22-06-2007, 16:11
Hünkarım, dedi, biz bu cesedi yıkadık, kefenledik, musallaya yatırdık. Ama bu adamcağızın çoluk-çocuğu vardır belki…
Haklıydı. Padişah oturduğu yerden kalktı;
-Sen bekle, dedi, ben giderim
Padişah gecenin bir yarısında ürpererek uyandı.
Bir yandan alnında biriken ter damlacıklarını siliyor, bir yandan, hayırdır inşallah, diyordu. Kalktı, abdest aldı, iki rekat namaz kıldı, dua etti, yatağına uzandı. Gözüne uyku girmiyordu. Eminönü sırtlarını seyretti uzun uzun. Sabah ola hayrola, dedi.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kalktı, bahçeye indi. Ellerini arkaya atıp dolaşmaya başladı. Hala gördüğü rüyanın tesirindeydi. Kendisine doğru gelmekte olan vezirine seslendi:
-Hazırlan, gidiyoruz.
Bir şeyler daha söyleyecekti ki, vazgeçti birden. Padişahın telaşlı halini gören veziri:
-Hayırdır efendim, dedi, bu haliniz?
-Hayır mı şer mi göreceğiz, haydi hazırlan…
Padişah ve Veziri, iki molla kılığında İstanbul’un yamaç sokaklarını arşınlıyordu. Vezir duruma bir anlam veremese de, Padişah’ın bir şey aradığı belliydi. Nereye gideceğini biliyordu sanki. Kendinden emin ve kararlı adımlarla yürüyor, tek kelime konuşmuyordu.
Unkapanı civarına geldiklerinde bir kalabalık dikkatlerini çekti. Orada öylece durmuş, başları önlerinde, aralarında bir şey konuşuyorlardı. Kalabalığı yararak ilerlediler. Orta yerde bir ölü vardı. Padişah sordu:
-Kim bu, neyin nesidir?
Mahalle esnafından olduğu belli bir adam:
-Aman hocam, dedi, uzak durun, ayyaşın, berduşun biri işte!
Kalabalığın içinden bir başkası aldı sözü:
-Aslında iyi bir sanatkardı. Buralarda ondan daha iyi nalın yapan birisi yoktu. Ama kazandığını ya şaraba ya kötü kadınlara harcardı.
-Sonunun böyle olacağı belirdi, dedi bir başkası: her akşam elinde şişe şişe şaraplar, evine getirdiği kötü kadınlar…
Onun sözünü de ihtiyar bir adam kesti.
-Caminin kapısından girdiğini gören oldu mu sanki?…
Kalabalık söylene söylene dağılmaya başladı. Orta yerde boylu boyunca yatan ölünün başında sadece Padişah’la Veziri kalmıştı.
Padişah vezirine baktı, iş başa düştü der gibiydi. Durumu anlayan Vezir:
-Sultanım, dedi, biz bu işi nasıl halledeceğiz? Bunun yıkanması var, telkini, tekfini…
Padişah vezirinin sözünü kesti:
-Merak etme, ben hallederim. Hele önce şu cesedi bir sarıp yüklenelim.
Padişah rüyanın hikmetini merak ediyordu. Bu iş bu kadarla kalmamalıydı. Cesedi yüklenip Fatih Camii’ne kadar taşıdılar. Kefen, tabut buldular, usulünce yıkayıp temizlediler. Yıkandıktan sonra mevtanın yüzüne ayrı bir güzellik, bir nur çökmüştü. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı sanki. Nama vaktini beklemeye koyuldular. Padişah oracığa çökmüş, düşünüyordu: Bu yüz bir ayyaşın, bir serserinin yüzü olabilir miydi? O sıra veziri yanına yaklaştı:
-Hünkarım, dedi, biz bu cesedi yıkadık, kefenledik, musallaya yatırdık. Ama bu adamcağızın çoluk-çocuğu vardır belki…
Haklıydı. Padişah oturduğu yerden kalktı;
-Sen bekle, dedi, ben giderim.
Yürürken bir yandan ahalinin söylediklerini düşünüyordu, bir yandan mevtanın yüzündeki tebessümü. Sonra, geceki rüya geldi aklına, ürperdi. Padişah her nedense bu adamı sevmişti. Bu düşüncelerle adamın oturduğu mahalleye kadar geldi. Sordu-soruşturdu, nalıncının evini bulmuştu sonunda.
