Forum Hafızoğlu

Tam Versiyon: Tarihi Hikayeler-1 :::::Sultan Abdülhamidi Sanî Hazretleri::::::::
Şu anda tam olmayan bir versiyonun içeriğine bakıyorsunuz. Tam versiyon'a bakınız.
Arkadaşlar, padişahlar arasında en çok sevdiğim ve hayatını incelediğim II. Abdülhamid Han hakkında elimde bulunan bütün menkibeleri burada paylaşacağım. Sizler de bulduklarınızı paylaşın, devrin anlaşılması gereken siyasi dehasının hayatını birbirimize öğretelim...

Desteklerinizi bekliyorum Arkadaşlar...

Rabbim kendisine gani gani rahmet etsin. Amiiiin


[Resim: 34.jpg] [Resim: armaOrta.gif]
Sultan Abdülhamid Han'ın evliya yönü

devrin komutanlarından birisi anlatıyor(ismini hatırlayamadım, hatırlaayınca güncellerim);

"Babam vefat etmişti ve yüklü miktarda miras kalmıştı. Paranın zayi olmaması ve rahatça değerlendirebilmek için görevimden istifa etmek istedim. Sebebimi bildiren metni de izah ederek görevden affımı talep ettim."
"Kabul edileceği hususunda neredeyse emindim. Ret cevabının gelmesi beni memnun etmedi ve dilekçemi yineleyerek, şiddetle vazifeden affımı istedim. O da ret cevabı alınca bir de durumumu padişaha direkt iletmek istedim."
"Huzura varıp, durumu bir de kendi lisanımdan dile getirip, dilekçemin reddedildiğini söyledim ve hizmetten affımı talep hususunu yineledim."
-"Kabul edilmedi", dedi.
"Israr ettim yine ret cevabı verdi. Israrımın devamı üzerine arkasını dönmeden eliyle git o zaman gibisinden bir işaret yaparak:"
-"İyi o zaman istifa ettirdik", dedi ve sırtını bana doğru çevirdi."

"O gece bir rüya gördüm, Rasulüllah Efendimiz(SAV) orduyu denetliyordu ve sultanımız da arkasında elpençe divan durmuş Rasulü Zişan(SAV) Efendimizi takip ediyordu. Ordu çok düzenliydi. Ama bir grup vardı ki düzenli bir sıra bile kuramamış laçka bir şekilde Efendimizin karşısında duruyordu. Baktım benim komutasından sorumlu olduğum bölüktü."
"Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa(SAV) dönüp sordu: Abdülhamid bu askerler niye böyle düzensizdir? Nerede bunların komutanları?",diye sordu.
"Sultanımız cevap verdi: Efendim çok ısrar ettiler biz de istifa ettirdik."diye cevap verdi
"Peygamberi efendimiz: Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik, Ya Abdülhamid", buyurdular.

"Kan revan içinde uyandım ve içimi müthiş bir pişmanlık duygusu kapladı ama iş işten çoktan geçmişti. Yalnızca görevimizden değil, Rasulüllah'ın komutanlığı vasfından da istifa etmiştik."
Petrol Savaşı

İnsan bir kitaba her şeyi sığdıramıyor tabiatıyla. Hacim, önemli bir sorun. Tabii bütün konuları yazmanın kitabın nizamını bozabilir endişesi de bunda rol oynuyor. Dolayısıyla muhakkak dışarıda kalan bir şeyler oluyor.

İşte beklediğim fırsat nihayet çıktı ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün açtığı serginin haberleri basına yansıyınca, notlarını çıkardığım halde “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı”na koyamadığım Abdülhamid’in petrol savaşı bölümünü yazmak boynumun borcu oldu.

Malum, Sultan II. Abdülhamid döneminin çeşitli sebeplerle karanlıkta kalmış pek çok noktası var. Bunlardan birisi de, Osmanlı ülkesini demir bir ağ içine alma, sonradan Onuncu Yıl Marşı’nda dile geldiği üzere, ülkeyi ‘demir ağlarla örme’ projesidir. Bunu ham ve aceleci hükümlerle ‘Alman emperyalizmine peşkeş çekmek’ olarak sunan tarihçimizin ismini vermeyeyim; çünkü çok yaygın ve orta malı bir kanaattir.

