddin Mardinî isimli kişi de böyle bir bahtsızlığa düşmüştü. Bir türlü Mevlâna'nın yüce şahsiyetini ve faziletini kabul edemiyordu, hatta aleyhinde bile konuşuyordu.

Bir gece yatağına uzanmış yatıyordu. Derken kendisini derin bir uyku bastırdı. Daha sonra rüyaların denizinde yüzmeye başladı. Rüyasında âlemlere rahmet olan Hazreti Peygamber'i görmüştü. Allah'ın Sevgilisi topyekün zaman ve mekânın ve bütün mahlûkatın peygamberi yüksek bir yere oturmuştu.

Mardinî huzura varıp selâm verdi. Ne var ki Kâinatın Efendisi mübarek yüzünü ondan çevirdi. Bu sefer, Mardinî onun yüzünü çevirdiği tarafa koştu. O ışıklar saçan güzel ve mübarek yüz, yine aksi tarafa döndü. Şemseddin Mardinî aklını yitirecek gibi oldu. Çırpınan alevler gibi döndü:

- Ey kokusu güzel Peygamber! Ey eşi bulunmaz tek inci! Senin şefaatine nail olmak için nice zamandır çalışmaktayım. Nice zahmetler çektim, nice üstadların önünde diz çöktüm. Şimdi bu mahrumiyete sebep nedir?

Nihayetsiz olan Mülkün Seyyidi ve Kevser havuzunun sahibi olan Cenab-ı Mustafa (S.A.V):

- Dediklerin doğrudur. Ne var ki, senin yaptığın bizim hoşumuza gitmiyor. Bu günahın bütün günahlarına bedeldir. Çünkü sen Mevlâna'ya inkâr gözüyle bakıyorsun.

Şemseddin ölüm terleri dökmeye başladı. Bu rüyanın tesiriyle yatağından fırladı. Sabah olur olmaz Hakk dostu Mevlâna'nın kapısına koştu ve kapıyı tıkırdattı. İçeriden bir ses çağladı:

- Kim o?

Şemseddin Mardinî inledi:

- Günahına tevbe etmek isteyen biri.

Kapı derhâl açıldı. Şemseddin kendini yerlere attı, olanı biteni bir bir anlattı ve dedi:

- Ey Hûdâ'nın has kulu! Beni affedebilecek misin?

Gönül Sultanı Cenab-ı Mevlâna gülüyordu. Şemseddin yüce mürşidin önünde tövbe etti, affa uğradı, Mevlâna'nın pınarında yıkanarak kurtuluşa ermişdi. Artık mutlu ve mesuttu. Saadetinden uçacak gibi olmuştu. Nefsin ve gururun zincirlerini bir hamlede koparmış, erenlerin denizine dalmıştı.

Şimdi Mevlâna'nın dizinin dibinden ayrılmıyordu. Mevlâna coşkun pınarlar gibi çağlıyordu ve diyordu ki:

"Ey heva ve hevesi derununda tazeleyen kimse! Îmânını tazele. Fakat yalnız dilin söylemesiyle değil! Heva ve şehvet taze bulundukça, îmân taze değildir. Çünkü bu heva, hakikat kapısının kilididir. Rüzgârın esişine tâbî olan, ot gibi nefis ve hevanın zevkine uyma! Zira arşın gölgesi bir kulübeden evlâdır!"





MERKEZ EFENDİ HAZRETLERİ

Güzel İstanbul'un manevî sultanlarındandır Merkez Efendi. Asıl adı Musa, babası Muslihuddin'dir.

Musa bin Muslihuddin nice zaman medreselerde tahsil gördükten ve ulemâ sınıfına dahil olduktan sonra, İstanbul'a gelip yerleşti. Kısa zamanda müstesna bir mevkii elde etti. Fakat hayatının akışı asıl bundan sonra değişecekti...

Ona Kur'ân'daki hakikatleri, Allah'ın ilmini öğreten de Allah sevgilisi, mürşidi Sümbül Efendi'dir. Önceleri Sümbül Efendi'yi inkâr edenlerden biri de kendisiydi aslında. Ama Allahû Tealâ ona bir rüya ile yanlışta olduğunu malum etti.

Rüyasında; Sümbül Efendi evinin kapısında dayanmıştı. Kapının arkasına yığdıkları onca eşyaya rağmen Sümbül Efendi bir hamlede kapıyı yıkıp içeri girmişti. Rüyasından o kapının kırılma sesiyle uyanan Musa bin Muslihuddin düşünce deryasına dalıp gitti. Düşündükçe ufku açıldı ve bu rüyanın büyük bir mânâ ifade ettiğini bildi:

- Biz, meğer ne büyük gaflet içindeymişiz!..

