Forum Hafızoğlu

Tam Versiyon: Ortadoğu Ve Hicaz Bölgesindeki Misyoner Faaliyetleri
Şu anda tam olmayan bir versiyonun içeriğine bakıyorsunuz. Tam versiyon'a bakınız.
{EDITOR=<font class="option" size="3"><b>ORTADOĞU VE HİCAZ BÖLGESİNDEKİ MİSYONER FAALİYETLERİ </b></font><font size="3"><br><br>Humpher,1710 yılında İngiliz Sömürgeler Bakanlığı’nın emriyle Mısır, Irak,İran, Hicaz ve hilafet merkezi İstanbul’da casusluk faaliyetleri yapmakve bu bölgelerde İngiliz çıkarlarına hizmet etmek maksadıylagörevlendirilmiş bir İngiliz ajanıdır. Basra’ya giderek MuhammedAbdülvehhab ile dostluk kurmuş ve onu İngiliz Sömürgeler Bakanlığı’nınemirleri doğrultusunda yönlendirmiş, Arapları Osmanlı’ya karşıörgütlemek için çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’daiki sene kalıp Kur’an, Arapça ve Türkçe'yi iyice öğrendikten sonraSömürgeler Bakanlığı kendisini Londra’ya çağırmıştır. Daha sonrayaptığı faaliyetleri kendisi şu şekilde ifade etmektedir: </font><p><font size="3">“Diğer dokuz arkadaşım da Londra’ya çağrılmıştı. Ama sadece beşiLondra’ya dönmüştü. Diğer dört kişinin biri Müslüman olarak Mısır’dakalmıştı. Sömürgeler Bakan Yardımcısı bu haberi verirken bu adamınherhangi bir açıklamada bulunmamasından dolayı sevinçliydi. Diğer biriRus asıllı idi ve orada kalmayı yeğlemişti. Zira Rus asıllı casusun anayurduna dönüşü ile birlikte İngiltere Sömürgeler Bakanlığı’nınsırlarını açıklayacağından korkuyordu. Bakan yardımcısı bu adamınbaşından beri İngiltere Sömürgeler Bakanlığı’nda Rus casusu olarakgörev yaptığı, görevi sona erince de vatanına döndüğü kanaatinevarmıştı. Üçüncüsü Bağdat yakınlarındaki Amare kentinde vebahastalığına yakalanarak ölmüştü. Dördüncüsünün akıbeti ise bellideğildi. Sömürgeler Bakanlığı kendisinden, en son bir yıl önce Yemen’inbaşkenti San’a’dan haber almış, daha sonra ise ilişkisi kesilmişti.Sömürgeler Bakanlığı başarılı bir casusun kaybolması karşısındaişlerinin ne kadar aksadığını çok iyi biliyordu. Çünkü her birininüstlendiği görevin önemini en ince ayrıntılarına kadar hesap ediyordu.Casuslardan her birinin kayboluşu İslam ülkelerinde kargaşalık çıkarmakiçin belirli bir programı uygulamanın eşiğine gelen İngiltere içingerçekten büyük bir kayıptı”. Humpher sözlerine şöyle devam ediyor: </font></p><p><font size="3">“Biz öyle bir milletiz ki, az bir nüfus ile önemli görevlerüstlenmişiz. Uzman ve yetişmiş kişilerin kayboluşu elbette bize çokağıra mal olacaktır. </font></p><p><font size="3">(...) Bakan yardımcısı en son raporumun önemli bölümlerini incelediktensonra, Londra’da hazır bulunan 6 casusun raporlarını dinlemek içindüzenlenen konferansa götürdü beni. Sömürgeler Bakanlığı yetkilileri veBakan bu toplantıda hazır bulunuyordu. Arkadaşlarım raporların önemlikesimlerini okudular. Ben de Türkiye hakkında hazırladığım raporun konubaşlıklarını okudum. Bakan Yardımcısı ve diğer bazı yetkililerfaaliyetlerimden dolayı beni kutlayarak teşvik ediyorlardı. Buna rağmenbaşarılar listesinde üçüncü sırada bulunuyordum. </font></p><p><font size="3">Şunu da eklemeliyim ki; Türkçe, Arapça, Kur’an tecvidi ve Kur’antefsiri okuyup öğrenmede çok başarılı olmuştum. Ancak OsmanlıDevleti’nin zayıf noktalarını belirleyip rapor etmede aynı başarıyıkaydedememiştim. Altı saat süren konferanstan sonra Bakan Yardımcısı buzayıf noktamı bana hatırlattı. Ona