Hicaz Demiryolu hakkında çok şey söylenebilir; ama herhalde tamamen yerli sermaye ile ve yerli mühendis ve işçilerle ve dahi, başta padişah olmak üzere Osmanlı halkından ve İslam âleminden bir seferberlik halinde toplanan yardımlarla (bu yardımların içerisine kurban derileri de dahildir) gerçekleştirilmiş olması, öncelikle söylenmesi gerekenler arasındadır. Projelendirilmesinden uygulanmasına kadar yerlidir ve Cumhuriyet dönemindeki Türk şimendiferciliğinin temeli bu projenin tatbiki yıllarında atılmıştır. Bir uzmanın (Yakup Kalgay) deyişiyle, “Hicaz Demiryolu, bugünkü Türk şimendiferciliğine geniş ölçüde bir tatbikat alanı, tecrübe ve meleke okulu olmuştur. Ve gerçekten bugün (1945 Kasım’ında yazıyor) işbaşında bulunan mühendislerimizden bir kısmı, bu tatbikat alanında stajlarını tamamlamış, salâhiyet, ehliyet imtihanlarını başarı ile vermiştir.”

Demek ki, Hicaz Demiryolu’na bakarken sadece 1.465 kilometre uzunluğunda dev bir tesis olmaktan öte, yerlilik ve Türk demiryolculuğunun okulu olma keyfiyetlerini de vurgulamak önemlidir. Ancak önemli olan başka bir nokta daha var ki genellikle ihmal edilir: Bu projenin Abdülhamid’in enerji politikasıyla yakın ilgisi.

Öncelikle tarihimizin ne kadar sığ ve sebep-sonuç bağlantısı olmadan anlatıldığına bir örnek olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nın ana gerekçesini petrolün oluşturduğuna dikkat çekmemiz şart. Yani temel sorun, İran, Irak, Suriye, Kuveyt, Azerbaycan vs. gibi yerlerdeki petrole hangi emperyalist ülkenin daha önce ulaşacağı sorunuydu. Çünkü dünyanın gelecekteki en önemli enerji kaynaklarının ‘Ortadoğu’da yoğunlaştığı anlaşılmıştı. Daha 1882’de İngiliz Amirali Fisher, dünya üzerindeki kontrollerinin, gemilerinde kömür yerine petrol kullanmaya bağlı olduğuna inandırmaya çalışıyordu Savunma Bakanlığı’nı. Petrolün kaynağı ise Ortadoğu’daydı. Öyleyse?

Ancak bunun karşısında Abdülhamid iktidarının sonlarında Almanlara verilen Bağdat Demiryolu ihalesi kalın bir duvar oluşturacağa benziyor, Hindistan’daki İngiliz hakimiyetini bile tehdit edeceğinden korkuluyordu. Proje gerçekleşirse Bakü ve İran’da gemileri için petrol çıkarmaya uğraşan İngiliz emperyalizmi, Almanya’dan başlayan ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan, Sırbistan ve Osmanlı Devleti’yle Basra Körfezi’ne bağlanan binlerce kilometrelik duvara toslayacak ve müttefiki olan Rusya’yla bağlantısı kopacaktı. Yani Bağdat Demiryolu, böyle bir demir perde gerecekti İngiliz emperyalizminin karşısına.

Ne var ki, ‘demir perde’ projesinin en zayıf halkası, Sırbistan’dı. Bütün mesele, Sırbistan’ın hangi cephede kalacağı noktasında düğümleniyordu. Sırplar Almanları tercih ederse İngilizler, İngilizleri tercih ederse Almanlar şapa oturacaktı. İşte Birinci Dünya Savaşı’nın bir Sırp anarşisti tarafından Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Arşidük’üne karşı gerçekleştirilen suikast sonucu çıkmasının gerçek sebebi, Ortadoğu petrollerine uzanacak hattın zayıf halkasının kimde kalacağı meselesiydi.

