27-01-2007, 17:11
Osmanlı'da birlik içinde yaşama sanatı ...
OSmanlı Devleti farklı dinleri, dilleri, ırkları bünyesinde barındırırdı... Osmanlı bu birliği ve dirliği nasıl başardı? Yavuz Bahadıroğlu'nun kaleminden...
Biliyorsunuz Osmanlı Devleti bir “din devleti”ydi. Yapısı gereği İslâm Dini’ni “tek din” olarak görürdü. Bu anlamda başka “din” tanımazdı. Ne var ki, insanın “tercih hakkı”na (iradesine) saygı gösterir, kendi inancını doğru yaşarken, diğer insanların inancına (dinine değil) karışmazdı.
Hattâ her insanın kendi inandığını yaşayabilmesini kolaylaştıracak düzenlemeler yapardı.
Meselâ Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u feth eder etmez yayınladığı “Amannâme”de, gayrimüslimlere “inanç, ibadet, kıyafet, (kıyafet konusunda bizimle birlikte bazı sözde “demokratik” Avrupa ülkeleri, hâlâ ayak sürçüyor) seyahat, ticaret” özgürlüğü tanıyor, patrik tayin ediyor, patriğe protokolde şeyhülislamla eşit bir statü veriyor, ruhban okulunu açık tutuyordu (hani yıllardır açıp açmama konusunda kararsız kaldığımız ruhban okulunu)...
Çarpıcı bir örnek daha…
Macar milli kahramanı Jan Hunyad’ın (Hunyadi-Janos), Sırbistan’ı işgal edip bütün Ortodoks kiliselerini yıkacağını söylemesi üzerine büyük bir korkuya kapılan Sırplı yöneticiler Fatih Sultan Mehmed’e bir hayat gönderdiler. Heyet, Fatih’e şu teklifte bulundu:
“Hunyad bizi ve inancımızı yok etmek istiyor, lütfen ülkemizi siz feth edin, bizi Hunyad’ın zulmünden kurtarın.”
Fatih “Tamam” dedi. Ancak heyetin içinde az da olsa bir endişe kalmıştı. Heyet Başkanı bunu Padişah’a açtı: “Gerçi adaletinizden ve müsamahanızdan eminiz, ancak kiliselerimizi yıkmayacağınızı ağzınızdan duyarsak, daha mutlu döneceğiz.”
Fatih Sultan Mehmed, şu mealde cümlelerle Sırp önderleri rahatlattı:
“İnşallah Sırbistan’a hakim olduğumuzda, camiler yaptıracağız, ancak kiliselerinize dokunmayacağız. Siz nerede bir cami görürseniz yanına kilise yaptırabilirsiniz. Hatta duvarını bitiştirebilirsiniz de... Bizim dinimiz işte böyle bir dindir.” (İ. Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, c. 1, s.501-502, İstanbul 1979, Tercüman Yayınları)
Sanırım Fatih’in örneği Hazret-i Ömer’di: Hz. Ömer, Kudüs fethinden sonra, üst düzey rahipler eşliğinde gezdiği Kıyamet Kilisesi’nde (Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği mekandaki kilise), kendisinden sonra gelenler onun hatırına camie çevirmesinler diye, namaz kılmıyor; geçmekte olan namazını kilisede eda etmesi için ısrar eden rahiplere şöyle bir gerekçe bildiriyordu: “Ben burada namaz kılarsam, korkarım benden sonra gelenler bunu delil gösterip kilisenizi camie çevirirler, bu yüzden namazımı dışarıda kılacağım.”
Ve namazını avluda kılıyordu (Namaz kıldığı mekânda bugün “Hz. Ömer Camii” var).
Bu yaklaşımlar Hıristiyanlığa değil, Hıristiyan inancını benimsemiş insanların tercihine duyulan saygının ürünüdür. Elbette bir Müslüman, İslamiyet dışındaki dinleri “din” olarak görmez. Ancak insanların farklı inanç tercihine saygı göstermek de müslümanca müsamahanın gereğidir. Çünkü İslâm’da insan “hayatın merkezi”dir. Hayat insan için var edilmiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Kâinat hayat için, hayat insan içindir.”