Kapıyı yaşlı bir kadıncağız açtı. Padişah olan biteni anlatınca, olduğu yer çöktü kaldı ihtiyar kadın. Gözlerini uzak bir noktaya dikmiş öylece duruyordu. Yanağından süzülen yaşları sildi;
-Hakkını helal et oğlum, dedi, belli ki çok yorulmuşsun.
Tekrar daldı uzaklara. Bütün metanetine rağmen kendinden geçmiş gibiydi. Padişah sabırla bekledi. İhtiyar kadın neden sonra başını kaldırıp anlatmaya başladı:
-Ah evlat ah… Bir alemdi bizim efendi. Akşama kadar nalın yapar, nafakamızı için çalışırdı. Ama birinin elinde şarap şişesi gördü mü varını yoğunu verir, satın alırdı. Sonra da getirip helaya dökerdi.
Padişah şaşırmıştı:
-Niye ki Anne?
-Niye olacak evlat, Ümmet-i Muhammed içmesin diye… Sonra o kötü kadınların ücretini öder, eve getirirdi. Ben sizin paranızı ödedim, derdi, şimdi dinlenin haydi. Sonra da çıkar giderdi evden. Ben de menkıbeler anlatır, sohbet ederdim o kadınlara…
Padişah mahallelinin söylediklerini düşünüyor, rüyanın hikmetini de anlamaya başlıyordu. İhtiyar kadın Padişah’ın kalbinden geçenleri anlamışçasına devam etti:
-Kimin ne dediği hiç umrunda değildi bizim efendinin. Hep en uzaktaki mescitlere giderdi. Arkasında namaz kıldığın imam tekbir aldı mı Kabe’yi görmeli hatun, derdi, boş ver derleri-desinleri… Bak efendi, dedim bir gün, sen böyle diyorsun ama cenazen ortada kalacak, komşular seni kötü belliyor. O da gün gelip komşuya iş düşmesin diye bahçeye mezarını kazdı. Mezarla biter mi bu iş dedim, seni kim yıkar, kim kefenler?…
Padişahın kalbi duracak gibiydi, gözleri doldu, dudakları titredi:
-Peki o ne derdi?
Kadın başını çevirip padişaha baktı.
-Uzun uzun güler, derdi ki: Allah büyüktür hatun, tasalanma sen.
Hem padişahla vezirin işi ne ki?…
Haklıydı. Padişah oturduğu yerden kalktı;
-Sen bekle, dedi, ben giderim
Padişah gecenin bir yarısında ürpererek uyandı.
Bir yandan alnında biriken ter damlacıklarını siliyor, bir yandan, hayırdır inşallah, diyordu. Kalktı, abdest aldı, iki rekat namaz kıldı, dua etti, yatağına uzandı. Gözüne uyku girmiyordu. Eminönü sırtlarını seyretti uzun uzun. Sabah ola hayrola, dedi.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kalktı, bahçeye indi. Ellerini arkaya atıp dolaşmaya başladı. Hala gördüğü rüyanın tesirindeydi. Kendisine doğru gelmekte olan vezirine seslendi:
-Hazırlan, gidiyoruz.
Bir şeyler daha söyleyecekti ki, vazgeçti birden. Padişahın telaşlı halini gören veziri:
-Hayırdır efendim, dedi, bu haliniz?
-Hayır mı şer mi göreceğiz, haydi hazırlan…
Padişah ve Veziri, iki molla kılığında İstanbul’un yamaç sokaklarını arşınlıyordu. Vezir duruma bir anlam veremese de, Padişah’ın bir şey aradığı belliydi. Nereye gideceğini biliyordu sanki. Kendinden emin ve kararlı adımlarla yürüyor, tek kelime konuşmuyordu.
Unkapanı civarına geldiklerinde bir kalabalık dikkatlerini çekti. Orada öylece durmuş, başları önlerinde, aralarında bir şey konuşuyorlardı. Kalabalığı yararak ilerlediler. Orta yerde bir ölü vardı. Padişah sordu:
-Kim bu, neyin nesidir?
Mahalle esnafından olduğu belli bir adam:
-Aman hocam, dedi, uzak durun, ayyaşın, berduşun biri işte!
Kalabalığın içinden bir başkası aldı sözü:
-Aslında iyi bir sanatkardı. Buralarda ondan daha iyi nalın yapan birisi yoktu. Ama kazandığını ya şaraba ya kötü kadınlara harcardı.