Zaten daha 1896’da Bağdat Demiryolu, Konya’yı Berlin’e bağlamıştı bile. İş, Konya’dan Bağdat’a uzanmaya kalmıştı. Böylece Osmanlı ülkesinin iç pazarı, Avrupa kanalından dünya pazarlarına bağlanmış, öbür taraftan 1900 yılında Sultan’ın iradesiyle başlanan Hicaz Demiryolu, Osmanlı’nın bu defa yabancı devletlerin yardımı olmadan Ortadoğu’ya karadan bir kanal açma harekâtı olacaktı.

Aslında Hicaz Demiryolu, Sultan Abdülhamid’in imparatorluğu kurtarma projesinin bir parçasıydı. Yalnızca içerideki ekonomik canlanmayı temin etmeyecekti bu projenin gerçekleşmesi, aynı zamanda yakın bir gelecekte kopması muhtemel kıyamet öncesinde Osmanlı kuvvetlerinin seri hareket edebilmesini de sağlayacak, petrol bölgelerine yönelik bir emperyalist hücumunu da önleyebilecekti. Yani Hicaz Demiryolu’nun gerçek yapılma sebebi, Yavuz Sultan Selim’in, Osmanlı fetihlerinin yönünü doğuya çevirmesindeki sırla alakalıydı. Nasıl Yavuz, İran, Suriye ve Mısır fetihleriyle Portekiz’in Hind Okyanusu’ndaki etkinliğine karadan giderek bir cevap vermişse, torunu olan II. Abdülhamid de Hindistan ve Mısır’ı kontrolü altına alan İngiliz emperyalizmine yine karadan bir yol bularak karşılık veriyor, kurtların iştahlarını kabartan enerji havzalarına sahip çıkıyordu.

Bunu, Bağdat ve Hicaz demiryollarının geçtiği noktalar ile petrol çıkan bölgeleri gösteren haritaya baktığınızda daha net olarak görebilirsiniz. Ne tuhaf, değil mi! Tren hatları, petrol çıkan bölgelerden geçirilmiştir. Ve bu Abdülhamid de çok olmaktadır artık...

Nitekim 1908 yılının Mayıs’ında Concession Sydicate Limited şirketinin operasyon şefi George B. Reynolds, İran sınırları içindeki Mescid-i Süleyman bölgesinde dünyanın o zamana kadar gördüğü en zengin petrol yataklarını patlattığında Abdülhamid iktidarının sonu da gözükmeye başlamıştı. Ne gariptir ki, Mayıs 1908’de petrol bulunmuş, bundan sadece ve sadece 2 ay sonra Jön Türk isyanı başlamış ve temmuz ayında Abdülhamid, Meşrutiyet’i ilan ederek iktidarı bırakmak zorunda kalmıştı.

Velhasıl, petrol, bir devlet başkanının daha başını yemişti. Ama bu, ne ilk, ne de son olacak, sadece 10 yıl sonra bu defa, onu devirenler de kullanılarak Osmanlı Devleti yıkılacak ve Abdülhamid’in petrol haritasında işaretlediği hemen bütün noktaların kontrolünün şaşırtıcı bir hızla İngilizlerin eline geçtiği görülecekti. 1918 yılının 1 Kasım’ını 2 Kasım’a bağlayan gece vatanı terk eden Enver Paşa, gitmeden önce yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya, Siyonizm’in oyununa geldiklerini ve en büyük hatalarının Sultan Hamid’i anlayamamak olduğunu söyleyecekti. Haklıydı belki; ama ne çare ki, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti.


Mustafa Armağan
Turkuaz, Zaman
emeğine sağlık abim güzeldi Allah razı olsun.
Osmanlı Devleti başta olmak üzere bütün müslüman Türkler'in ezer düşmanları, daima lehimize olan ve iftihar vesilesi kabul edilmesi gereken tarihî hakikatlari ters çevirerek aleyhimize kullanmışlar ve tarihi maalesef tahrif etmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin Filistin'le olan alâkaları da bunlardan biridir. Osmanlı Devleti'nin Filistin topraklarında uyguladığı, hukukî ve siyasî nizamı bilmeyenler, Arap dünyasının üzerine çökmüş olan bütün felâketlerin Osmanlı hakimiyetinin kötü bir yadigârı olduğunu savunmaktadırlar. Halbuki vak'a tam tersidir. Kuvvetle Filistin topraklarına yerleşmenin imkânsızlığını gören Yahudiler, Osmanlı'ya karşı para silâhını kullanırlarsa da, Padişah'tan aldıkları cevap bu silâhın da teptiğini göstermektedir:

"Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil Osmanlı milletine aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır. Ne ile aldıysak onunla geri veririz.
Kızı Şadiye Sultan Anlatıyor;

"Sıhhatli bir erkekti, sağlam bir bünyesi ve idmanlı bir vücudu vardı. Küçüklüğümde, onun bir defa hastalandığını hatırlarım. Çok az uyurdu. Şafaktan önce kalkardı. Beş vakit namazını kılar, daima Kur'an-ı Kerim ve Buhari-i şerifi okurdu. Dindar, Allahu tealaya bağlı, büyük bir Müslüman idi. Abdestsiz yere basmazdı. Çok çalışkandı."

"Bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım."

Sultan Abdülhamid han, acil iş zuhur edince, gecenin herhangi bir vaktinde uyandınlmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rıza göstermezdi. Ve abdestli olmaya çok dikkat eder, her ne vakit olursa olsun hemen abdestini alırdı. Bu hususta mabeyn (Saray) başkatibi Esad Bey'i dinleyelim;

"Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. Acaba Sultan'a bir emr-i Hak mı vaki oldu? Diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultan, elinde havlu ile yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; Evlad, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha ilk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakma. Ben bu kadar zamandır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalıyayım" dedi. Besmele çekerek imzaladı"
II. Abdülhamîd'in ilk padisahlik yillarinda, Rus Harbînden üç sene kadar sonra (1296 - 1880) Istanbul'a bir Japon heyeti gelmisti. Heyet, Japon Imparatorunun akrabasindan (Prens Hebi) nin baskanligi altindaydi.
Asil gayesi Avrupa'yi gezmek, Japon ilerleyisinin temellerini kuvvetlendirmek olan heyet, Istanbul'a ugramayi, Türkiye'nin halini de görmeyi ihmâl etmemisti. Resmî bir sifati olmayan heyete, sarayca alâka gösterilmemesi gayet tabiîyken, Abdülhamîd aksini yapmis, heyeti, yâverleri ve tercümanlarina karsilatmis, Beyoglu'nun en iyi otelini ikâmetlerine vermis ve bütün masraflarini üzerine almisti...
Abdülhamid, Dogu milletlerinden biri olan Japonlarin bas döndürücü terakki hamlelerini büyük bir merakla tâkip ediyor, vatanina ait yükseltme sirlarindan belki onlarin vaziyetinde kendi eliyle çözebilecegi bir mânâ ariyordu. Bu bakimdan heyetle alakalanmis, Japonlari Yildiz'a dâvet ederek kendilerine göz kamastirici bir ziyafet vermis, onlari yakindan görmek ve tanismak istemisti.
Bu temasm neticesinde heyet, ertesi günü ziyaret ettigi Sadrâzama iki Dogulu millet arasinda siyasî ticarî münasebetler kurulmasini teklif etti, teklifleri Rusya'ya karsi biraz ihtiyatli olmak sartiyle müsai karsilandi. 1881'de Türkiye'nin Moskova sefiriyle oradaki Japon elçisi arasinda mevzu teskil eden bir anlasma projesi, bir müddet Osmanli Hariciyesini mesgul ettiyse de, neticede, Rusya kaygisi yüzünden, Japonlari siyasî anlasmaya girilmeksizin ticarî bir yakinlik ve ruhi dostluk kurulmasi, gerektigi anda da bu dostlugu hemen ittifaka döndürülebilecek bir mahiyet tasimasi münasip görüldü.
Aradan alti yil geçince, ikinci bir heyet... Heyet, bu defa maresal rütbeli (Prens Akihito) baskanliginda... Bu Prens, Günesin Oglu farzedilen Mikado'nun yegeni, dayisinin oglu...