dedim ki: “Bu iki yılda benim içinönemli olan iki dil öğrenmek, Kur’an ve İslam ahkâmını kavramaktı.Başka işler için yeterli fırsat bulamıyordum. Eğer bana güvenirsenizgelecekte bunu gideririm”. O da bana: “Kuşkusuz ki sen işindebaşarılısın. Ancak biz senin herkesten daha başarılı olmanı bekliyoruz”dedi ve şöyle devam etti: “Gelecekteki görevinde iki önemli noktavardır: Müslümanlar arasına nüfuz ederek aralarında ayrılıkyaratabileceğimiz zayıf noktalarını bulmak. Düşmanı yenebileceğimizunsurlardan birisi budur. </font></p><p><font size="3">Zayıf noktaları belirledikten sonra tefrika ve anlaşmazlık icat etmeyebaşlamak. Bu önemli görevinde başarılı olursan iftihar madalyasınalâyık en iyi İngiliz casuslarından biri olduğuna emin olabilirsin”. </font></p><p><font size="3">Humpher daha sonra altı ay Londra’da kaldığını, bu arada halasınınkızıyla evlendiğini ifade ediyor. Ve sözlerini şöyle sürdürüyor: </font></p><p><font size="3">“Ancak tam bu sırada, Bakanlıktan aldığım bir emirde hiç zamankaybetmeden Irak’a gitmem isteniyordu. Irak uzun yıllar Osmanlıegemenliği altında kalan bir ülkeydi. Bir çok dostumuz gibi ben ve eşimde bu beklenmedik görevden dolayı pek üzülmüştük. Ancak vatan aşkı vearkadaşlar arasındaki rekabet eş ve çocuk sevgisini yenmişti. Bu yüzdengörevi hiç düşünmeden kabul ettim. Görevimi çocuğumuzun doğumundansonraya erteletmek isteyen eşimin ısrarları hiçbir yarar sağlamadı”. </font></p><p><font size="3">İslam ülkelerinde karışıklık ve fitne çıkarma işini vatan aşkı olarakkabul etmiş bulunan Humpher Basra’daki faaliyetlerini şöyle anlatıyor: </font></p><p><font size="3">“Denizlerde altı aylık bir yolculuktan sonra Basra’ya ulaştım. Buşehirde genellikle etraftan gelen kabileler yaşamaktadır. Burada Şii veSünni, İranlı ve Arap olarak iki grup bir arada yaşamaktadır. Basra’daçok az sayıda Hıristiyan da bulunmaktadır. Hayatımda ilk kez Şii veİranlılar ile tanışıyorum. </font></p><p><font size="3">Sömürgeler Bakanlığı’nın yüksek makamlarına bir keresinde Sünni-Şiiihtilafı konusunu açarak dedim ki, ‘Müslümanlar eğer yaşamanın anlamınıkavramış olsalardı aralarındaki bu ihtilafa son verir, birlikolurlardı’. Meclis Başkanı aniden sözümü keserek: ‘Sen Müslümanlararasındaki ihtilaf ateşini körüklemelisin. Oysa şimdi onları birliğedavet ediyor gibisin’ demişti. Yine Bakan Yardımcısı beni Irakyolculuğuna göndermeden önce şöyle diyordu: ‘Humpher, sen bilirsin kisavaş doğal bir şeydir. Allah’ın Adem’i yarattığı ve Hâbil’le Kâbil’indoğduğu zamandan itibaren insanlar arasında sürekli ihtilaflar mevcutolmuştur. Ve bu ihtilaflar Mesih (Hz. İsa) dönünceye kadar devamedecektir. İnsanlar arasındaki ihtilafları 5 kısma ayırabiliriz: </font></p><p><font size="3">- Renk ayırımı (siyah-beyaz vs.), <br>- Kabile ihtilafları, <br>-Arazi ihtilafları, <br>- Dinî ihtilaflar, <br>- Milliyetçilik. </font></p><p><font size="3">Senin bu yolculuktaki en önemli görevin Müslümanlar arasındakiihtilafların boyutlarını belirlemektir. Ayrılık ateşini patlayıncayakadar körüklemenin yollarını arayıp bulmalısın. Bu konuda edineceğinbilgileri Londra’ya iletmelisin. Eğer başarabilirsen bazı İslamtopraklarında Sünni-Şii savaşı başlar. Bunu yapabilirsen BüyükBritanya’ya en büyük hizmeti yapmış olursun”. </font></p><p><font size="3">Sömürgeler Bakanının Yardımcısı sözlerine