Forum Hafızoğlu

Tam Versiyon: Biz bir vadide, Kur’an bir vadide olmamalı!(1)
Şu anda tam olmayan bir versiyonun içeriğine bakıyorsunuz. Tam versiyon'a bakınız.
Biz bir vadide, Kur’an bir vadide olmamalı!

>MUSTAFA AYDINKur’an-ı Kerim ayda, hiç olmazsa yılda en az bir defa
>hatmedilmelidir. Eğer yılda bir defa olsun hatmedilemiyorsa,
>büyüğüklerimizin ifadesiyle Kur’an “metruk/terk edilmiş” sayılabilir.
>Kur’an’ı anlamak için bir o kadar da Efendimiz’in sünnetinin, hayat
>düsturlarının bilinmesi lazımdır. Yoksa Muhammed İkbal’in ifadesiyle, çok
>defa “kalpler mü’min, kafalar da gayri mü’min” olur. Sünnet, Kurân’ın
>tertibi ve hayata geçirilişini ifade eder. Bu yüzden o bilinmezse, Kur’an
>kültürü anlaşılmaz. Anlaşılmadığı için de hayata geçirilemez.
>
>Efendimiz, “Onlar bir vadide, Kur’an ayrı bir vadidedir.” buyurarak,
>ümmetine âit olumsuz görüntülerden birini tablolaştırır. Bu hadisten bizim
>anladığımız, ümmetin Kur’an kültüründen uzaklaşacağı şeklindedir ki; en az
>beş asırdır Müslümanlar böyle bir mahrumiyetin cenderesi içindedirler. Bu
>meyanda kimse “O kadar yoğun işin arasında vakit bulamıyoruz, gece geç
>vakitlerde eve yorgun olarak geliyoruz” vs. türünden mazeretler
>uydurmamalıdır. Böyle mazeretlerin arkasına sığınanlar, dönüp günlük
>hayatlarına baksalar, bir hiç uğruna ne kıymetli zamanlarını harcadıklarını
>göreceklerdir. Bazen bir bardak çay için saatler harcanır, bazen de en
>hayatî işler için vakit bulunamaz.
>
>Evet, günlük hayatımızı gözden geçirdiğimizde buna benzer bir hayli örnekle
>karşılaşabiliriz. Boş ve abes şeylerle zayi ettiğimiz dünya kadar zamanımız
>olduğunu söylemeye gerek yok. Mısır’a giden dostlarımız orada
>taksicisinden, esnafına kadar herkesin fırsat bulduğu her zaman diliminde
>Kur’an okuduğunu, küçük mushafını cebinde sürekli taşıdıklarını hayretle
>anlatırlar. Bizler niçin Mısırlı kardeşlerimiz gibi olmayalım? Netice
>itibarıyla; mutlaka herkesin Kur’an-ı Kerim’e ve Allah’ı anmaya ayıracağı
>bir zamanı olmalı ve bu konuda hiçbir mazeret ileri sürülmemelidir. Kur’an,
>Rabbimiz’le irtibat noktamızdır. İrtibatı koparmayalım.(alıntıdır)
--------------------------------------------------------------------------------
Ne zaman Mescid-i Haram’a varsam, birçoklarını elinde Kur’an’la görüyordum. Hele Rükn-i Yemâni’ye bakan tarafta bulunan klimalı bölümün iki katı da özellikle keyfine düşkün yerliler tarafından tıka basa dolduruluyordu.

Bunların hemen hepsi orada her direğin dibinde yığılı bulunan Mushaflara hücum edip, namaza kadar okuyorlardı.


Özellikle ana dili Arapça olmayan insanlar her Arab’ın Kur’an’ı şıp diye anlayacağını zanneder. Yanlış. Ana dili Arapça olmak Kur’an ile ünsiyeti sadece kolaylaştırabilir, ama asla anlama garantisi sağlamaz. Bu avantajına karşılık bir de dezavantajı vardır: Ana dili Arapça olduğu için Kur’an’a karşı laubalilik. Malum, bilmeyen ve bilmediğini bilenin bir gün öğrenme şansı vardır. Ama bilmediği halde bildiğini sanan asla öğrenemez.