Sabahı iple çekti Musa Efendi. Artık duracak zaman değildi. Gökleri inleten ezan sesleriyle birlikte evinden dışarı çıktı. Rüzgâr önündeki yapraklar gibi gitti, bir çırpıda o kıvrım kıvrım yolları bitirdi ve sonunda Sümbül Efendi'nin dergâhına vardı. Hiç kimseye görünmeden yavaşça içeri süzüldü, bir direği siper edinerek arkasına geçip oturdu, başını göğsü üzerine eğip beklemeye koyuldu.

Bir müddet sonra Sümbül Efendi gönüllere inciler yağdıran konuşmasına başladı. İnsanı mest eden tatlı, ılık yumuşak bir lisanla konuşuyordu. Her bir sözü insanın yüreğine kurşun gibi işliyordu adeta. Ötelerin ve buraların nice hikmetleri dile geliyordu.

Musa Efendi'nin gönlüne bir pencere açılmıştı bile. Kendisini bambaşka bir âlemin içinde yüzüyor sandı ve ılık bir ışık bütün içini doldurup aydınlattı. Şimdi her şey daha güzeldi. Sümbül Efendi, gözlerini dervişlerin üzerinde gezdirdikten sonra sordu:

- Ey temiz canlı adamlar, söylediklerimi anlıyor musunuz?

Hiç kimsede ses yok. Herkes başını eğmiş susuyordu. Her kelime esrar hazinesi gibi bir şeydi. Sümbül Efendi yine ışıklar dolu gözlerini dervişlere dikti:

- Hayır, anlamıyorsunuz! Ama o direğin dibindeki! O var ya, söylediklerimi tamamen anlıyor, çünkü bugün hep onun için söylüyorum!

Direğin dibindekinin hâli perişan... Onun burada olduğunu güzel Sümbül Efendi nereden biliyordu? Bunca tahsil, bunca medrese hepsi nafileydi burada. Burası vahdet denizinin dalgalarıyla çağlayıp duruyordu.

O andan itibaren Musa bin Muslihuddin, Sümbül Efendi'nin eteğine sıkıca tutundu, ondan aldığı Allah'ın ilmiyle tasavvuf denizine daldı, Allah'ın nice manevî nimetlerinden nasibini aldı. Genç medreselinin gönül toprağına ilâhî aşkın zerresi düşmüştü. O bir zerre aşk, dünyalar dolusu cevherden daha iyiydi. Şimdi medreselinin can sazı bir acaip nağme ile inliyordu...

Bir gün Sümbül Efendi, dervişlerini çetin bir imtihana tâbî tuttu. Onlara dedi ki:

- Ey bir avuç topraktan ibaret olan canlar! Âlemi siz yaratmış olsaydınız nasıl yaratırdınız?

Bu suale ne denir ki? Her derviş kendi gönlünce cevaplar sundu. Ne var ki hiçbiri Sümbül Efendi'nin arzu ettiği cevaba muktedir olamadı. Sıra Musa Efendi'ye geldi ve yüzünde elmaslar oynaşan Sümbül Efendi tatlı bir tebessümle:

- Eee, bir de sen söyle bakalım Musa Efendi, sen nasıl bir dünya isterdin? Âlemi sen yaratsaydın nasıl yaratırdın?

Musa Efendi başını kaldırmadan cevap verdi:

- Bu mümkün değil! Ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım! Âlem öyle tatlı bir nizam içinde ki; buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez!

Sümbül Efendinin istediği de buydu. Ay yüzünde görülmemiş bir ışık belirdi ve dedi:

- Aferin derviş Musa! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın? Öyleyse senin adın bundan böyle Merkez Muslihuddin olsun!

Bundan sonra Musa bin Muslihuddin adı Merkez Muslihuddin oldu ve artık O, Merkez Efendi ismiyle gönüllerde taht kuracaktı.

Yine dervişlerin Sümbül Efendi etrafında birer pervane misali döndüğü günlerden biri, Sümbül Efendi dervişlerini imtihana tutmak istedi.

- Ey dervişler, diye seslendi. Hakk rahmetinin tecellisi toprak ananın bağrından renk renk, türlü türlü, çeşit çeşit çiçekler fışkırıyor. Her biriniz bana bir top çiçek getireceksiniz. O miskler saçan çiçeklerle gönlümüz, gözümüz aydınlanacak.

Dervişler durabilir miydi? Sümbül Efendi ilk defa kendilerinden bir şey istiyordu. Bütün dervişler dışarı süzüldü. Kırlara, bahçelere doğru koştular ve demet demet, kucak kucak çiçekler topladılar. Getirdikleri çiçeklerle dergâh çiçek bahçesine dönmüştü.