şu şekilde devam ediyor: </font></p><p><font size="3">“Biz İngilizler sömürülen ülkelerde ayrılık tohumlarını ekmedikçe veayrılık ateşini tutuşturmadıkça rahat ve müreffeh yaşayamayacağız. BizOsmanlı İmparatorluğu’nu şehirlerde ve sultası altındaki ülkelerdekargaşalık ve ayaklanmalar icat ettiğimiz taktirde yenebiliriz. Küçükİngiliz halkı böyle geniş bir toprağı başka türlü nasıl işgal edebilir?Bu durumda sayın Hemofer, sen bütün gücünle karışıklık, ayrılık veayaklanma ateşini tutuşturmaya çalışmalısın. Göreve bu noktadanbaşlamalısın. Şunu bil ki Osmanlı ve İranlıların bölgedeki gücüsarsılmaktadır. Sen halkı yöneticilere karşı kışkırtmakla görevlisin.Tarihî kanıtlar şunu ispat etmiştir ki; bütün inkılaplar halkınyöneticilere karşı ayaklanması ile başlamıştır. Eğer bir bölgede halkarasında ihtilaf, kargaşalık baş gösterirse, birlikten vazgeçerlerseonları sömürme ortamı kendiliğinden doğmuş olur”. </font></p><p><font size="3">Bu görevle yola çıkan Humpher Basra’ya geliyor. Ve burada M.Abdülvehhab ile yakınlık kuruyor. Bu dönemi ‘Hatırat-ı Humpher’ isimlikitabında şöyle nakletmektedir: </font></p><p><font size="3">“Basra’ya geldikten sonra şehrin camilerinden birine gittim. Camininimamı meşhur Sünni alimlerden Şeyh Ömer Tai idi. Onu tanıdım. Saygı ileyaklaşarak selam verdim. Ancak şeyh ilk anda benden şüphelenmiş. Banasorular yöneltiyor, ailemi, memleketimi, geçmişimi sorup duruyordu.Rengimin ve lehçemin onu şüphelendirdiğini sanıyorum. Ama bir şekildekendimi bu sıkışıklıktan kurtarabilmiştim. Şeyh’in sorularınıncevabında: ‘Türkiye’nin Iğdır halkındanım, İstanbul’da Şeyh Ahmed’inöğrencisiydim. Marangoz Halid’in yanında çalıştım’ dedim. Türkiye’deöğrendiklerimi teker teker ona söyledim. Bu arada Şeyhin, yakınlarındanbirine işaret ettiğini anladım. Türkçe'yi nasıl bildiğimi öğrenmekistiyordu. O şahıs göz işareti ile olumlu cevap vermişti. Buna çoksevindim. Çünkü Şeyhin gönlünü biraz olsun elde etmiştim. Ancaksevincim aldatıcı bir seraptan başka bir şey değilmiş meğer. Bir süresonra Şeyhin bana hâlâ kötümser olduğunu anladım. Şeyh, OsmanlıDevleti’nce Basra’ya atanan valiye karşı olduğu için beni Osmanlıcasusu sanıyormuş. </font></p><p><font size="3">Başka çarem yoktu. Şeyh Ömer’in camiinden yolcular ve yabancılarınkaldığı kervansaraya taşındım. Orada bir oda kiraladım. Kervansaraysahibi her sabah misafirleri rahatsız eden anormal bir kimseydi. Sabahezanından sonra henüz hava karanlıkken kapımı kırarcasına çalıyor, beninamaza uyandırıyordu. Dolayısıyla güneş doğuncaya kadar Kur’an okumakzorunda kalıyordum. Ona henüz sabah namazının vakti çıkmadığı haldeneden bu kadar ısrar ediyorsun, dediğimde sabah uyumak fakirlik vebedbahtlık getirir dedi. Uyanmaktan başka çarem yoktu. </font></p><p><font size="3">Karşılaştığım zorluklar bununla son bulmuyordu. Bir gün kervansarayınsahibi Mürşit Efendi bana gelerek, ‘sen buraya geldiğin günden beriişlerim ters gitmektedir. Bu da senin ne kadar kötü bir insan olduğunugöstermektedir. Çünkü sen evlenmemiş, bekarsın. Ya hemen evlenmelisin,ya da odayı boşaltmalısın’. Dedim ki, ‘efendi hangi parayla evleneyimben?’ Mürşit Efendi cevaben dedi ki, ‘Ey imanı zayıf kafir, senKur’an’da okumadım mı ki Allah şöyle buyuruyor: Fakir olanları Allahzenginleştirecek’. Bu sözden anlamaz ile ne yapacağımı şaşırmıştım. </font></p><p><font size="3">Nihayet Mürşit Efendinin baskısı sonucu kervansarayı terk edip birmarangozun yanına işe girdim. Yiyecek ve yatacak yerin marangoztarafından karşılanacağı şartıyla tabii. Buna karşılık ben de az ücretalacaktım. Receb ayı gelmeden yeni yerime taşındım. Marangoz ustanınismi Abdurrıza idi. Bana bir evladı gibi davranırdı. </font></p><p><font size="3">Abdurrıza İran asıllı bir Şii ve Horasanlı idi. Ben fırsattanyararlanarak onun yanında Farsça öğrenmeye başladım. Basra’da bulunanİranlılar -ki hepsi Şii idiler- onun yanında toplanarak çeşitlikonularda sohbetler yapıyorlardı. Siyasetten, ekonomiden, bazen deOsmanlı Devleti aleyhine yapılan konuşmalardan ibaretti bu sözler.Özellikle İstanbul’da oturan Müslümanlar ve Osmanlı sultanı hakkındakonuşurlardı. Bir yabancı müşteri içeriye girerse hemen konuyudeğiştirip önemsiz, kişisel konulara geçiyorlardı. </font></p><p><font size="3">Bana nasıl güvenip de yanımda her şeyi rahatça söylüyorlardı,anlayamadım. Daha sonra anladım ki, Azerbaycan Türklerinden sanmışlardıbeni. Rengim ve tipim daha çok Azerbaycanlılara benziyormuş. </font></p><p><font size="3">Bu marangozhanede çalıştığım sırada, oraya sık sık gelip giden Arapça ,Farsça ve Türkçe bilen bir gençle tanıştım. Din eğitimi gören birtalebe elbisesi içinde bulunan bu gencin ismi Muhammed bin Abdülvehhabidi. Makama düşkün, yükseklerden uçan, son derece asabi bir gençti.Osmanlı hükümetinden çok nefret ediyor ve hep aleyhinde konuşuyordu.İran hükümeti ile uğraşmıyordu. Marangoz Abdurrıza ile dostluğu, herikisinin de Osmanlı’ya karşı olmalarından kaynaklanıyordu. Sünni olanbu genç ile Şii olan Abdurrıza nasıl dost olmuşlardı bir türlüanlayamadım. Gerçi bu tip dostluklar Basra’da çok sık gözükürdü. Çünküşehir halkının bir kısmı Şii, bir kısmı Sünni idi. </font></p><p><font size="3">Muhammed bin Abdülvehhab tam anlamıyla özgür düşünüyor, Sünnilik veŞiiliğe karşı hiçbir taassub duymuyordu. Oysa Sünnilerin çoğu, Şiilerekarşıydılar ve bazı Sünni müftüleri Şiileri tekfir ediyorlardı. ŞeyhMuhammed’in dört mezhebe de herhangi bir bağımlılığı yoktu. ‘Kur’an’davar olan bize yeter’ diyordu. </font></p><p><font size="3">Yükseklerden uçan Muhammed Abdülvehhab’ın Kur’an ve hadis üzerindeşahsî mütalaaları vardı. Görüşlerini ispat etmek için bazı alimleringörüşlerine değiniyordu. Sadece Ehl-i Sünnet âlimlerinin değinmeklekalmayıp Ebubekir ve Ömer’in görüşlerini de kanıtlar ileri sürerekİslam fıkhındaki üstünlüğünü kanıtlamaya çalışıyordu. Bazen görüşleriünlü âlimlere ters düşmekteydi. Şeyh sürekli diyordu ki: ‘İslamPeygamberi bize değişmez temel kaynaklar olarak sadece Kitap ve Sünnetibırakmıştır. Ama hiçbir zaman sahabe ve imamların sözleri değişmez birvahiydir dememiştir. O halde biz sadece Kur’an ve Sünnete uymaklamükellefiz. Her ne kadar âlimler ve mezhep liderleri farklı görüşleripaylaşsalar bile...’ </font></p><p><font size="3">Bir gün marangoz Abdurrıza’nın evinde İran’dan gelen bir Şii âlimi ilearasında bir tartışma oldu. Şeyh Cevad Kummi adındaki İranlı şahısla M.Abdülvehhab arasında temelde anlaşmazlık vardı. Ve aralarındakitartışma kısa sürede sinirli ve üzücü konuşmalara dönüşmüştü. </font></p><p><font size="3">Ben bu konuşmadan çok zevk alıyordum. Görüyordum ki, MuhammedAbdülvehhab Şeyh Cevad Kummi’nin karşısında avcının pençesine düşmüşbir serçe gibi kıvranıyor, cevap veremiyordu. </font></p><p><font size="3">Bu mağrur genç ile, İstanbul’da tanıştığım yaşlı Türk arasında büyükfarklar vardı. Hanefî mezhebinden olan o yaşlı adam, Ebu Hanife’ninismini anmadan önce abdest alırdı. Ehl-i Sünnetin en muteber hadiskitaplarından olan ‘Sahih-i Buhari’ye çok değer verir, abdest aldıktansonra kitabı alır mütalaa ederdi. Muhammed Abdülvehhab tam tersine EbuHanife’yi tahkir eder, ona itibar edemezdi. Ebu Hanife’den çokbildiğini ve ‘Sahih-i Buhari’ kitabının yarıdan fazlasının hiçbir işeyaramadığını iddia ederdi. Her hâlükârda ben Muhammed ile samimiyetiartırarak dostluk kurmaya başladım. Sürekli olarak onu, Allah senibüyük bir dâhi olarak yaratmış, sana Ali ve Ömer’den daha fazla akılvermiş diye tahrik ediyordum. Eğer sen Peygamber zamanında yaşasaydın,kesin olarak onların yerine geçerdin, diyordum. Onu her zaman seven,saygı duyan birisi olarak gözüküyor ve şöyle konuşuyordum: ‘İslam’daçok yakında meydana gelecek gelişmelerin senin önderliğinde gelişmesiniümit ederim. Zira İslam’ı bu düşüşten sadece sen kurtarabilirsin.İslam’ı düşüşten kurtarman için herkes sana ümit bağlamış’. </font></p><p><font size="3">Muhammed ile Kur’an tefsiri konusunda sahabe ve geçmiş imamlarıngörüşlerini bir kenara iterek, yeni düşünceler çerçevesinde konuşmayıkararlaştırdık. Onunla Kur’an okuyor ve ayetler üzerinde tartışıyorduk.Benim planım herhangi bir şekilde onu İngiltere SömürgelerBakanlığı’nın ağına düşürmekti. </font></p><p><font size="3">Yüksekten uçan ve egoist bir kişiliği olan Muhammed’i yavaş yavaşetkilemeye başlamıştım. O da benim güvenimi daha fazla kazanmak içinkendisini olduğundan daha bağımsız ve kayıtsız göstermeye çalışıyordu. </font></p><p><font size="3">Bir keresinde ona dedim ki, ‘Acaba cihad vacip midir?’ Dedi ki, ‘Nasılvacip olmaz? Allah şöyle buyuruyor: Kafirler ile savaşınız. Bunakarşılık, Allah kafirler ve münafıklar ile savaşınız buyuruyor. Oysapeygamber münafıklarla savaşmazdı’ dedim. ‘O halde kafirler ile de sözve davranışla cihad etmek vaciptir’ dedim. O, ‘hayır Peygamberkafirlerle savaş meydanlarında cihad etmiştir’ dedi. Ben yine‘Peygamber kendini savunmak için kafirlerle savaşıyordu. Zira onuöldürmek istiyorlardı’ deyince Muhammed tasdikler mahiyette başınısallayarak susmayı tercih etti. Ben de işimde başarılı olduğumuhissettim. </font></p><p><font size="3">Bu tarihten sonra amacım M. Abdülvehhab’ın şahsiyetine liderlik fikrinitelkin etmekti. Onun ruhunu etkileyerek Müslümanların idaresi içinSünni ve Şiilikten başka üçüncü bir yolu ona önermeye başladım. Buhedefime erişebilmek için onun fikrine saygı duydum ve onu körü körünebağlı olduğu her şeyden temizlemeye çalıştım. Onun yükseklerden uçanözgür düşünce duygusunu güçlendiriyordum. Safiye de bu konuda banayardımcı oluyordu. Zira Muhammed ona delice aşıktı ve her haftamuta’nın süresini uzatıyordu. Kısacası Safiye sabır ve selahiyyetiŞeyhten almıştı.