05-10-2007, 11:07
Artık gün yavaşça çekiliyordu.
Nezaketin, ahengin zenginliğini anımsatarak sanki el sallıyordu, görüşmek üzere dercesine çekip gidiyordu.
Güneş onca haşmetine rağmen, tevazuunun tüm ritüellerini sunarak adeta bir ders veriyordu seyredenlere.
Oysa her kez bir telaş içindeydi. Yaşadığı hayatın bir daha ele geçmeyeceğini bilerek bir yarış içindeydiler.
Çocuklar oyunlarının heyecan çeperlerini son derece zorlayarak, merakın deşifrelerini aralıyorlardı kendilerince.
Koşarak, gülerek, bazen de ağlayarak.
Annelerinden su, ekmek istemeyi unutmuyorlardı.
Anneleri çocukları göz hapsinde tutuyorlardı uzaklığın hengâmesinde.
Baharın güzelliğini resmeden tüm donanımlar mevcuttu, insanların çeşitliliği, mahlûkatın zenginliği, nebatatın deruniliği bir şeyler anlatıyordu.
Çocukluğumuzda öğrendiğimiz cennette düğün başlamıştı artık!
Gizemlerin namütenahi serencamında paydalar beklenirken.
Niye bu öğreti hafızamızda kalıcılığını sağlamıştır bilinmez oysaki!
Göremediğimiz cennetteki düğün sevincine ortak olurduk işte.
Nasıl olurdu hatırlayalım!
Güneş zevaldeyken, yağmurun yağmasıyla en güzel renklerin gök kuşağını oluşturmasıyla öyle değil mi?
Bizin diyarlarda böyle bir öğretiyle cennet sevgisi izanlarımıza işlenirdi.
İnsan ölse de hayatın renkliği, sevinci, neşesi devam ettiğinin vurgusuydu.
Alkış tutardık düğün sevincinin coşkusuna minik ellerimizle, acıyana kadar.
Bir umudum sevince dönüşmesini, hayatta acılardan ziyade sevincin payidar olmasını öncelerdi. Kanaatin, sabrın, hizmetin, himmetin olgunluğuyla…
Akşam namazının daveti geliyordu kulağıma, çok hoş bir ezanın okunmasıyla…
Tekrar etmek durumunda olduğumu anımsadım birden, anladığım kadarıyla Arapça bilgim olmadan, anlam derinliğine kulaç atarak.
Şükürler olsun ki Rabbime bu ezanlar gafletimizden bir anda olsa sıyrılmamızı temin ediyor, düşünmemi, tefekkür etmemi gerekli kılıyor.
Hazırlığımı tamamlamıştım abdestimi alarak, namaz kılmak için.
Cenabı Hakkın huzuruna duracaktım, onca gafletimin karanlığında.
Ruhumu titreten bu tablo, haşyetin ince merhalelerinden geçiriyordu sessizce.
Divana durmak, Kâinatın Hâkiminin huzurunda ona secde etmek, acizliğimin her katresinde ondan mağfiret dilemek.
Onunla dertleşmek, her halin bilinmezliğinden kurtularak, halim bu diyebilmek, gözyaşlarıyla serinlemek!
Aman yarabbi ne yüce bir imkân, dilediğim her an seni bulmak, huzuruna çıkmak, meramımı ifade etmek, ne istiyorsam dilemek, nedametimi itiraf etmek.
Kul olmanın, insan olarak yaratılmanın, meleklerden üstün kılınmanın, cihanın emre amade kılınmasının namütenahiliğinde aidiyetin binmesiyle.
Kulağıma televizyon ekranından lahuti bir ses geliyordu, hicranın en çarpıcı vurgusuyla ruhumu delip geçiyordu.
O kadar açık ve sarih ki yaşanan hüzün, ümmeti Muhammet bir yetimliğin hercümerçliğini yaşıyordu sinelerinde.
Sahip çıkılması elzem olan hakikatler, en değerli mevhumlar dışlanıyordu.
Din adına belamlar peyda olmuştu. İnsanları aldatıyorlardı.
Tuğyan hat safhadaydı, şirkin envayı çeşidi pazarlanmıştı.
Ebu cehiller kıtaları aşmıştı.
