03-11-2007, 15:50
SENAİ DEMİRCİ
Hadi benim de bir futbol yazım olsun diye başlıyorum bu yazıya.. Üstelik, bunu hak ettiğimi de düşünüyorum. İlk defa ön sıraya geçip, bir maçı dev ekrandan izleme fırsatı buldum. Adını unuttuğum genç bir futbolcu, spikerin deyişine göre, ilk defa, bu önemli maçta sahaya çıkıyordu. Maç millî takımın maçı değildi ama millî maçtı. Önemli maçtı ve genç futbolcu ilk 11'deydi. Teknik direktörün en fazla 11 kişiyi koyabildiği sahaya, genç bir futbolcu 1/11'lik bir yer tutar. 11'de 1 olmak az şey değil! Hele de o büyük maçtaki 11'in 1'i olmak her yiğidin harcı değil. Futbolcu o maçta en az 1 olmak zorundadır; 0 olma hakkı yoktur. Sahada yokmuş gibi oynarsa, bir daha çıkamaz yedek kulübesinden, belki yedekler arasında da bile yeri olmaz. Teknik direktör adına oynamaktadır orada; iyi oynarsa direktöre hak verilir; kötü oynarsa direktörden hesap sorulur. Bir başkası oynayabilecekken o pozisyonda neden o oynamıştır? Daha iyi biri kenarda beklerken, neden sahada etkisiz biri kalmıştır. Bu yüzden olsa gerek, dedi ki spiker: "Hocası ona güvendi." Ona düşen de hocasının güvenini boşa çıkarmamaktı, hocasının kendine güvendiğini bilerek oynamaktı. Ramazan'ın mübarek ikliminde görüştüğümüz muhterem Mustafa İslamoğlu'nun esmâ-i hüsnâdan Mü'min ismine getirdiği heyecan verici yorum beni bu maçta da yalnız bırakmadı. O çarpıcı yorumu duyduğum günden beri hep aklımda Mü'min ismi. Namaz için seccadeye çıktığımda aklımda. Oruç niyetiyle kalktığımda aklımda… Kur'an'ı elime aldığımda aklımda… Salavat getirirken aklımda… Sokakta yürürken aklımda… Aynada yüzüme bakarken aklımda… Evimde bir köşede otururken aklımda… Dostlar arasında sözüm dinlenirken aklımda.... Sahnede ve/ya ekranda binlerce kişiye hitap ederken aklımda… Bu satırları yazarken de aklımda… Keşke hep aklımda olsa, hiç aklımdan çıkmasa…
Mü'min ismi "güvenen" anlamına geliyor… Allah Mü'min'dir; yani "Allah güvenir"… Kime güvenir? Allah, varlığını yokluğuna tercih ettiği her şeye güvenir. Taş olarak var ettiğine "taş" olmanın icabı sert ve katı olma konusunda güvenir. Taş olmayı onun cismine emanet eder. Hayvan olarak var ettiğinin de, hayvanlık neyi gerektiriyorsa onu yapacağı konusunda emindir. Hayvan olmayı da onun omuzlarına yükler? Peki ya "insan" olarak var ettiğine nasıl güvenir?
Aynada yüzüme bakınca anlıyorum ki, Allah bana güveniyor. Beni bu yüzle yarattığına göre, benim insanlık takımında yer almamı istemiş. Varlığın ileri ucunda görev vermiş bana. Var edip de taş bırakabilirdi beni; taş yapmamış. Hayat verip de salkım söğüt eyleyebilirdi. Ağaç yapmamış beni. Demek ki, ağaçtan fazlasını bekliyor benden. Hayvan olarak da yerimi alabilirdim yeryüzünde. İnsanım ve bir insan yüzü taşıyorum. Demek ki, taştan da, ağaçtan da, hayvandan da fazlasını bekliyor benden. Bu bedenin içinde ben "ben" olarak var olduğuma göre, Yaradanım beni yedek kulübesinde bırakmamış, insan eylemiş. Bu bedenin içinde ben değil de bir başkasının ruhu olabilirdi. Bu yüzün gerisinde benim değil de bir başkasının bakışı saklanıyor olabilirdi. Eğer öyle olsaydı, yani varlık sahasında, benim bedenimin içinde "ben" yerine, yine kendine "ben" diyen bir başkası var olsaydı, hiç itirazım olabilir miydi? Yedek kulübesinde bekletilen futbolcunun hiç olmazsa, sahaya çıkma umudu vardır. Sahayı görür, oynamak için can atar. Ama "yokluk" kulübesinde bırakılmış olsaydım, varlık sahasını hiç göremeyecek, göremediğim gibi görülmeye değer bir varlık sahasından haberdar olmayacak, kulübede bekletilişimi de hiç sorun etmemiş olacaktım. "Yok" iken, "yok kalabilecek" iken, "var" olmamın tercih edilmesi, hele de bu varlığın kalıbı içinde sunulması, kendi hesaplarımda hiç yokken, kendim hiç ummuyorken, varlık sahasına sürülmüş olmam sıradan bir şey midir?