[1] </font></p><p><font size="3">Onu evlendirdikten üç gün sonra evine gittim. Bu seferki konuşmamızşarabın haramlığı konusunda olacaktı. Bu konudaki ayet ve hadislerigözden geçirdikten sonra şöyle dedim: ‘Eğer Muaviye, Yezid, Beni Umeyyeve Beni Abbas’ın diğer halifeleri şarap içtilerse, bu din büyükleridini bırakıyor da, şarap içmek sadece sana mı haram oluyor? Şüphesiz kionlar Allah’ın kitabını ve Peygamberin sünnetini senden ve benden dahaiyi biliyorlardı. Onlar Allah’ın kitabından ve Peygamberin sünnetindenşarabın haram değil mekruh olduğu hükmünü çıkarıyorlardı. Üstelik Ehl-iKitap olan Yahudi ve Hıristiyan kitapları şaraba cevaz veriyor. Hem debu dinler ilahî olup, peygamberleri İslam tarafından tanınmaktadır.Nasıl olur da hepsi hak olan bu dinlerin birinde şarap helal, diğerindeharam olur? Elimizdeki bir rivayete göre ‘Artık siz (hepiniz) şaraptanvazgeçtiniz değil mi?’[2] ayeti nazil oluncaya kadar Hz. Ömer şarapiçerdi. Eğer şarap haram olsaydı Hz. Peygamber, Hz. Ömer’e had cezasıuygulardı. Uygulamamış olması şarabın cevazına delalet eder’. Muhammedbeni dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi: ‘Haram olan şarap değil,verdiği sarhoşluktur. Sarhoşluk vermeyeni haram değil, Allah şöylebuyuruyor: ‘Şeytan içkide, kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmeksizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister’[3] Eğer şarapsarhoşluk vermeseydi bu neticeler çıkmazdı. Şarap bu neticeleridoğuruyor olmasaydı, şarabın sarhoş etmeyeni haram değil denirdi. Böyledenmemiştir”. Humpher onu bu şekilde kandıramayınca şu taktiğiuyguladı. </font></p><p><font size="3">“Şarap hususunda Safiye’ye şöyle dedim: ‘Şeyh Muhammed geldiğinde onukendinden geçir ki, ona şarap içirebilesin’. Ertesi gün Safiye’yigördüğümde Abdülvehhab’a şarap içirdiğini, hatta onun sarhoş olaraksokağa çıkıp taşkınlıklar yaptığını söyledi. Netice olarak diyebilirimki ben ve Safiye, Şeyh üzerinde o derece hâkimiyet kurduk ki,Sömürgeler Bakanı’nın şu sözlerini hatırladım: ‘Biz İspanya’yıkafirlerden (Müslümanları kastediyor) şarap ve fesatla geri aldık. Buiki güçle diğer bütün toprakları da geri almalıyız’[4] </font></p><p><font size="3">Muhammed’le tanışıp bir müddet samimi olduktan sonra şu neticeye vardımki, bu adam İngiltere’nin İslam ülkelerindeki menfaatleri hesabınaçalıştırılacak ideal bir kimsedir. Kendini büyük görmesi, gururu, makamsever oluşu, İslam ulema ve kaynaklarına olan düşmanlığı o derecedirki, Hulefa-i Raşidin’i bile tenkit etmektedir. Zaten kendini beğenmişve kendini yükseklerde gören Muhammed’e fikirlerimi kabul ettirmeyebaşladım. İş o safhaya vardı ki, artık o bana itimat beslediğinisöylüyor, benimle samimileşiyordu. Aramızda senli-benli olduktan sonrahep beraberdik. </font></p><p><font size="3">Ben her zaman en değerli gençlik günlerimi sarf ederek ektiğim veyeşerttiğim fidanın bir an evvel meyvesini vermeye çalışıyordum. </font></p><p><font size="3">Önceki gibi her ay İngiltere Sömürgeler Bakanlığı’na raporgönderiyordum. Bu her ay tekrarladığım bir huy olmuştu artık. Bu huybeni üstlendiğim görevi îfâ etmeye sevk ediyordu. Ben ve Muhammedönümüzdeki yolu süratle katediyorduk. Onu hiçbir zaman yalnızbırakmıyordum. Özgürlük ruhunu düşüncelerine yansıtmaya ve inancındakişüpheleri artırmaya çalışıyordum. </font></p><p><font size="3">Her zaman ona önünde parlak bir gelecek var diye ümit verirdim. Onunparlak zekası ve dini meselelerdeki üstün yeteneğinden övgü ile sözederdim. </font></p><p><font size="3">Bir defasında uydurduğum bir rüyayı kendisine şöyle anlattım. Rüyamdagördüm ki, Peygamber, hatiplerin anlattığı gibi bir heyet ile kürsüyeoturmuş. Etrafı benim hiçbirini tanımadığım âlimler sarmıştı. Anidensen