Abdülhamid, Prens'e ve heyete büyük alâka gösterdi, onlari Dolmabahçe Sarayi'na misafir etti ve Yildiz'a dostça karsiladi.
Bu defa heyetin vaziyeti resmiydi. Prens, Abdülhamîd'e Mikado'nun gönderdigi en büyük Japon nisanini takdim ediyor, Sultan ise o zamana kadar hiç bir ecnebî devletten nisan kabul etmedigi halde, onu zevkle benimsiyordu.
Prens, Hünkâra, Mikado'nun hususî bir mektubunu getirmisti. Mektupta hiçbir sir yok, sadece siyasi ve ticarî sahalarda iki milletin yakinlasmasina ait dilekler var... Fakat üslûbunda öyle bir eda mevcut ki, Abdülhamid'e Rusya'ya karsi basi sIkilir sIkilmaz hemen Japon destegini vâdetrnekte...
Abdülhamid bu manâyi, hemen sezdi, sezdigini de Prens'e göz isaretiyle bildirircesine hissettirdi, ayni mânâya bagliligini Prens'e hesapsiz ikramlar ve iltifatlar seklinde gösterdi. fakat disariya hiçbir ipucu vermedi.
Japon Prensi, mes'ut, memleketine dönerken Payitahtta büyük mesele:
— Japon heyetinin ziyaretine mutlaka mukabele etmek sart... Fakat hangi sehzadeyi ve beraberinde kimleri göndermeli?.. Böyle bir ziyaret bütün Avrupa'yi, hele Rusya'yi müthis kuskulandirir. Ne yapmali?..
Vezirler, parmaklarini sakaklarina dayamis, bunu düsünürken, Abdülhamîd, formüllerin en ince ve sahânesini buldu. Sadrâzam Kâmil Pasa'yi saraya çagirtti ve emrini verdi:
— Japonlarin ziyaretine karsilik olarak, siyasi mânâ tasiyan blr heyet göndermeyecegiz de, talim ve terbiye vesilesi altinda bir mektep gemisi gönderecegiz. Bu gemi, bayragimizi, Hindistan ve Çin sularinda ve müslümanlarin oturdugu adalarda dalgalandiracak...
Japonya'ya karsi resmi vaziyeti de esasta sIki dostluk nisanesi altinda bir ilmi tetkik seyahati olacak...
Karar derhal tatbik edildi ve «Ertugrul» isimli gemi, seçkin bir kadroyla Japonya'ya gönderildi.
Gemiye, Bahriye Nâziri'nin damadi Miralay (albay) Osman Bey kumandan tâyin edilmis ve bu degerli subayin vazifesi, hakikatte, Sultan'in mektubunu Mikado'ya vermek, hediyelerini takdim etmek ve fevkalâde murahhas olmak üzere tâyin edilmisti.
Miralay Osman Bey olarak yola çikan «Ertugrul'» kumandani, gemi Singapur'a varinca, yolda pasaliga yükseltildi. Mikado'nun huzuruna pasa olarak çikmaya hazirlandi; ve Istanbul'da verilmeyip yolda bahsedilen bu rütbe hâdisesi de yine Sultan'in siyasî dehâsindan bir örnek oldu.
Taktigi, bütün nazarlarin "Ertugrul" üzerine çevrildlgi bir anda fazla alâyis ve seyahat üzerinde hususî blr kiymet belirtmemekti.
«Ertugrul», (1306 - 1890) yilinin 26 Mayis günü, onbir ay süren bir seyahatten sonra Yokohama limaninda...
O zamanin seyrüsefer sartlarina göre, bu seyahat, Türk Bahriyesi adina bir basari... Yol boyunca ugranilan Islâm ülkelerinde yildizli hilâlin dalgalanisi bakimindan da muazzam ruhî kiymet...
Karsilikli merasim toplari atilirken, gemiye gelen Japon Tesrifat Nâziri, Osman Pasa'nin elini hararetle sIkarken söyle diyordu:
— Hos geldiniz Amiral ! Hasmetlû Mikado Hazretleri adina sizi selâmladigim su dakikada hilâl ve günesin birlesmis oldugunu görmekle saadet duymaktayim !