Bütün dervişlerin yüzü çiçekler gibi gülüyordu. Sadece Merkez Efendi düşünceliydi. Elinde bir tane, tek bir tane solmuş, kurumuş, cevheri gitmiş papatya vardı. Bu rengârenk çiçeklerin içinde kuru bir papatyanın ne kıymeti olurdu ki? Sümbül Efendi'nin önüne varıp boyun büktü:

- Ey tertemiz canların ışığı! Hangi çiçeğe el atsam, onu zikr-i İlâhî ile titrer buldum. Allah Allah diye feryad eden o güzelleri koparmak elimden gelmedi. Onun için yüksek huzuruna şu kupkuru papatya ile geldim! Kusurum af ola!

Zaten Sümbül Efendi'nin beklediği de buydu. Merkez Efendi'ye derin derin baktı:

- Hamdolsun Yüce Allah'a ki, senin iç gözlerine İlâhî hikmet sürmesini çekmiş!..

Mürşidinden bu müjdeyi aldıktan bir süre sonra Sümbül Efendi'ye damat oldu. Kızı Rahime ile evlenip kendi dergâhına çekildi. Gönül dudaklarıyla ilâhî aşkın şurubunu içmişti Merkez Efendi.

Artık o da Allah'ın irşad zincirinin bir halkasıydı.





HACI BAYRAM-I VELÎ HAZRETLERİ

Anadolu'yu aydınlatan ışıklardan biridir Hacı Bayram-ı Velî. Hakikat yolunun kılavuzu...Hak erenlerinin baş tâcı, kurtuluş kervanının önderidir. İstanbul'un fethini müjdelemiş, bir ilim ve hikmet hazinesidir.

Hacı Bayram-ı Velî'nin asıl adı Numan'dı. İlim tahsiline doğduğu il olan Ankara'da başladı. İlim ve irfan yuvası Bursa'da Medrese ilimlerini bütünüyle ikmâl edip iyi derece ile mezun olduktan sonra, derhâl Ankara'da Melike Hatun'un yaptırdığı Kara Medrese'ye müderris olarak tâyin edildi.

Ankara Medresesi'nin başmüderrisi Numan, kendisine uzanan sevgi ve muhabbet iplikleriyle yumak yumak sarıldı, şan ve şöhreti günden güne etrafa yayıldı. Ne var ki bunların geçici ve aldatıcı şeyler olduğunu; ebedî olanı, Hakk rızasına erdireni, gönülleri nur deryası haline getireni araması gerektiğini o da biliyordu.

Kendi kendine:

- Ey Numan, şöhrette helâk vardır! Aklını başına devşir! diyordu.

Bu düşüncelerin ırmağında yüzdüğü bir gün Kara Medrese'ye yüzünde aydınlığın benekleri gezinen biri geldi. Bu pak yüzlü insan, ona Kayseri'den, Somuncu Baba'dan haber ve davet getirmişti. Bu daveti duyan Numan, derhâl Somuncu Baba'nın emrine boyun büktü ve yola koyuldu. Sonunda bir kurban bayramı günü Kayseri'ye vardı.

Somuncu Baba kendilerini bekliyordu. Yüksek huzura çıktı. Müderris Numan'ı karşısında gören Somuncu Baba ayağa fırladı ve haykırdı:

- Bilmem bu iki Bayram'ın hangisiyle sevineyim?

Ve bu andan sonradır ki, Numan adı unutuldu Bayram ismi dillerde gezinmeye başladı.

Müderris Numan, (yeni ismiyle Bayram) o Allah'tan kopmayan kulba yapıştı, ondan Allah'ın ilmini öğrendi ve yine mürşidiyle beraber hac farizasını eda etmek için mukaddes topraklara gitti. Artık o Müderis Numan değil, Hacı Bayram'dı. Mürşidinin öğretisinde, onun ayak izlerinden giderek Allah'a emanetleri teslim etmiş ve o da bir mürşid olmuştu. Bundan sonra Ankara'ya dönüp irşad halkasını Anadolu'nun tam merkezine kurdu.

Zaman ırmağı hikmet çağıltılarıyla akıp gidiyordu. Hacı Bayram-ı Velî vahdet deryasına dalmış, ilâhî aşkın şurubunu içmiş, Allah aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Etrafı ise günden güne dervişlerle dolup taşıyordu.

Aşkın çilesini çekmek kolay değildi ve şimdi onu yeni bir çile bekliyordu. Etrafında safâ ve seyran süren dervişler çoğaldıkça, kara kalpli insanların huzursuzluğu da artıyordu ve Osmanlı Sultanı'na kara haberler uçuruyorlardı:

- Hacı Bayram cümleyi etrafına toplamış, dervişlerden bir ordu peyda etmiş de saltanat davası güdüyor!..