meclise girdin. Ve sen Muhammed Abdülvehhab, yüzünden nursaçıyordun. Peygamberin yanına vardığında o sana saygı göstererek,yerinden kalkıp alnından öperek dedi ki: ‘Ey benim adaşım, sen benimilmimin varisisin. Müslümanların din ve dünya işlerinde benimvekilimsin’. Sen dedin ki, ‘Ya Resulallah, ben ilmimi halkaaçıklamaktan korkarım’. Peygamber sana, ‘Gönlünde korkuya yer verme,sen sandığından daha büyüksün’ buyurdu. </font></p><p><font size="3">M. Abdülvehhab bu yalan hikayemi duyduğunda sevincinden uçacak gibiydi.Hep sorardı, ‘rüyalarında doğru musun?” Ve ben ona her defasında güvenverirdim. Benim rüyamı duyduğu anda yeni mezhebini açıklayacağı vehalkı davet edeceği hususunda ciddi bir şekilde karar almıştı”. Dahasonra Sömürgeler Bakanlığı’ndan aldığı başka bir talimat üzerineKerbela ve Necef’e giden Humpher, Muhammed Abdülvvehab hakkında duyduğuendişeyi şöyle ifade ediyor: </font></p><p><font size="3">“Birkaç ay sonra Basra’dan Kerbela ve Necef’e gittiğimde Abdülvehhabhakkında endişe duymakta idim. Onun tayin ettiğim yolda sabitkalacağından emin değildim. O daima değişiklik isterdi. Ayrıca biryerde duramaz, sinirli sinirli dolaşırdı. Bildiğim diğer özelliklerinide dikkate alınca şimdiye kadar sarf ettiğim çabaların ve onun içinbeslediğim arzuların boşa çıkacağından korkuyordum. </font></p><p><font size="3">Basra’ya gideceğim gün o ısrarla Türkiye’ye gitmek ve bazı bilgileriedinmek için direniyordu. Şiddetle buna karşı çıkarak, Türkiye’de bazıkonuşmalarından dolayı kendisini tekfir edebileceklerinden korktuğumubelirttim. Oysa işin aslı bazı Sünni alimler ile konuşmasınıistemiyordum. Onların daha sağlam deliller ile onu yeniden Sünniliğedöndürebileceklerinden ve planlarımın suya düşeceğinden korkuyordum.Şeyhin Basra’dan çıkmaya ısrarlı olduğunu görünce ona İran’a gidipŞiraz ve Isfahan şehirlerini gezmesini söyledim. Oraların yani o ikişehrin halkı Şii idi ve inançlarının şeyhi etkileyeceğini sanmıyordum.Bu konuda kesinlikle emindim. Zira Şeyhi tanırdım. </font></p><p><font size="3">Vedalaşırken ona takiyyeye inanıp inanmadığını sordum. ‘Tabii inanırım’dedi. Zira Peygamberin sahabelerinden biri, muhtemelen ‘Mikdad’ olmasıgerek babasını, anasını öldüren müşrikler ile karşılaştığında cankorkusundan onlardan olduğunu söylerdi. </font></p><p><font size="3">Ona dedim ki, “Bu nedenle İran’da takiyye etmen vaciptir. Kendini halisŞii gibi göstermelisin. Böylece güvencede olur, oradaki alimlerlegörüşebilirsin. İranlıların geleneğini, göreneğini daha iyiöğrenebilirsin. Zira bunları öğrenmen gelecekte amaçlarına ulaşabilmekiçin sana yardımcı olur’. </font></p><p><font size="3">Bu konuşmadan sonra ‘zekat’ adıyla kendisine bir miktar para veihtiyacı olduğu için bir de at alıp verdim. Ve ondan ayrıldım. Endişemşunun içindir ki, onunla ayrıldığımız zaman tekrar Basra’ya döneceğimizhususunda anlaşmıştık. Hangimiz daha önce dönersek durumumuzla ilgiliyazı yazıp Abdurrıza’ya bırakacaktık”. </font></p><p><font size="3">Humpher uzun zaman Abdülvehhab’dan haber alamadığını ifade ediyor vebir süre sonra Londra’ya döndüğünde Sömürgeler Bakanı ile aralarındageçen şu konuşmayı naklediyor: </font></p><p><font size="3">“Bakan özellikle Muhammed Abdülvehhab’a nüfuz ederken gösterdiğimustalıktan ötürü son derece sevinçliydi. Hiç unutmam ‘Muhammed’e nüfuzetmek