«Ertugrul» gemisinin sembollestirdigi mânâ ve sahislara gösterilen alâka ve sicaklik, Mikado'dan çöpçüye kadar pek büyük oldu. Arada, bellibasli ve madde madde sinirli bir anlasmaya varilmaksizin, bir daha gelmeyen bir güne ismarlanmis olarak, ruhi yakinlik ve dostluk zemini tamamiyle kuruldu. «Ertugrul» her aksam, etrafindaki binlerce Japon kayigina 50 kisilik bandosiyle konserler vererek üç ay kadar Japon sularinda kaldi ve nihayet döndü.
Dönemedi.
Hareket edecegi gün Japon Bahriye Nezaretinden barometrelerin birden çok düsmüs oldugu ve Japon Denizi'ne ait korkunç firtinalardan birinin patlamasina ihtimal bulundugu, bu yüzden hareketini geciktirmesi gerektigi haberini almasina ragmen denize açildi.
Hareketinin ertesi aksami, Japon Denizi'nin o müthis tayfununa yakalanis... 44 saat, ha batiyor, ha batti, su yüzünde bir findik kabugu gibi firtinayla bogusma; ve neticede (Osima) kiyilarindaki kayaliklar üstünde parçalanmis... Içindekilerin çogu sehit, gerçek sehit... 607 candan, kurtulabilenler 69 kisi... Osman Pasa bogulanlar arasinda...
«Ertugrul» hakkindaki en güzel sözü bir Japon gazetesi söyledi:
"— Ertugrul vazifesini yapmistir."
Japonya ve Türkiye'de duyulan aci, her mikyasin üstünde... Mikado, kendi sularindaki felâket yüzünden dövünür ve elindeki 69 kazazedeye ne yapacagini bilemezken, Abdülhamid, günlerce ne yedi, ne içti, ne de lâf edebildi.
Türk kazazedelerini Istanbul'a getiren iki Japon harb gemisine halk ve Abdülhainîd tarafmdan alâkalarin en coskunu...
Abdülhamîd'in Japonlar ve Japonya mevzuunda baslicâ emeli, Avrupalîlasirken sahsiyetini elde tutan ve ondan zirnik feda etmeyen bu milleti, siddetle atildigi yükselme yolunda gerçek dine de ulastirmakti. Nitekim, Japonya'da «Dinleri înceleme» adinda bir de tesekkül kurulmus ve kongre tertiplenmisti. O güne kadâr Japonya'da pek fena ve kaba, sekilde yürütülen Islâm propagandasi, iste bu vesileyle birdenbire Japon halkinin ruhuna yöneltilebilir ve Dogunun bu muazzam milleti elinde Müslümanlik yepyeni bir hamleye kavusabilirdi.
Abdülhamîd, bu dâvaya çok ehemmiyet verdi; ve Japonlar tarafindan istenilen din kitaplarini, kütüphanesinin en nâdide eserleri arasindan seçip gönderdi ve bu kitaplarm arasina bir de, üzerindeki insan emegi bakimmdan madde ölçüsüyle paha biçilmez bir Kur'ân ilâve etti. Toplanacak kongre üstünde de en derin sekilde müessir olmayi düsünürken, misyonerler ve kozmopolitler tarafindan araya bin fesat sokuldu ve basari yollari kapatildi. Mikado ise, yine ayni fesatlar yüzünden böyle bir kongreye lüzum görmedigini ve tebaasinin fert fert diledigi dini seçmekte hür oldugunu ilân etti.
1904 Rus - Japon Harbinde koca Rusya'yi dize getiren Japonlarin ruhundaki ham mistigi anlayan ve onu îslâmiyetle kemallestirmek isteyen Abdülhamid, böylece, Japonlar nezdinde gizli bir müttefik muhafaza etmekten baska bir imkân bulunmadigini anladi ve her sahada niüdafaadan ibaret olan kaderine boyun egdi.
Sultan 2. Abdülhamid’in mesajını iletmek ve Müslümanların durumlarıyla yakından ilgilenmek üzere Istanbuldan Çin, Malezya, Siyam ve Japonya'ya heyetler yollanıyordu.