Demek ki Rabbim bana güvenmiş, insan kadrosunda yer almak üzere beni seçmiş; bir başkasını değil. Benim bedenimin malzemesinden başka varlıklar yaratabilecekken (ki içinde yürüdüğüm 90 kiloluk et kemikten ne güzel güller, ne tatlı patatesler, domatesler vs. yaratılabilirdi!) beni yaratmayı tercih etmiş… Benim yerime başkalarını var edebilecekken, beni başkalarına tercih etmiş, beni "insan" olarak var etmeyi dilemiş…
Varlık sahasında bir "insan" olarak var olma görevini ben üstlenmişim. Benim bedenim üzerinde bir "insan" binası yükseltilmiş. Benim kapladığım hacimde bir "insan"ın konuşması, yürümesi, durması, bakması, susması takdir edilmiş. Yani, en az "bir" insan olmalıyım bu âlemde. Daha azına razı olma hakkım yok. İnsan olarak sıfırlayamam kendimi. Sahadan insan olarak silersem kendimi, bana yapılan yatırıma yazık etmiş olurum. Varlık sahasındaki insan varlığımı azaltırsam, bozarsam, yıkarsam, bana duyulan güveni boşa çıkarmış olurum.
Evet, evet; ben, biz, hepimiz, Allah'ın güveninin eserleriyiz. Ve hiç de az değiliz. Ve hiç de kendimizi azımsama hakkına sahip değiliz. Sahadayız. Ve maç bütün hızıyla devam ediyor. Gözler üzerimizde.
s.demirci@zaman.com.tr
Hadi benim de bir futbol yazım olsun diye başlıyorum bu yazıya.. Üstelik, bunu hak ettiğimi de düşünüyorum. İlk defa ön sıraya geçip, bir maçı dev ekrandan izleme fırsatı buldum. Adını unuttuğum genç bir futbolcu, spikerin deyişine göre, ilk defa, bu önemli maçta sahaya çıkıyordu. Maç millî takımın maçı değildi ama millî maçtı. Önemli maçtı ve genç futbolcu ilk 11'deydi. Teknik direktörün en fazla 11 kişiyi koyabildiği sahaya, genç bir futbolcu 1/11'lik bir yer tutar. 11'de 1 olmak az şey değil! Hele de o büyük maçtaki 11'in 1'i olmak her yiğidin harcı değil. Futbolcu o maçta en az 1 olmak zorundadır; 0 olma hakkı yoktur. Sahada yokmuş gibi oynarsa, bir daha çıkamaz yedek kulübesinden, belki yedekler arasında da bile yeri olmaz. Teknik direktör adına oynamaktadır orada; iyi oynarsa direktöre hak verilir; kötü oynarsa direktörden hesap sorulur. Bir başkası oynayabilecekken o pozisyonda neden o oynamıştır? Daha iyi biri kenarda beklerken, neden sahada etkisiz biri kalmıştır. Bu yüzden olsa gerek, dedi ki spiker: "Hocası ona güvendi." Ona düşen de hocasının güvenini boşa çıkarmamaktı, hocasının kendine güvendiğini bilerek oynamaktı. Ramazan'ın mübarek ikliminde görüştüğümüz muhterem Mustafa İslamoğlu'nun esmâ-i hüsnâdan Mü'min ismine getirdiği heyecan verici yorum beni bu maçta da yalnız bırakmadı. O çarpıcı yorumu duyduğum günden beri hep aklımda Mü'min ismi. Namaz için seccadeye çıktığımda aklımda. Oruç niyetiyle kalktığımda aklımda… Kur'an'ı elime aldığımda aklımda… Salavat getirirken aklımda… Sokakta yürürken aklımda… Aynada yüzüme bakarken aklımda… Evimde bir köşede otururken aklımda… Dostlar arasında sözüm dinlenirken aklımda.... Sahnede ve/ya ekranda binlerce kişiye hitap ederken aklımda… Bu satırları yazarken de aklımda… Keşke hep aklımda olsa, hiç aklımdan çıkmasa…
Mü'min ismi "güvenen" anlamına geliyor… Allah Mü'min'dir; yani "Allah güvenir"… Kime güvenir? Allah, varlığını yokluğuna tercih ettiği her şeye güvenir. Taş olarak var ettiğine "taş" olmanın icabı sert ve katı olma konusunda güvenir. Taş olmayı onun cismine emanet eder. Hayvan olarak var ettiğinin de, hayvanlık neyi gerektiriyorsa onu yapacağı konusunda emindir. Hayvan olmayı da onun omuzlarına yükler? Peki ya "insan" olarak var ettiğine nasıl güvenir?