Doğru söylüyordu rahmetli şair Arif Nihat Asya haykırıyordu gerçekleri
Nedametinim enginliğinde hazanın esintilerini yaşatarak.
Seccaden kumlardı…
Devirlerden, diyarlardan
Gelip, göklerde buluşan
Ezanların vardı!
Mescit mümin, minber mümin...
Taşardı kubbelerden tekbir,
Dolardı kubbelere “amin”.
Ve mübarek geceler dualarımız;
Geri gelmeyen dualardı...
Geceler ki pırıl pırıl
Kandillerin yanardı..
Kapına gelenler ya Muhammed,
— uzaktan, yakından –
Mümin döndüler kapından...
Besmele, ekmeğimizin bereketiydi;
İki dünyada aziz ümmet,
Muhammed ümmetiydi...
Konsun – yine - pervazlara
Güvercinler,
“hu hu” lara karışsın
Âminler,
Mübarek akşamdır;
Gelin ey fatihalar, yasinler...
Yüreğimin derinliğinde kurumaya yüz tutan gözyaşlarım her nasılsa birden harekete geçmişti.
Damlalar akıntıya dönüşmüştü.
Kapın açılmasıyla utancımı gizlemek adına sevgili revanımdan yüzümü çevirmiştim.
Lakin bir kez fark etmişti görmeye alışık olmadığı perişanlığımı.
Çaresiz kalmıştım, sessizliğimin eşiğinde.
Şefkatini sunmuştu kanatlarını açarak, hamiyetinin yüceliğini göstermişti okşayarak yanaklarımı.
Utanmıştım bir çocuğun perişanlığında.
Şiddetle vurulan kapı dikkatimizi çekmişti!
Hayırdır inşallah diyerek kapıya yönelen sevgili zevcem bir telaş içinde sesleniyordu. Fırladım oturduğum yerimden
Oğlum İsmail’in elinden kan boşalıyordu.
Derhal kesilen yerleri sararken kesiklerin hayli derin olduğunu fark etmiştim, iki ayrı yerden.
Hayırdır oğlum diye sorduğumda, mahcup bir tavırla hızla dış kapıyı iterken çerçeve çam kırılınca elini camlar parçalamış.
Gayri ihtiyari kızmak geldi içimden, kocaman adam olmuştu on yedi yaş gibi, ikizlerin on beş dakika kıdemlisiydi.
Cevvaldi, hizmet ehliydi, tebessümü yüzünden hiç eksik etmezdi.
Acilen hastaneye götürmemiz gerekliydi lakin büyük oğlum, ama ikinci çocuğum Abdullah (yirmi üç yaşında) arabayı götürmüş işine giderken.
Davranış bozukluğuna kapalı bir yaşantım olduğundan, kızmamak için çok zorlanıyordum.
Telefon açarak derhal gelmesini emretmiştim.
Komşularımız gelmişti sağ olsunlar biz götürelim diye, teşekkür ederek programlarından alı koymak istememiştim.
Kısa bir zamanda geldi oğlum Abdullah.
Hızla araca doğru yol alıyorduk, acile götürmek için İsmail’i.
Erciyes fakültesinin yoluna koyulmuştuk, direksiyonda ben vardım, kısa bir sürede vardık.
İşlemlerden sonra travma servisine girdik, doktorlar çok sakince müdahale ediyorlardı. Film çekilmesini önerdiler ve kanayan yerleri temizlediler.
Bu arada filmi beklerken servisteki diğer hastalar dikkatimi çekmişti.
O hastaların yanında bizim çocuğun ki adeta bir hiçti.
Yaşlı bir teyzenin sol omzu kırılmış, bir başka gencin yüz hatları parçalanmış ve benzeri vakalar pek çoktu.
Aniden yeni bir hasta gelmişti sedyeyle, başı çok kalabalıktı doktorlardan.
Bir telaş içinde davrandıklarından dikkatimizi çekmişti.
Biraz olsun yakından görmek maksadıyla yakınlaşmıştım ki içim parçalandı!
Genç yaşlarda sayılacak bir bayandı…
Bir insanın yüz hatları bu kadar mı feci değişikliğe uğrarmış, şaşkınlığımdan hayali sukuta uğramıştım.
Nutkum durmuştu aniden!
