Forum Hafızoğlu

Tam Versiyon: BİR KADER SOHBETİ
Şu anda tam olmayan bir versiyonun içeriğine bakıyorsunuz. Tam versiyon'a bakınız.
{EDITOR=<DIV><P class=MsoNormal style="MARGIN: 0cm 0cm 0pt"><SPAN style="FONT-SIZE: 14pt"><FONT face="Times New Roman">Sedirin üzerinde bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyor, elini bazen başının altına koyuyor, bazen aşağı sarkıtıyordu. İç âlemi karmakarışıktı. Hâlâ o tartışmanın tesiri altındaydı.<br><br>“Tekin’leri niçin susturamadım?” diye kızdı kendi kendine. “Sorularını ağızlarına öyle bir tıkamalıydım ki! Gerçi beni dinlemeye de pek niyetli değildiler ya!.. İkisi iki yandan durmadan konuştular. Kantin kalabalık, her kafadan bir ses çıkıyor! Konuşamadık ki, âdeta bağrıştık! Olsun, yine de bir şeyler söyleyebilirdim!”<br><br>Daha fazla yatamadı. Âni bir hamleyle sedirden fırladı. Huzursuzluğu iyiden iyiye artmıştı. Pencereye doğru ilerledi. Dışarısını seyre koyuldu. Aklı hep o tartışmadaydı. Ne yapsa, unutamıyordu bir türlü.<br><br>Yine söylenmeye başladı:<br><br>“Ne olacak, kitap okuduğum yok ki! Elin oğlu gelir, bir soru sorar, çık işin içinden”<br><br>Odada birkaç tur attıktan sonra, somyanın köşesine ilişti. Sağ yumruğunu sol eli içine aldı. Olanca gücüyle sıktı, sıktı, sıktı... Sonra alnını titrek ellerine dayayıp uzun uzun düşündü. Günün yorgunluğu ve tartışmanın tesiriyle kafası hala zonkluyordu. Mutlaka bir çıkış yolu bulmalıydı.<br><br>Birden bir ümit ışığı belirdi içinde:<br><br>— Tamam! dedi, Arif Beye telefon açacağım! Bayramda ağabeyimi ziyarete gelmişti. Geç saatlere kadar sohbet etmişlerdi. Çok bilgili bir insan. Hem, karşısındakini dinlemeyi de biliyor. Tamam, tamam! Ona telefon açmalıyım!<br><br>Ağabeyinin odasına geçti. Özel rehberden Arif Beyin telefonunu buldu:<br><br>— Alo! Arif Beyle mi görüşüyorum?<br><br>— Evet efendim, buyurun.<br><br>— Arif ağabey! Ben Çetin. Hüseyin Beyin küçük kardeşi. Hani bayramda tanışmıştık.<br><br>— Tamam Çetin, hatırladım. Hayırdır inşallah!<br><br>— Fakültede bazı arkadaşlarla bir tartışmamız oldu da... Size bazı sorularım olacak. Bilmem telefonda mı arz etsem?<br><br>Arif Bey:<br><br>— Konu ne? diye sordu.<br><br>— Kader, diye cevap verdi Çetin.<br><br>Arif Bey candan bir sesle:<br><br>— Çetinciğim, dedi, Sorularını bilmiyorum ama, sanırım bu konuyu telefonda halledemeyiz. İstersen adresi vereyim bize gel.<br><br>— Hayır, hayır... Evde rahatsız etmek istemem. Eğer çarşıya çıkarsanız, bir pastanede buluşabiliriz.<br><br>Arif Bey:<br><br>— Pastaneye pek gitmem. Ama senin için gelirim. Zaten çarşıya inecektim. Yemeğimi yiyip çıkabilirim.<br><br>— Nasıl buluşalım?<br><br>— Sen söyle, Çetin.<br><br>— Dokuzda Lâle Pastanesi'ne gelebilir misiniz?<br><br>— İnşallah.<br><br>— Çok teşekkür ederim ağabey.<br><br><br><br>KADERDE BİR RANDEVU<br><br><br><br>Çetin pastaneye vardığında, dokuza on vardı. Beş dakika geçmemişti ki Arif Bey kapıda belirdi. Koltuğunda incecik bir de çanta vardı.<br><br>Çetin ayağa kalkıp Arif Beyi karşıladı. El sıkışıp oturdular.<br><br>— Nasılsın Çetin?<br><br>— Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?<br><br>— Hamd olsun.<br><br>Arif Bey bir süre sustuktan sonra:<br><br>— Yanlış hatırlamıyorsam, dedi, Fen Fakültesi'nde okuyordun.<br><br>Çetin:<br><br>— Evet, dedi , doğru hatırladınız.<br><br>— Derslerin nasıl gidiyor? Geçen yıldan bir takıntın var mı?<br><br>— Hayır, takıntım yok. Dersler de fena değil. Lâkin rahat bıraksalar!.. Her gün bir tartışma, bir bağrışma, bir kavga... Sakin bir kafayla eve geldiğim pek nâdir...<br><br>Arif Bey:<br><br>— Tartışmalarınız hep kader üzerine mi? diye sordu.<br><br>— Hayır, dedi Çetin. Kader, bugünkü tartışma konumuzdu. Her gün bir başka mesele atılıyor ortaya. Bilen de konuşuyor, bilmeyen de... Tabiî, bilmeyen daha çok konuşuyor. Böyle giderse, herhalde, kantine gitmeye paydos diyeceğim.<br><br>Arif Bey gülümsedi:<br><br>— Beni de meraklandırdın. Ne sordular kader hakkında?