***
Fetihten hemen sonra Fatih'in Bizans ve Ceneviz halkına (İstanbul’da yaşayan Hıristiyanlara) hitaben yayınladığı şu “Amannâme”ye, “çağdaş insan hakları”, “çağdaş demokrasi” ve “çağdaş hoşgörü” çerçevesinde bakar mısınız lütfen: (Bugünkü dille ve özet olarak)
“Biz ki, emir-i âzam Sultan Murad Han oğlu padişah-ı muazzam ve emir-i âzam Sultan Mehmed Hanız… Yerleri ve gökleri yaratan Allah adına, büyük Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm adına, yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim adına, Allah’ın yirmi dört bin peygamberi adına, büyük babamız ve babamızın ruhuna, oğullarımız adına, kuşandığımız kılıç adına yemin ederiz ki…
“Şehrin Katolik papazları tarafından, bizim Bab-ı Hümayûnûmuza temsilci olarak gönderilen rahiplerle Senyör Baraban Balios,Senyör Markiz Drifango ve tercümen Nikola Pelazoni’nin dileği üzerine, Galata halkının, bize tabi olan sair halklar gibi, âdet ve ibâdetlerini serbestçe yapmalarına izin veriyoruz.
“Sadece Galata Hisarı yıkılacak, ahalinin barınakları, dükkân, bağ, değirmen, gemi, ticarethane ve sair emvaline dokunulmayacaktır…
“Ailelerine eskisi gibi sahip olacaklar, istedikleri şekilde idare edeceklerdir. Ticaret mallarını mülkümüzün her tarafında satmaya izinlidirler. Karada ve denizde serbestçe seyahat edebilecekleri gibi, gümrük ve angaryadan da muaf tutulacaklardır. Ancak, itaat altında bulunan sair milletler gibi harç vermekle mükellef olacaklardır…
“Bu kanun ve kaideler bugünden başlayıp ebediyen hükümran olacaktır. Biz onları kendimizi korur gibi koruyup gözeteceğiz…”
“Bu bölge ahalisi kiliselerinde diledikleri gibi âyin düzenleyebilecekler, kiliseleri camiye çevrilmeyecek, ancak yeni kilise yapımına ve çan çalınmasına izin verilmeyecektir.
“Ceneviz tüccarları serbestçe gezip ticaret yapabilirler. Yeniçeri ordusuna katılmak üzere, çocuklarını almayacağız. Dinimizi kabul etmeyenlere karşı aslâı cebir kullanmayacağız.
“Galata ahalisine vaad ediyoruz, kendilerini bir köle gibi idare etmeyeceğiz. Başlarına kendilerinden birini tayin eyleyeceğiz. İçlerinden birini anlaşmazlıkları halletmek üzere seçsinler.
“Din adamlarına (Arhontlara ve Kâhyalara) kötü söz söylenemeyecektir. Burada yazılı olduğu gibi, haracını verenler, hükme tabi olanlar serbesttir. “Âlemin yaratılışının 6961’inci ve Hicretin 857. senesinin Cemaziyelevvelinde yazılmıştır.” İmza: “Elfakir Zağanos.”
Zağanos Paşa’nın imzası ve Fatih Sultan Mehmed’in tuğrasıyla çıkan bu “Amannâme”, bir “insan hakları belgesi” olarak, kuşkusuz kendi çağını çok aşan görüşler ihtiva ediyor.
Açıkçası, insan hakları açısından dünümüz, pek çok konuda olduğu gibi, bugünümüzden çok daha iyi durumdadır. Üstelik “Amanname”de belirtilen hak ve özgürlükler, Hıristiyan halka verilmiştir ki, çağın kılıçla, kuvvetle değil, hak ve adaletle açıldığının da göstergesidir.
Fatih, bir inanç, bir felsefe sistemiyle “savaş”ırken bile o dinin, o felsefenin mensuplarını “insanlık” ekseninde kutsamakta, neye inanırlarsa inansınlar, nasıl düşünürlarse düşünsünler, “insan kimliği”ne “müsamaha” temelinde yaklaşmaktadır.
Bu tavır, Yunus’un “Yaradan”dan ötürü “yaradılan”ı hoş gören mantığına da uygundur. İşte bu “tolerans mantığı”dır! Fatih Sultan Mehmed kılıcıyla değil, “tolerans mantığı”yla ortaçağın katı kalıplarını kırmış, hayatı yeni bir çağla tanıştırmıştı.
***
Fatih Sultan Mehmed, Balkan bölgesini fethettiği zaman, Bosna’daki Lâtin papazlara 1478 tarihli bir ferman verdi. Fermanda özet olarak (bugünkü dille) şöyle diyordu:
“Ben ki Sultan Mehmed Han’ım; üst ve alt tabakada bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki; bu fermanımızı taşıyan Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum: Söz konusu rahiplere ve kiliselerine hiç kimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara emn-ü aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerine yerleşsinler. Ne ben, ne vezirlerim, ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara (papazlara) herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışardan memleketimize getirecekleri kimselere, yeri ve göğü Yaratan Allah hakkı için, Peygamberimiz Muhammed Mustafa hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bir peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç hakkı için en ağır yeminlerle yemin ederim ki, yukarıda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları müddetçe, hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir.”