Oğlum İsmail’in eline dikişler atılırken büyük oğlum Abdullah’ı güvenlik görevlileri dışarıya çıkmasını önermişlerdi.
Doktorlar bayan hastaya müdahale ederken zavallı çığlık atıyordu hissettiği acıdan, fakat uzaktan da baksam yüreğim parçalanıyordu bu bayanın halinden.
Yüzü kan revan içindeydi, her tarafı şişmişti.
Kandan çok fark edilmiyordu, kıvranıyordu, doktorlar bazen kızıyorlardı, senin için buradayız diyorlardı.
Bayanın yüzünde başka yerlerinde de, bedeninin muhtelif yerlerinde yaralar ve kanlar görünüyordu.
Benim gibi ayakta merakla vakaya bakan güvenlik görevlisine, trafik kazası mı olmuş diye sordum.
Hayır, aile kavgasıymış, kocası dayak atmış deyince bir kez daha kahroldum, kendi erkekliğimden utandım, perişanlığı yaşadım.
Bir insan nasıl bu kadar cani olabilir?
Bir insana bu kadar sefil bir zulüm nasıl reva görülür?
Bir düşmana dahi katiyen yapılmaması gereken bir muamele, bir eşe nasıl yapılabilir?
Velev ki en galiz, en affedilmeyecek bir suç işlese dahi!
Hukuk niye vardır?
Medeniyet niye aranır?
Bu zulmü işleyen şahsı en ağır ceza verilmeliydi!
Bir kadına şiddet asla kullanılmamalıdır?
Kullananlar acizdir, sefildir, cahildir, dengesizdir!
Doktorlar dört ünite kan talimatını verdiler ama durum ümitsiz görünüyordu.
Kül tablasıyla dövülmüş, kafası duvarlara çarpılmış, dört kez de bıçaklanmış. Bir umuttur deneyeceğiz diyorlardı doktorlar!
O gün sabaha kadar uyuyamamıştım!
Toplumda her geçen gün artan şiddet temayülü neyin habercisiydi?
Bir gün sonra haberleri izliyorum, zavallı kadın eksi olmuş haberiyle yeniden irkiliyordum.
Nezaketin, ahengin zenginliğini anımsatarak sanki el sallıyordu, görüşmek üzere dercesine çekip gidiyordu.
Güneş onca haşmetine rağmen, tevazuunun tüm ritüellerini sunarak adeta bir ders veriyordu seyredenlere.
Oysa her kez bir telaş içindeydi. Yaşadığı hayatın bir daha ele geçmeyeceğini bilerek bir yarış içindeydiler.
Çocuklar oyunlarının heyecan çeperlerini son derece zorlayarak, merakın deşifrelerini aralıyorlardı kendilerince.
Koşarak, gülerek, bazen de ağlayarak.
Annelerinden su, ekmek istemeyi unutmuyorlardı.
Anneleri çocukları göz hapsinde tutuyorlardı uzaklığın hengâmesinde.
Baharın güzelliğini resmeden tüm donanımlar mevcuttu, insanların çeşitliliği, mahlûkatın zenginliği, nebatatın deruniliği bir şeyler anlatıyordu.
Çocukluğumuzda öğrendiğimiz cennette düğün başlamıştı artık!
Gizemlerin namütenahi serencamında paydalar beklenirken.
Niye bu öğreti hafızamızda kalıcılığını sağlamıştır bilinmez oysaki!
Göremediğimiz cennetteki düğün sevincine ortak olurduk işte.
Nasıl olurdu hatırlayalım!
Güneş zevaldeyken, yağmurun yağmasıyla en güzel renklerin gök kuşağını oluşturmasıyla öyle değil mi?
Bizin diyarlarda böyle bir öğretiyle cennet sevgisi izanlarımıza işlenirdi.
İnsan ölse de hayatın renkliği, sevinci, neşesi devam ettiğinin vurgusuydu.
Alkış tutardık düğün sevincinin coşkusuna minik ellerimizle, acıyana kadar.