-Sonunun böyle olacağı belirdi, dedi bir başkası: her akşam elinde şişe şişe şaraplar, evine getirdiği kötü kadınlar…
Onun sözünü de ihtiyar bir adam kesti.
-Caminin kapısından girdiğini gören oldu mu sanki?…
Kalabalık söylene söylene dağılmaya başladı. Orta yerde boylu boyunca yatan ölünün başında sadece Padişah’la Veziri kalmıştı.
Padişah vezirine baktı, iş başa düştü der gibiydi. Durumu anlayan Vezir:
-Sultanım, dedi, biz bu işi nasıl halledeceğiz? Bunun yıkanması var, telkini, tekfini…
Padişah vezirinin sözünü kesti:
-Merak etme, ben hallederim. Hele önce şu cesedi bir sarıp yüklenelim.
Padişah rüyanın hikmetini merak ediyordu. Bu iş bu kadarla kalmamalıydı. Cesedi yüklenip Fatih Camii’ne kadar taşıdılar. Kefen, tabut buldular, usulünce yıkayıp temizlediler. Yıkandıktan sonra mevtanın yüzüne ayrı bir güzellik, bir nur çökmüştü. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı sanki. Nama vaktini beklemeye koyuldular. Padişah oracığa çökmüş, düşünüyordu: Bu yüz bir ayyaşın, bir serserinin yüzü olabilir miydi? O sıra veziri yanına yaklaştı:
-Hünkarım, dedi, biz bu cesedi yıkadık, kefenledik, musallaya yatırdık. Ama bu adamcağızın çoluk-çocuğu vardır belki…
Haklıydı. Padişah oturduğu yerden kalktı;
-Sen bekle, dedi, ben giderim.
Yürürken bir yandan ahalinin söylediklerini düşünüyordu, bir yandan mevtanın yüzündeki tebessümü. Sonra, geceki rüya geldi aklına, ürperdi. Padişah her nedense bu adamı sevmişti. Bu düşüncelerle adamın oturduğu mahalleye kadar geldi. Sordu-soruşturdu, nalıncının evini bulmuştu sonunda.
Kapıyı yaşlı bir kadıncağız açtı. Padişah olan biteni anlatınca, olduğu yer çöktü kaldı ihtiyar kadın. Gözlerini uzak bir noktaya dikmiş öylece duruyordu. Yanağından süzülen yaşları sildi;
-Hakkını helal et oğlum, dedi, belli ki çok yorulmuşsun.
Tekrar daldı uzaklara. Bütün metanetine rağmen kendinden geçmiş gibiydi. Padişah sabırla bekledi. İhtiyar kadın neden sonra başını kaldırıp anlatmaya başladı:
-Ah evlat ah… Bir alemdi bizim efendi. Akşama kadar nalın yapar, nafakamızı için çalışırdı. Ama birinin elinde şarap şişesi gördü mü varını yoğunu verir, satın alırdı. Sonra da getirip helaya dökerdi.
Padişah şaşırmıştı:
-Niye ki Anne?
-Niye olacak evlat, Ümmet-i Muhammed içmesin diye… Sonra o kötü kadınların ücretini öder, eve getirirdi. Ben sizin paranızı ödedim, derdi, şimdi dinlenin haydi. Sonra da çıkar giderdi evden. Ben de menkıbeler anlatır, sohbet ederdim o kadınlara…
Padişah mahallelinin söylediklerini düşünüyor, rüyanın hikmetini de anlamaya başlıyordu. İhtiyar kadın Padişah’ın kalbinden geçenleri anlamışçasına devam etti:
-Kimin ne dediği hiç umrunda değildi bizim efendinin. Hep en uzaktaki mescitlere giderdi. Arkasında namaz kıldığın imam tekbir aldı mı Kabe’yi görmeli hatun, derdi, boş ver derleri-desinleri… Bak efendi, dedim bir gün, sen böyle diyorsun ama cenazen ortada kalacak, komşular seni kötü belliyor. O da gün gelip komşuya iş düşmesin diye bahçeye mezarını kazdı. Mezarla biter mi bu iş dedim, seni kim yıkar, kim kefenler?…
Padişahın kalbi duracak gibiydi, gözleri doldu, dudakları titredi:
-Peki o ne derdi?
Kadın başını çevirip padişaha baktı.
-Uzun uzun güler, derdi ki: Allah büyüktür hatun, tasalanma sen.
Hem padişahla vezirin işi ne ki?…