***
Biliyoruz ki, Osmanlı Devleti çok uluslu ve çok kültürlü bir mozaikti... Farklı dinleri, dilleri, ırkları bünyesinde barındırırdı...
Farklı dinlere mensup insanlar yer yer aynı mahallelerde de otururlardı, ancak genelde farklı unsurlar farklı bölgelerde yaşardı. Bu eğilim hâlâ da var.
Meselâ iç Balat'ta nüfusun büyük çoğunluğunu Yahudiler oluştururdu. Dış Balat'ta ise Edirnekapı ve Draman'a doğru Türkler, Fener'e doğru Rumlar, iki kilisenin arasında kalan bölgede ise Ermeniler otururdu. Bölgede çok az sayıda da Acem, Arnavut ve Bulgar vardı. Ermenilerin bir bölümü de Samatya ve Kumkapı civarında ikâmet ediyorlardı.
Sefardim kolundan Yahudiler, Fatih Sultan Mehmed'in oğlu, Sultan İkinci Bayezıd'ın davetiyle Onbeşinci Yüzyıl İspanya'sından İstanbul’a geldiklerinde Balat'a yerleştirildiler. İstanbul'un öbür Yahudi semtleri Hasköy ve Ortaköy'dü. Yahudiler Hasköy'e, onyedinci yüzyılda Eminönü'de Yenicami yapılacağı zaman aktarıldılar.
Karaim Yahudileri ise Bizans döneminden beri Eminönü ve Karaköy'de (Karai Köy) oturuyorlardı (İstanbul'da ilk apartmanları da Karaim Yahudileri yapmıştır). Çingeneler de çoğunlukla Sulukule'yi mekân tutmuşlardı. Galata'da, fetih öncesinden kalma bir Ceneviz kolonisi vardı.
Elçilikler onaltıncı yüzyıl sonlarından başlayarak bugün Beyoğlu olarak bilinen Pera'ya yerleştiler. Cadde-i Kebir (şimdiki İstiklâl Caddesi) boyunca sıralanan elçilikler çok geçmeden Avrupalı tüccarları İstanbul'un varlıklı Rumlarını, Ermenileri ve Levantenleri de buraya çekti. Zaman içinde Yahudiler de Pera'ya taşındılar.
Cumhuriyet döneminin başlarına kadar Türkler Pera'da azınlıktaydı. Osmanlı mozaiğinin belli başlı öğeleri olan bu insanlar asırlar boyunca barış içinde yaşadılar, birbirleriyle hem alışveriş, hem de komşuluk yaptılar.
Ramazanlarda ve özellikle kandil gecelerinde gayrimüslim komşular pişirdiklerinden Müslüman komşularına da verir, Müslümanlar gayrimüslim komşularının mutfağında pişen lezzetli yemekleri hiç tereddüt etmeden afiyetle yerlerdi.
Çünkü gayrimüslim komşuların dini anlayışı, Müslümanın haram saydığı yiyecekleri ikram etmeye engeldi. Bu konuda sessiz yüreklerde mühürlenen bir anlaşma var gibiydi
Buna karşılık Müslümanlar da gayrimüslim komşularının kutsal günlerini tebrik etmeyi görev sayarlardı. Asla kimse kimsenin dinine kem söz söylemez, kimse kimsenin kıyafetine yaz göz bakmazdı. Bu yaklaşım bir anlamda Fatih Fermanı’nın gereğiydi: “Kimse kimseye yan göz bakmayacak, kem söz söylemeyecek”ti.
Teofania ve Paskalya öncesi oruç sırasında aşure pişirilip dağıtılırdı. Paskalya orucu öncesinde, dört haftalık karnaval süresince İstanbullu Rum hanımlar konuklarına ikram etmek için şuruplu tatlılar, baklava, revani, kaymaklı ekmek kadayıfı, vişne reçeli sürülmüş kızarmış ekmek dilimleri, İrmik helvası gibi yiyecekler hazırlarlardı.
Evangelismos ve Vaion yortu günlerinde sofralarda balık hakim olurken; Sarakosti (Paskalya Orucu) süresince çarşamba ve cuma günleri sofrada sade suda haşlanmış yemekler bulunurdu. Paskalya sofralarında soğan kabuklarıyla boyanmış yumurta sepetleri de yer alırdı.