Bir umudum sevince dönüşmesini, hayatta acılardan ziyade sevincin payidar olmasını öncelerdi. Kanaatin, sabrın, hizmetin, himmetin olgunluğuyla…
Akşam namazının daveti geliyordu kulağıma, çok hoş bir ezanın okunmasıyla…
Tekrar etmek durumunda olduğumu anımsadım birden, anladığım kadarıyla Arapça bilgim olmadan, anlam derinliğine kulaç atarak.
Şükürler olsun ki Rabbime bu ezanlar gafletimizden bir anda olsa sıyrılmamızı temin ediyor, düşünmemi, tefekkür etmemi gerekli kılıyor.
Hazırlığımı tamamlamıştım abdestimi alarak, namaz kılmak için.
Cenabı Hakkın huzuruna duracaktım, onca gafletimin karanlığında.
Ruhumu titreten bu tablo, haşyetin ince merhalelerinden geçiriyordu sessizce.
Divana durmak, Kâinatın Hâkiminin huzurunda ona secde etmek, acizliğimin her katresinde ondan mağfiret dilemek.
Onunla dertleşmek, her halin bilinmezliğinden kurtularak, halim bu diyebilmek, gözyaşlarıyla serinlemek!
Aman yarabbi ne yüce bir imkân, dilediğim her an seni bulmak, huzuruna çıkmak, meramımı ifade etmek, ne istiyorsam dilemek, nedametimi itiraf etmek.
Kul olmanın, insan olarak yaratılmanın, meleklerden üstün kılınmanın, cihanın emre amade kılınmasının namütenahiliğinde aidiyetin binmesiyle.
Kulağıma televizyon ekranından lahuti bir ses geliyordu, hicranın en çarpıcı vurgusuyla ruhumu delip geçiyordu.
O kadar açık ve sarih ki yaşanan hüzün, ümmeti Muhammet bir yetimliğin hercümerçliğini yaşıyordu sinelerinde.
Sahip çıkılması elzem olan hakikatler, en değerli mevhumlar dışlanıyordu.
Din adına belamlar peyda olmuştu. İnsanları aldatıyorlardı.
Tuğyan hat safhadaydı, şirkin envayı çeşidi pazarlanmıştı.
Ebu cehiller kıtaları aşmıştı.
Doğru söylüyordu rahmetli şair Arif Nihat Asya haykırıyordu gerçekleri
Nedametinim enginliğinde hazanın esintilerini yaşatarak.
Seccaden kumlardı…
Devirlerden, diyarlardan
Gelip, göklerde buluşan
Ezanların vardı!
Mescit mümin, minber mümin...
Taşardı kubbelerden tekbir,
Dolardı kubbelere “amin”.
Ve mübarek geceler dualarımız;
Geri gelmeyen dualardı...
Geceler ki pırıl pırıl
Kandillerin yanardı..
Kapına gelenler ya Muhammed,
— uzaktan, yakından –
Mümin döndüler kapından...
Besmele, ekmeğimizin bereketiydi;
İki dünyada aziz ümmet,
Muhammed ümmetiydi...
Konsun – yine - pervazlara
Güvercinler,
“hu hu” lara karışsın
Âminler,
Mübarek akşamdır;
Gelin ey fatihalar, yasinler...
Yüreğimin derinliğinde kurumaya yüz tutan gözyaşlarım her nasılsa birden harekete geçmişti.
Damlalar akıntıya dönüşmüştü.
Kapın açılmasıyla utancımı gizlemek adına sevgili revanımdan yüzümü çevirmiştim.
Lakin bir kez fark etmişti görmeye alışık olmadığı perişanlığımı.
Çaresiz kalmıştım, sessizliğimin eşiğinde.
Şefkatini sunmuştu kanatlarını açarak, hamiyetinin yüceliğini göstermişti okşayarak yanaklarımı.
Utanmıştım bir çocuğun perişanlığında.
Şiddetle vurulan kapı dikkatimizi çekmişti!
Hayırdır inşallah diyerek kapıya yönelen sevgili zevcem bir telaş içinde sesleniyordu. Fırladım oturduğum yerimden
Oğlum İsmail’in elinden kan boşalıyordu.
Derhal kesilen yerleri sararken kesiklerin hayli derin olduğunu fark etmiştim, iki ayrı yerden.
Hayırdır oğlum diye sorduğumda, mahcup bir tavırla hızla dış kapıyı iterken çerçeve çam kırılınca elini camlar parçalamış.