*O zaman Çin Müslümanlarının nüfusu 70 milyon tahmin ediliyordu. Cindeki camilerde hutbeler 2. Abdülhamid adına okutulmaktaydı.

• 28 Nisan 1901'de Enver Paşa başkanlığında Çin'e bir heyet gönderildi.

• Heyet, Müslümanların İngilizlere alet olmamaları için uyaracak, Almanlara iyi davranmaları hususunda da tavsiyelerde bulunacaktı.

• Heyet Ağustos 1901 de İstanbul’a döndu

• II.Abdülhamid Han, Çin'den Japonya'ya kadar dünyanın bütün Müslümanları ile irtibata geçerek Osmanlı Devletinin vazgeçilmez ve karşı gelinmez bir güç olduğu imajını vermeye devam ediyordu.

• Sultan, bilahare Muhammed Ali ismindeki temsilcisini yine Çin'e göndererek Müslümanlarla irtibatını sağlamlaştırdı.
• Arapça ve İngilizce bilen Muhammed, Çin'de Wang adında bir imamın misafiri oldu ve hizmetlerini oradan yürüttü.
• 1906'da Ali Rıza Efendi ve Bursalı Hafız Hasan Efendi isimli hocalar da Pekin'e gönderildi. Buradaki hizmetler İngiliz ve Fransızları rahatsız etmişti.
• Çin'deki faaliyetler, kısa bir zaman sonra meyvesini verecek, 1908'de Pekin'de 2. Abdülhamid adına "Darü'l Ulum'il Hamidiye" (Hamidiye Üniversitesi)ni açmaya muvaffak olacaklardır.

• Kapısında Osmanlı bayrağının bulunduğu okulda 100 den fazla öğrenci okutan hocalardan Hafız Hasan Efendi 1908 sonlarında. Ali Rıza Efendi daha sonra İstanbul'a döndüler.

• Pekin'de tam 38 cami vardı ve bu camilerde binlerce Çinli Müslüman ibadet ediyor, vaazlar dinliyordu.

• Ülkenin çeşitli bölgelerinde açılan İslam okullarında eğitim veriliyor.

• Abdülhamid Han için dualar ediliyordu. Sultan'ın özel temsilcisi Muhammed Ali, Çin'e gelmeden önce aynı gorevle Siyam, Kosinşin ve Japonya'yı da ziyaret etmiş, Japonya'nın Yokohama limanında bir cami inşası için, devlet adamları ve Müslüman tücarlarla görüşmüştü.

Kaynak : phaselisconsulting.com

Nizamettin Nazif Tepedenlioğlu, 1930'lu yılların delişmen kalemlerinden biridir. İstikbalin parlak ediblerinden biri olarak bakılır kendisine. Ancak 21. yüzyılda Ordu ve Politika adlı kitabının yeni basımıyla girebildiğini söylemek zorundayım. Demek ki, zaman dediğimiz gizemli varlık, bazen bu denli acımasız davranabiliyor şöhretli kalemlere.

Nizamettin Nazif'in ilginç bir hatırası, onu Abdülhamid kitabının içine taşıyıverdi. Neydi bu hatıra ?

23 Temmuz 1958 tarihinde Hürriyet gazetesi Nizamettin Nazif'in bir yazı dizisini yayınlamaya başlar. Niye bu tarihte yayınlanır yazı dizisi ? Meşrutiyet'in ilanının üzerinden 50 yıl geçmiştir de ondan.

Bu hatıraların bir yerinde, 31 Temmuz 1958 tarihlisinde o zamana kadar bilinmeen bir hatırasını anlatır Tepedenlioğlu (kendisinin ünlü âsi Tepedenli Ali Paşa'nın torunu olduğunu belirtelim). Anlattıkları gerçekten de hayret vericidir. 1937'de artık devlet adamlığında iyice olgunlaşan Atatürk'ün Abdülhamid'i nasıl gördüğüne ilişkin çarpıcı bir anekdottur anlattığı. Kendisinden dinleyelim.

1937 yılında idi. Yaz aylarından biri.

Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşam üstü başyaver Celâl Bey beni telefonla aradı. Dolmabahçe sarayına davet edildim ve saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi büyük adamın karşısında buldum. Saygılarımı bildirince mutad bir iki nezaket cümlesi ise beni taltif etti. Sonra:

- Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat tebrik ederim, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli.

Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından:

- Sevme Abdülhamid'i. Gene de sevme ! Fakat sakın hatırasına hakaret edeyim deme. Senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk ! Şahsi kanaatimi kısaca söyleyeyim:

Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkûk (Ne olacakları şüpheli) ve hudutları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamid'in idare tarzı, âzami müsamahadır (en yüksek hoşgörüdür). Hele bu idare, on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa...

Bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurundan uzaklaşmıştım.