Müslümanlar oruçlarını tutarken, Yahudi ve Hıristiyanlar da Müslüman komşularıyla hemen hemen aynı günlerde perhiz dönemleri yaşarlardı.
Paskalya günlerinde pastanelerin vitrinlerini süsleyen Paskalya çörekleri ve renkli yumurtalar inançlar arası toleransın simgeleriydi.
Bir birimize tahammülsüzlük hastalığı, içimize Batılılaşma sürecinde girdi. Geleneksel yapımızda, farklılıkları yüzünden insanları yadırgamak, yargılamak, horlamak, aşağılamak, ya da üzerlerine baskı kurmak yoktur. İnanca baskı anlayışı tamamıyla Batılı bir anlayıştır.
Meselâ Almanya’da, kaç Musevî Alman’ın evlilik yapabileceği kanunla belirlenmişti. Bu kanun 1834 yılına kadar yürürlükte kaldıktan sonra, 1864’de yürürlükten kaldırıldı. Museviler Hıristiyanlarla eşitlendi. Ne var ki, Hitler iktidara geldi ve Musevileri, sırf dinleri farklı olduğu için, fırınlarda yaktı.
“Demokrasi’nin beşiği” saydığımız İngiltere’de, ancak 1828’den itibaren başlayan bir süreç içinde “inançlara özgürlük” sağlandı. Bununla birlikte, halen, Anglikan Kilisesi’ne (Katolikliğin kısmen yumuşatılmasından oluşturulmuş bir yorum) bağlı olmayan bir hanedan mensubu kral ve kraliçe olamaz: Yani şimdiki Veliaht Prens Charles, “Ben Katolik oldum”, yahut “Ben Ortodoksum” dese İngiltere tahtına asla geçemez.
Hâlbuki günümüz anlayışından beşyüz sene evvel, Osmanlılar Rum ve Ermenileri devletin en üst makamlarına tayin etmekte bir mahzur görmüyorlardı.
Onsekizinci yüzyıl sonlarına kadar Fransa’da Protestanların evlenme hakkı yoktu. Fransız Protestanlar hiçbir şekilde karı-koca olamadıklarından, tabii ana-baba da olamazlardı.
Amerika’da ise, daha düne kadar zencilere reva görülen muameleyi hepimiz biliyoruz. Sadece ayak işleri’nde çalışabiliyorlar, beyazların otobüsüne binemiyor, okuluna gidemiyor, çok varlıklı bile olsalar beyazların yoğun olduğu semtlerde ev tutamıyorlardı.
Beyaz önderler tarafından hepsi aynı isimle çağrılıyordu: “Pis zenci!..”
Keza Güney Afrika’da, yine düne kadar zencilerin hiçbir hakkı yoktu: Zenci lider Mandela (cumhurbaşkanı oldu) zenci haklarını savunma suçundan(!) en verimli yirmi senesini cezaevinde geçirmişti.
***
Endülüs, Müslüman fatihlerin İspanya'ya verdikleri isimdir. İspanya, 711’den itibaren Müslümanların hakimiyetine girmiş, zaman içinde coğrafi sınırları daralmakla birlikte, sekiz asır boyunca İslam ülkesi olarak kalmış, bu süreçte tüm Avrupa’ya ilmin ışığını saçmıştır. O kadar ki, Avrupalı kralların çocukları Endülüs üniversitelerinde eğitim görürdü.
Avrupa'da papazlar dışında okuma yazma bilen insan bulmak neredeyse imkânsızken, Endülüs’te eğitim faaliyetleri en üst noktaya çıkıyor, halkın neredeyse tümü okuma-yazma biliyordu.
Ekonomisi mükemmeldi. Mimarisi örnek alınacak üstünlükteydi. Ayrıca devletin başkenti Kurtuba (Cordova) bir diplomasi merkezi haline gelmiş, sağlanan hoşgörü ortamı sayesinde cami, kilise ve havra kavgasız-gürültüsüz biçimde yan yana yaşamaya başlamıştı.
Özet olarak Endülüs, Avrupa'nın en güçlü, en seçkin, en zengin devletiydi. Fakat zamanla zayıfladı. Dış saldırılara eklenen iç ihtilaflar yüzünden kendi içine büzüldü. Sonra da çözülüp dağılma sürecine girdi.