Haclarımdan birindeydi. Kur’an okuyordum. Bir âyet geldi önüme. Âyetin ruha işleyen manasından dehşete düşmüştüm. Yanımdaki Arap olduğu her halinden belli olan genci denemek geçti içimden. Ona âyeti okuyup âyetteki “ya’şu” kelimesinin anlamını sordum. Anlamını ne yapacaksın der gibi baktı yüzüme. Bilip bilmediğini çıkaramadım. Bu zaten o kadar da önemli değildi. Vahim olan, onun Kur’an’ın anlama isteğini garipsemesiydi.


Anlaşılan o da milyonlarca türdeşi gibi Kur’an’ı teberruken telaffuz edilip rafa kaldırılan bir “mukaddes eşya” olarak görüyordu. Bu olaydan sonra her seferinde insanların Kur’an’la ilişkilerini özel olarak gözlemeye başladım. Özellikle Haremeyn’e her gidişimde bu işe zaman ayırdım. Sürekli gözlemledim.


Sonuç gerçekten vahimdi. İnsanlar Kur’an’a “kutsal eşya” muamelesi yapıyorlardı. Sevabına okuyorlar ve rafa kaldırıyorlardı. Kalpleri yalnızca Allah bilir. Fakat okuyanların yüzlerinde herhangi bir emareye rastlamadım.

Okuma akışı içinde azap âyetinde hüzünlenen, rahmet âyetinde sevinçten ışıyan bir yüz mesela... Cennetten bahseden âyet gelince sürur yayılan, cehennemden bahseden âyet gelince kederini belli eden bir yüz...

Manevi yaralarına, bireysel ve toplumsal hastalıklarına, duygusal ve düşünsel dertlerine dermanını Kur’an eczanesinde arayan...


Zaten halinde ve tavrında Kur’an’dan eser yok. İşte ibretlik bir örnek: Harem’de Cuma kılınacak. İğne atsan düşmeyecek kadar kalabalık. Beyimiz iki bacağını da açabildiği kadar açıp kurulmuş. Hilafsız iki kişilik yere yayılmış. Arkadan sizin geldiğinizi fark edince gelip yanına oturmasın diye daha bir yayılıyor. Cemaat namaza kalkınca kendine bir yer bulma ümidiyle, insanlar dakikalarca ayakta bekliyorlar. Namaza kalkınca ben kendi yerimi ayakta uzun süre bekleyen iki delikanlıya verip, ön safta yayılan efendiden tüm özür ve nezaket kelimelerini sıralayarak izin istedim. Çirkin, kaba ve bedevice bir tavırla reddetti. “Namaz insanı her tür ahlâksızlıktan ve çirkinlikten alıkoyar” âyetini okuyup, “Birr ve takva budur” dedim. Yaklaşık bir saate yakın uğuna uğuna önümde Kur’an okuyan işte bu efendiydi.


İçimden çok diledim; biri gelse, yerimi ona verip ben Cuma yerine öğle namazıyla yetinsem, acaba bu adamın yüreğinde insani bir duygu oluşturabilir miyim, diye. Ama gelmedi.


Namaz kılmak kolay iş. Namazın maksadını hayatımızda gerçekleştirmek zor iş.

Kur’an kıraat etmek kolay iş. Kur’anî ahlak ile donanmak zor, ama çok zor iş.

Hacca gitmek kolay iş. Hacı olmak, Âdem gibi adam olmak zor iş.


Kur’an’ın tefekkür, tedebbür, taakkul, tezekkür ve tefakkûh üzerinde neden bu kadar durduğu sanırım daha iyi anlaşılıyor.


Boşuna demiyor Kur’an, “Onlar Kur’an üzerinde derin derin düşünmüyorlar mı?” diye.

“Kur’an tak diye emir verir, mü’min şak diye yapar” mı diyeceksiniz. Eğer iş böyleyse, Kur’an üzerinde düşünme emri de neyin nesiydi? Belli ki iş böyle değil. Son sözü Kur’an söylesin: “Aklını kullanmayanları Allah pisliğe mahkûm eder.”

M.İslamoğlu