<br><br>— Esas olarak iki soru. Ama bunlar üzerinde konuşulurken girilmedik saha kalmadı. Daldan dala atladılar. Ben henüz bir cümleyi tamamlamadan, ikisi iki yandan sorular yağdırıyor, konuyu dağıtıyorlardı. Onun için ciddi hiçbir şey konuşmadık desem yalan olmaz.<br><br>Arif Bey başını salladı:<br><br>— Niyetleri başka olabilir mi?<br><br>— Belki de...<br><br>Kısa bir sessizlik oldu.<br><br>Çetin:<br><br>— Birisi önce şunu sordu?<br><br>“Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”<br><br>Daha bu konu bir çözüme kavuşmadan diğeri yeni bir soru attı ortaya:<br><br>“Rusya'nın kuytu bir maden ocağında çalışan bir işçi İslâm'ı nasıl bilebilir!?.. Bu adam iman ve İslâm konusunda nasıl sorumlu tutulabilir!?..”<br><br>Her iki konuyu da bir sonuca bağlayamadan ayrıldık. Ama, şimdi kararımı verdim:<br><br>Onlarla tek tek konuşacağım. Konuyu saptırmalarına izin vermeyeceğim!..<br><br>Biraz durakladıktan sonra, üzüntülü bir şekilde:<br><br>— Fakat, dedi, itiraf edeyim: Ben de kader konusunda fazla bir şey bilmiyorum!..<br><br>Arif Bey:<br><br>— Çok açık yüreklisin Çetin, dedi. Bir konuda cehlini bilen ilmin kapısını çalmaya hazır demektir. Çok güzel... Seni tebrik ederim.<br><br>Bir süre sustu:<br><br>— Sen şu arkadaşlarını bir yana bırak da, bu soruları ilmî bir atmosferde karşılıklı konuşalım.<br><br>— ...<br><br>— Günümüzde çoğu insan kaderi de yanlış anlıyor, adaleti de. Kader dendi mi klişeleşmiş birkaç soru, adalet denilince de eşitlik anlaşılıyor. Bu çok dar bir düşünce ve kısır bir değerlendirme. Halbuki, her iki konu da birer umman... Ben dilimin döndüğü kadar bir şeyler söyleyeyim. Gerekirse yine buluşur, konuları kaynaklarından okur yahut bir bilenden sorar, öğreniriz.<br><br>— ...<br><br>— Önce bir şeyler içelim.<br><br>— Siz bilirsiniz... Ben bir sütlü kahve alayım.<br><br>Arif Bey garsonu çağırdı:<br><br>— Bize iki sütlü kahve.<br><br>Devam etti konuşmasına:<br><br>— Bak Çetin! Bu tip soruları soranlar üç gruba ayrılır:<br><br>Bir kısmının maksadı doğrudan doğruya zihinleri karıştırmaktır. Bu adamlarla ilk konuşulacak konu, şu âlemin yaratıcısına iman meselesi olacaktır. İlahî takdir, ancak Allah'a inananlarla konuşulur... Mimar Sinan'a inanmayan bir meczupla, Süleymaniyenin bahçesinde, Onun mimarlık sanatını tartışmanın ne anlamı var?!..<br><br>İkinci grup ise, kader konusundaki birtakım sorularına samimiyetle cevap ararlar. İşte kader konusu ancak bu insanlarla konuşulabilir.<br><br>Üçüncü gruba gelince, bunlar gerçekte dine karşı değildirler. Ancak yaşayış tarzları İslâm'a hiç uymaz. Bir takım günahlara girerler. Sonra, bunların âhirette cezayı gerektirdiğini düşününce rahatsız olurlar. Cezaya isyan, onları kaderi tenkit etmeye götürür. İşledikleri günahlar kalplerini durmadan yaralar. O yaralı kalpleriyle kavga edecek birini ararlar... Onu alt etmekle rahat-layacaklarını sanırlar...<br><br>Sonra sordu Çetine:<br><br>— Bilmem, senin arkadaşların hangi gruba giriyor?<br><br>— Bu son gruba.<br><br>Arif Bey devam etti:<br><br>— Bu adamların sadece sorularına cevap vermekle meseleyi halletmiş olmazsın Çetin! Çünkü; onlar, sorularına cevap aramaktan çok, günahlarına özür arama peşindedirler. Onlara önce kader ve adaletin ne olduğunu iyice anlatmak gerek!...<br><br>Kahvesinden bir yudum aldı:<br><br>— Biliyorsun, dedi. Kader, bir îman rüknü. “Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olmaz” hakikatini aklı başında her insan kabul eder. Ama gel gör ki, yine de şu haşmetli kâinatı ve içindeki harika varlıkları Hâlık'sız, Yaratıcısız zannedenler çıkabiliyor. İnsan bu çıkmaza girmeyegörsün, artık nefis, kadere iman hususunda ne engeller çıkarmaz ki?!.. Mesele, bir iman meselesidir. Önce, şu hikmetli eserlerin bir ezelî ilim sahibinin takdiri ile vücut bulduklarına iman edilecektir.<br><br>Çetin de kahvesini yudumlamaya başladı.<br><br>Arif Bey konuşmasını sürdürdü:<br><br>— Nitekim, kader şöyle tarif ediliyor:<br><br>“Kader, Hak Teâlâ'nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini bilip, ezelde o suretle takdir etmesidir.”