Gayri ihtiyari kızmak geldi içimden, kocaman adam olmuştu on yedi yaş gibi, ikizlerin on beş dakika kıdemlisiydi.
Cevvaldi, hizmet ehliydi, tebessümü yüzünden hiç eksik etmezdi.
Acilen hastaneye götürmemiz gerekliydi lakin büyük oğlum, ama ikinci çocuğum Abdullah (yirmi üç yaşında) arabayı götürmüş işine giderken.
Davranış bozukluğuna kapalı bir yaşantım olduğundan, kızmamak için çok zorlanıyordum.
Telefon açarak derhal gelmesini emretmiştim.
Komşularımız gelmişti sağ olsunlar biz götürelim diye, teşekkür ederek programlarından alı koymak istememiştim.
Kısa bir zamanda geldi oğlum Abdullah.
Hızla araca doğru yol alıyorduk, acile götürmek için İsmail’i.
Erciyes fakültesinin yoluna koyulmuştuk, direksiyonda ben vardım, kısa bir sürede vardık.
İşlemlerden sonra travma servisine girdik, doktorlar çok sakince müdahale ediyorlardı. Film çekilmesini önerdiler ve kanayan yerleri temizlediler.
Bu arada filmi beklerken servisteki diğer hastalar dikkatimi çekmişti.
O hastaların yanında bizim çocuğun ki adeta bir hiçti.
Yaşlı bir teyzenin sol omzu kırılmış, bir başka gencin yüz hatları parçalanmış ve benzeri vakalar pek çoktu.
Aniden yeni bir hasta gelmişti sedyeyle, başı çok kalabalıktı doktorlardan.
Bir telaş içinde davrandıklarından dikkatimizi çekmişti.
Biraz olsun yakından görmek maksadıyla yakınlaşmıştım ki içim parçalandı!
Genç yaşlarda sayılacak bir bayandı…
Bir insanın yüz hatları bu kadar mı feci değişikliğe uğrarmış, şaşkınlığımdan hayali sukuta uğramıştım.
Nutkum durmuştu aniden!
Oğlum İsmail’in eline dikişler atılırken büyük oğlum Abdullah’ı güvenlik görevlileri dışarıya çıkmasını önermişlerdi.
Doktorlar bayan hastaya müdahale ederken zavallı çığlık atıyordu hissettiği acıdan, fakat uzaktan da baksam yüreğim parçalanıyordu bu bayanın halinden.
Yüzü kan revan içindeydi, her tarafı şişmişti.
Kandan çok fark edilmiyordu, kıvranıyordu, doktorlar bazen kızıyorlardı, senin için buradayız diyorlardı.
Bayanın yüzünde başka yerlerinde de, bedeninin muhtelif yerlerinde yaralar ve kanlar görünüyordu.
Benim gibi ayakta merakla vakaya bakan güvenlik görevlisine, trafik kazası mı olmuş diye sordum.
Hayır, aile kavgasıymış, kocası dayak atmış deyince bir kez daha kahroldum, kendi erkekliğimden utandım, perişanlığı yaşadım.
Bir insan nasıl bu kadar cani olabilir?
Bir insana bu kadar sefil bir zulüm nasıl reva görülür?
Bir düşmana dahi katiyen yapılmaması gereken bir muamele, bir eşe nasıl yapılabilir?
Velev ki en galiz, en affedilmeyecek bir suç işlese dahi!
Hukuk niye vardır?
Medeniyet niye aranır?
Bu zulmü işleyen şahsı en ağır ceza verilmeliydi!
Bir kadına şiddet asla kullanılmamalıdır?
Kullananlar acizdir, sefildir, cahildir, dengesizdir!
Doktorlar dört ünite kan talimatını verdiler ama durum ümitsiz görünüyordu.
Kül tablasıyla dövülmüş, kafası duvarlara çarpılmış, dört kez de bıçaklanmış. Bir umuttur deneyeceğiz diyorlardı doktorlar!
O gün sabaha kadar uyuyamamıştım!
Toplumda her geçen gün artan şiddet temayülü neyin habercisiydi?
Bir gün sonra haberleri izliyorum, zavallı kadın eksi olmuş haberiyle yeniden irkiliyordum.