Aynada yüzüme bakınca anlıyorum ki, Allah bana güveniyor. Beni bu yüzle yarattığına göre, benim insanlık takımında yer almamı istemiş. Varlığın ileri ucunda görev vermiş bana. Var edip de taş bırakabilirdi beni; taş yapmamış. Hayat verip de salkım söğüt eyleyebilirdi. Ağaç yapmamış beni. Demek ki, ağaçtan fazlasını bekliyor benden. Hayvan olarak da yerimi alabilirdim yeryüzünde. İnsanım ve bir insan yüzü taşıyorum. Demek ki, taştan da, ağaçtan da, hayvandan da fazlasını bekliyor benden. Bu bedenin içinde ben "ben" olarak var olduğuma göre, Yaradanım beni yedek kulübesinde bırakmamış, insan eylemiş. Bu bedenin içinde ben değil de bir başkasının ruhu olabilirdi. Bu yüzün gerisinde benim değil de bir başkasının bakışı saklanıyor olabilirdi. Eğer öyle olsaydı, yani varlık sahasında, benim bedenimin içinde "ben" yerine, yine kendine "ben" diyen bir başkası var olsaydı, hiç itirazım olabilir miydi? Yedek kulübesinde bekletilen futbolcunun hiç olmazsa, sahaya çıkma umudu vardır. Sahayı görür, oynamak için can atar. Ama "yokluk" kulübesinde bırakılmış olsaydım, varlık sahasını hiç göremeyecek, göremediğim gibi görülmeye değer bir varlık sahasından haberdar olmayacak, kulübede bekletilişimi de hiç sorun etmemiş olacaktım. "Yok" iken, "yok kalabilecek" iken, "var" olmamın tercih edilmesi, hele de bu varlığın kalıbı içinde sunulması, kendi hesaplarımda hiç yokken, kendim hiç ummuyorken, varlık sahasına sürülmüş olmam sıradan bir şey midir?
Demek ki Rabbim bana güvenmiş, insan kadrosunda yer almak üzere beni seçmiş; bir başkasını değil. Benim bedenimin malzemesinden başka varlıklar yaratabilecekken (ki içinde yürüdüğüm 90 kiloluk et kemikten ne güzel güller, ne tatlı patatesler, domatesler vs. yaratılabilirdi!) beni yaratmayı tercih etmiş… Benim yerime başkalarını var edebilecekken, beni başkalarına tercih etmiş, beni "insan" olarak var etmeyi dilemiş…
Varlık sahasında bir "insan" olarak var olma görevini ben üstlenmişim. Benim bedenim üzerinde bir "insan" binası yükseltilmiş. Benim kapladığım hacimde bir "insan"ın konuşması, yürümesi, durması, bakması, susması takdir edilmiş. Yani, en az "bir" insan olmalıyım bu âlemde. Daha azına razı olma hakkım yok. İnsan olarak sıfırlayamam kendimi. Sahadan insan olarak silersem kendimi, bana yapılan yatırıma yazık etmiş olurum. Varlık sahasındaki insan varlığımı azaltırsam, bozarsam, yıkarsam, bana duyulan güveni boşa çıkarmış olurum.
Evet, evet; ben, biz, hepimiz, Allah'ın güveninin eserleriyiz. Ve hiç de az değiliz. Ve hiç de kendimizi azımsama hakkına sahip değiliz. Sahadayız. Ve maç bütün hızıyla devam ediyor. Gözler üzerimizde.
s.demirci@zaman.com.tr