İkinci Sultan Murad, ilk zamanlar buna inanmadı. İnanmadı ama, iftiracıların zehirli nefeslerinin de arkası kesilmedi. Yeni bir kardeş kavgasına izin verilemezdi. Saltanatı tehlikeye sokacak her hareket anında bastırılmalıydı. Osmanlı hünkârı derhal iki çavuş görevlendirdi ve dedi ki:

- Kuşlar gibi uçup, Ankara'ya varın ve o Hacı Bayram denilen adamı alıp gelin! Karşı koyacak olursa zincire vurun!

Çavuşlar kartopu alınlı atlar üzerinde rüzgâr gibi uçarak tâ Edirne'den Ankara'ya geldiler. Yolda nur yüzlü, aydın bakışlı birine rastladılar. Selâm verdiler, hâl hatır sordular ve muhabbete başladılar.

- Ey çavuşlar, nereden gelip nereye gidersiniz? diye sordu nur yüzlü adam.

- Hacı Bayram derler, biri varmış. Kötülüklerini Hünkâra arzettiler. Osmanlı Sultanı ferman çıkardı; onu alıp sultanın katına götüreceğiz!

Nur yüzlü ve aydın bakışlı yolcu gülümseyerek;

- Ol dedikleri işte bu fakirdir!

Çavuşlar yaralı serçeler gibi titremeye başladı. Çünkü bu yüzde bir başka ışık pırıldıyordu. Bu adam mübarek bir adamdı. İftiracıların dediği gibi biri olsaydı kendisini tanıtmazdı. Çaresiz kalıp Hacı Bayram-ı Velî'nin yüzüne nazar ettiler. Bu yüzde elmaslar oynaşıyor, bu gözlerin içinde okyanuslar dalgalanıyordu. Oldukları yerde durup haykırdılar:

- Biz sizi derdest edip nice götürürüz? Gam seline değirmen olamayız!

Hacı Bayram:

- Ey iyi yürekli gaziler, sitem şişine kebap olacak benim! Ben bunun için yola çıktım, sizi bekler dururdum. Padişah fermanı yerine gelse gerekir. Yanınızda bulunan zincirleri bend kılın, gidelim!

Padişah fermanıyla buralara kadar gelen çavuşlar büsbütün hayrete düştüler. Gözleri bulutlar gibi yaş dökmede, gönülleri güvercin kanadı gibi çırpınmadaydı; ama elden ne gelirdi? Yine Hacı Bayram Hazretleri'nin emriyle yola revan oldular ve sonunda Edirne'ye vardılar.

Çavuşlar önde Hacı Bayram arkada padişah huzuruna yürüdüler. Asıl hayret etmek sırası Sultan Murad'da idi. O, karşısında devletin selâmetine ve tahtına kasdetmiş bir celali bekliyordu. Ne var ki, getirilen adam sanki bir güzellik Yusuf'uydu. Yüzünde güneş bir ışık vardı. Şimdi utansın mıydı, ağlasın mıydı, dövünsün müydü? Ne yapsındı Sultan Murad?

Beynini akrep kıskacı gibi sıkıyordu bu düşünceler. Çaresizdi, utanmıştı. Hacı Bayram Velî Hazretleri, onun düşünce zincirine bir ışık halkası takmak istedi ve dedi:

-
Hiç gerekmez sultanım! Madem ki birbirimizi bildik ve bulduk!..

İkinci Murad gönlünden bir "oh!" çekti. Bütün sıkıntılar ve ızdıraplar rüzgâra katılmış tüy misali uçup gidivermişti. Şimdi Hacı Bayram Velî'nin gönlünü nasıl alacağının telaşı içindeydi. O kadar ihsanlarda ve ikramlarda bulundu ki, saray da şaştı bu işe, âlem de...

Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri'nin dünya malında ve varlığında gözü yoktu elbette; ama Sultan II. Murad mahcubiyetin yanı sıra; atalarından öğrendiği Allah dostlarına duyduğu saygı sebebiyle çırpınıyordu Hacı Bayram Hazretleri'nin gönlünü almak için.

Osmanlı Sultanları, her devrede Allah dostlarına danışmışlar ve böylece Allah'ın yardımını almışlardır. İşte Sultan II. Murad'ın mürşidi de Hacı Bayram-ı Velî'ydi. Nitekim kendisine İstanbul'un fethinin, oğlu Mehmed'e nasip olacağını müjdeleyen yine Hacı Bayram-ı Velî Hazretleriydi.