<br><br>İşte, kader konusunda ezberledikleri birkaç soruyu durmadan tekrarlayan adamlar, şu haşmetli kâinatın bir ezelî ilim ve takdirle, safha safha, tabaka tabaka var edildiğini düşünemiyorlar!... Kaderin bu haşmetli tecellilerini seyredemedikleri gibi, çekirdekleri, tohumları, yumurtaları, nutfeleri, genleri de bu açıdan değerlendiremiyorlar. Halbuki, bu küçük yaratıklar sanki cisimleşmiş birer plân, birer program... Allah'ın hârika takdirini ve ince hikmetini aklı başında olanlara ilan ediyor, ders veriyorlar.<br><br>Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hadise kaderi gösteriyor!..<br><br>Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor!..<br><br>Bu âlemin yüz küsur elementten meydana gelmiş olması, kaderden haber veriyor!..<br><br>Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe ayrı özellikler, farklı kabiliyetler yerleştirilmesi, hep kader ile olmuş!..<br><br>Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması, kader ile plânlanmış!...<br><br>Cennet ve cehennemin yaratılması, İlâhî ilim ile takdir ediliş!... O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiş!...<br><br>Hangi güzel amele ne kadar sevap, hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!...<br><br>Ve insan, yaradılışı icabı, kadere inanmakla mükellef!..<br><br>Bu son cümle Çetinin dikkatini çekmişti:<br><br>— Niçin? diye sordu.<br><br>— Çünkü, ölçüden tartıdan anlıyor. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir ediyor. Mutfağını, banyosunu, hep yerli yerine koyduruyor. Yarını hakkında planlar kuruyor, hedefler tespit ediyor, kararlar veriyor.<br><br>Garson fincanları almaya gelmişti.<br><br>Arif Bey devam etti:<br><br>— İşte bu yaratılışı onu sorumlu kılıyor. Düşün bir kere: Şu görünen varlıklar içerisinde bizden başka hangi fert kendi yaratılış safhalarından haberdar?<br><br>Bu sözler garsonun da dikkatini çekmişti. Bir şeyler dinlemek için işi yavaş tutmaya başladı. Masayı iki defa sildi, bir de kuruladı. “Çabuk ol biraz!” çağrısıyla irkildi ve istemeyerek terk etti masayı.<br><br>— Bu varlıkların hangisi kendi varlığını yakinen bilmekte?.. Ne olduğunu, niçin yaratıldığını ve nereye gittiğini bilen hangisi?!.. Güneş mi, Ay mı, ağaçlar mı, yoksa şu akvaryumdaki balıklar mı?!..<br><br>Güneş, gezegenlerini sayamaz. Ay, neyin etrafında döndüğünü bilmez. Ağaç; kök nedir, yaprak nedir anlamaz. Bunun içindir ki, onların hiçbiri kadere inanmakla mükellef tutulmamışlar. Ama biz kadere inanmakla mükellefiz.<br><br>Çetin, dirseklerini masaya dayamış, Arif Beyi dikkatle dinliyordu.<br><br>Arif Bey arkaya yaslandı. Yan masaları şöyle bir süzdükten sonra:<br><br>— Hem, kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır, dedi. Kadere inanan bir insan, dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve neticede Allah'ın rahmet ve keremine itimat eder, huzur bulur!..<br><br>Kaybettiğine gam yemez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara 'ah' etmez. 'Şöyle olsaydı böyle olmazdı' yahut, 'böyle olmasaydı şöyle olurdu' gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah'a güvenerek geleceğe doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!...<br><br>Allah'ın kendisine lûtfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz. Her hayrı Ondan bilir, huzur bulur!...<br><br>Şimdi soruyorum sana:<br><br>— Kadere inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar? Çalışmayıp, sebeplere teşebbüs etmeyip tembelce oturmayı mı?<br><br>Sorusunu yine kendisi cevaplandırdı:<br><br>— Hayır!.. Öyleyse neticeyi rıza ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?.. Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda umuyorlar?!.. Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile, şu âciz insanı nasıl bu ağır yükün altına sokuyorlar!?.. Yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan kendi yıkıcı emelleri hesabına bir şeyler mi bekliyorlar<SPAN style="COLOR: black"><?xml:namespace prefix = o ns = "urn:schemas-microsoft-com:office:office" /><o:p></o:p></SPAN></FONT></SPAN></P></DIV>EDITOR}