1490 senesinde Hıristiyan orduları tarafından kuşatılan son kale Gırnata, 1492 de yapılan bir anlaşma ile Müslümanların dini ve medeni hakları garanti altına alınması şartıyla teslim oldu. Böylece, İspanya'da sekiz asırdır devam eden İslam hâkimiyeti son buldu.
İspanya’nın Katolik Kralı Ferdinand’la Kraliçe İzabella’nın önderliğinde İspanya’da tarihte emsali görülmemiş bir “cinnet dönemi” açıldı. Müslümanları kapalı mekânlara doldurarak üzerlerine vaftiz suyu serpiyor, sonra da Hıristiyan oldukları ilan ediliyordu.
Kur'an' ı Kerim ve diğer Arapça eserler toplatıldı, kütüphaneler boşaltıldı, yahut yakıldı, Müslümanların öteden beri giydiği geleneksel kıyafetler yasaklandı. Çocuklarına Arapça öğreten herkes cezalandırıldı. Camiler kiliseye çevrildi. Karşı gelenler Engizisyon Mahkemeleri’ne sevk edildi. (Kimi İspanyol kaynaklarına göre, Engizisyon, en az üç bin Müslüman’ın kazığa oturtularak, ya da yakılarak öldürülmesine hükmetmiş) Kalanını da 1609 yılı itibariyle sınır dışı etti.
Öte yandan, aynı topraklarda Yahudiler de kendi dramlarını yaşıyorlardı: Egice Başpiskoposu’nun çalışmalarıyla başlatılan Yahudi aleyhtarlığı, (1391) çok sayıda Hıristiyan papazın da destek vermesiyle yayılmıştı. Yahudiler varlıklarını sürdürebilmek için Hıristiyanlığı kabul etmiş görünerek inançlarını gizli yaşıyorlardı. Bir süre sonra papazlar, kendilerine “Marrano” (dönme) dedikleri Yahudi asıllıların Hıristiyanlıklarından şüphe etmeye başladılar. 1464 yılında devlet ile kilise bir araya gelerek Yahudi asıllı Hıristiyanların gerçekten Hıristiyanlığı kabul edip etmediklerini test etmeye karar verdi. Bu amaçla üç kişilik bir engizisyon heyeti oluşturuldu ve mahkemeler kuruldu. Çok sayıda Yahudi ağır şekilde cezalandırıldı. O dönemde Baş Engizitör (Engizisyon Başkanı) tayin edilen Thomas de Toquemada’nın kararıyla pek çok Yahudi yakıldı. En son Kraliçe İsabella'nın kararıyla 31 Mart 1492 tarihinde bütün Yahudilerin İspanya'yı terk etmelerini isteyen bir ferman çıkarıldı. Aynı yılın Mayıs ayında yürürlüğe sokulan ferman ülkedeki bütün Yahudilerin 02 Ağustos 1492 tarihine kadar İspanya'yı terk etmelerini istiyordu.
İşte bu Yahudiler kendilerine yeni bir yurt bulabilmek için bir çok Avrupa ülkesinin kapısını çaldılar, ama kapılar suratlarına kapandı. Sadece Osmanlı Devleti, çaresiz kalan Yahudilere kapılarını açtı. İspanya'dan sürgün edilen Yahudilerin 150 bin kadarı ilk etapta Osmanlı Devleti’ne getirildi. Diğerlerinin de önemli bir kısmı Polonya ve Rusya yoluyla Osmanlı topraklarına sığındılar.
Kendilerine “Sefarad” adı verilen bu Yahudilerin büyük çoğunluğu Selanik ve İstanbul'a yerleştirildiler. Göç olayının yaşandığı sırada Osmanlı Padişahı olan Sultan II. Bayezid Yahudilerin iyi karşılanmaları için bütün illere emirnameler göndermiş, hatta bunlara zarar verenlerin idamla cezalandırılacaklarını duyurmuştu.
“Öteki”ni koruma uğruna, “kendinden olanı” cezalandırmayı göze almanın bundan daha çarpıcı örneğini tarih içinde bulmaya imkân var mı?
Demek istediğim, Hranat Dink cinayetinin canilerini lânetlemek başka, geçmişimizden utanıyormuşuz gibi, “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağırmak başkadır.
Çünkü çok daha iyi bir yerdeyiz: Tarih boyunca, hangi inanç sisteminden ve ırktan olursa olsun, acze düşmüş tüm varlıkları koruyan bir milletiz.
Ne kendimizi ibra etmeye, ne de başka mensubiyetler aramaya ihtiyacımız yok: Bu şeref bize kıyamete kadar yeter!