Sömürgeler Bakanlığı’nın en büyük hedefidir’ diyordu. Bakan, birtakım anlaşmalar yaparak gelecekte bizim için yapacağı işleri kendisineanlatmamı ısrarla istiyordu. Sürekli söylüyordu. ‘Sömürgeler Bakanlığıiçin katlandığın bunca zahmet sonucu sadece Şeyh Muhammed’in keşfi veona nüfuz edilmesi neticesi elde edilmiş olsa idi. Yine de bunca eziyetve zahmete değer’. Sömürgeler Bakanı, Şeyh’in ne olduğundan endişeettiğimi görünce, soğukkanlılıkla ‘rahat ol, Şeyh şimdiye kadar onaöğrettiklerinden şaşmamıştır. Bizim gizli memurlarımız Isfahan’daşimdiye kadar onunla temas halindeydiler ve gönderdikleri raporlardanbugüne kadar hiç yolundan caymadığı anlaşılıyor’ dedi. Sonraları Şeyhile tekrar görüştüğümde bana Isfahan’da benim kardeşim olduğunusöyleyen Abdülkerim adında biriyle tanıştığını söyledi. O, bu vesileile Şeyh’in güvenini kazanarak sırlarını öğrenmeyi başarmış. Bu aradaSafiye de daha sonra Isfahan’a gelerek iki aylığına daha Şeyh’leevlenmiş. Şiraz yolculuğu sırasında Safiye Şeyh’e eşlik etmemiş.Abdülkerim’le birlikte Şiraz’a gitmişler. Abdülkerim orada, Safiye’dendaha güzel bir mut’a bulmuş Şeyh’e. Bu kadının ismi Asiye ve Şiraz’damukim Yahudilerden imiş”.[5] </font></p><p><font size="3">İngilizler bu ajan misyonerler vasıtasıyla İslam’ın temel itikadîesaslarını zaafa uğratmak suretiyle Osmanlı’nın hâkimiyeti altındakitopraklarda Osmanlı’nın inancı olan Ehl-i Sünnet itikadının hilafınabir itikat meydana getirmeye çalıştılar. Ve başarılı oldular. İngilizajanı Humpher etkisi altına aldığı Muhammed Abdülvehhab hakkında “...Yeni mezhebini açıklayacağı ve halkı davet edeceği hususunda ciddi birşekilde karar almıştı” demektedir. Burada sözü edilen mezhep, dörtmezhebin itikat esasları ve kurallarının dışında çok daha farklıprensipler içeren Vehhabilik mezhebidir. İngilizler İslam’ın temelesaslarını zedelemek ve Osmanlı’nınkinden farklı itikadî kural vekaideler oluşturmak suretiyle Hicaz Bölgesi’ni ve hatta bütünOrtadoğu’yu, Osmanlı Devleti’nin bünyesinden koparmayı vesömürgeleştirmeyi hedefliyorlardı. Bu sebeple Ehl-i Sünnet akaidine zıtbir itikadî akım oluşturulması şarttı. Bu maksatla pek çok koldanfaaliyetlerini devam ettiren İngilizler, Goldziher, Gaitana, Renan gibiSünnet müessesesine saldıran ve vahyi münakaşaya açan müsteşrikleridevreye koydular. </font></p><p><font size="3">[1]: “Safiye, İngiltere Sömürge Bakanlığı hesabına Basra’da kendinisatarak Müslüman gençleri fuhşa ve fesada alıştıran Hıristiyan birfahişedir. Humpher bu kadını Muhammed Abdülvehhab ile evlendirişinişöyle anlatıyor: Evine gidip kadına durumu anlattım. Daha sonra onaSafiye takma adını taktım ve Şeyh Muhammed’i onun evine götürmeye kararverdik. Randevulaştığımız günde Şeyh’i Safiye’nin evine götürdüm.Onları bir haftalığına ve bir miktar altın mehirle evlendirdim.Kısacası ben dışarıdan Safiye içerden Muhammed’i yetiştiriyorduk.Safiye bilhassa dinî hükümleri ayaklar altına almayı ona telkinediyordu” (Hatırat-ı Humpher, s. 43) <br>[2]: Maide: 19 <br>[3]: Maide: 91’in başı <br>[4]: Hatırat-ı Humpher, s.45 <br>[5]: Abdülkerim Isfahan’ın Culfa kazası Hıristiyanlarından birinintakma ismidir. İran’da yıllarca Büyük Britanya Devleti SömürgelerBakanlığı’nın gizli memuru olarak çalışmış. Nitekim Asiye de Şiraz’daİngiltere için başarılı bir casusluk görevi üstlenmişti</font></p>EDITOR}