27-12-2007, 10:20
SANA BENZEMEYENİ SEVECEKSİN
Kocaman bir kedi gibi yatıyorum bazen gecenin içine.
Ilık bir karanlığın örttüğü evlerdeki ışıklar tek tek sönüyor.
Aniden bir ışık huzmesinden kanatları beyazlanarak bir kuş geçiyor.
Sonra sessizlik...
Öyle durup, ruhumun sessiz karanlığa akmasını, boşalmasını bekliyorum.
Ağır bir yük ruhum bazen bana.
Sandalyenin üzerine atılıvermiş bir gömlek gibi gecenin içine bırakmak
istiyorum onu.
İnsanlar birbirinden ne kadar değişik, ne kadar farklı...
Biri diğerine benzemeyen onca insan hayatın içinde sürekli
birbirlerine değerek, dokunarak yaşıyor, bazen dümeni kilitlenmiş
gemiler gibi çarpışıyor, bazen dağ suları gibi çağıldayarak
birbirlerinin içine akıyor, birbirlerine karışıyorlar.
Her birinin ruhu, zihni, duygusu, düşüncesi diğerinden farklı böyle
büyük bir kalabalığı yeryüzüne yerleştirmenin, her birini bir diğerine
muhtaç ve bağımlı yaşatmanın, kendilerine hiç benzemeyen insanlara
karşı onlara sevgiler, şefkatler ve nefretler yüklemenin, onların her
birini kalın sır örtülerinin ardına saklayıp birbirlerini anlamalarına
engel olmanın amacı ne?
Ne istiyor tanrı bizden?
Küçük bir gezegenin üstünde birbirine benzemeyen altı milyar insan
yaratıp, altı milyarına da değişik parmak izleri veren o irade
farklılığı neden bu kadar çok seviyor?
Parmak uçlarımız bile farklı.
Şu küçücük parmak uçları...
Parmak uçları bile benzemeyen insanların, zihinleri, düşünceleri,
duyguları, bilincin karanlıklarına saklanmış gizli arzuları,
kişilikleri nasıl benzer birbirine?
Eğer duygularımız da parmaklarımız gibi dokunduğu yerde iz bıraksaydı,
onların her birinde de diğerlerininkine benzemeyen çizgiler,
kıvrımlar, helezonlar görürdük herhalde, herkesi duygu izlerinden tanıyabilirdik.
Belli ki birbirimize benzememizi istemiyor tanrı.
Her birimizin hayata başka bir biçimde değmemizi istiyor.
Başka izler bırakmamızı...
Bütün bu dinler, ırklar, milletler, tarih boyunca hayatı
"tekleştirmek", herkesi birbirine benzetmek isterken, tanrının bütün
yarattıklarında açıkça görülen buyruğu onların isteğiyle uyuşmuyor.
"Farklı olun" diye buyuruyor tanrı.
"Birbirinize benzemeyin."
Tanrının yarattıklarıyla, tanrının kitaplarında öğrendiğimiz dinlerin
talepleri nasıl böylesine birbirine zıt peki?
Tanrıdan değil, dinden de değil... Ama dini kavrayış biçimimizden
kuşkulanmamız gerekiyor sanırım.
Bir şeyi yanlış anlıyor olmalıyız.
Her bir parmak ucunu bile diğerinden farklı yapan tanrının yarattığı
bu dünyada, "birbirinize benzeyin" demek tanrının buyruğuna da karşı
gelmek olmalı.
Ne yaparsak yapalım, kim ne yaparsa yapsın, birbirimize benzemeyeceğiz.
Tanrıyı ve hayatı anlayabilmek için bu farklılığın amacını anlamalıyız.
Hayata biraz daha yakından bakmalıyız belki.
Hayatı hayat yapan ne?
Buna tek kelimeyle cevap verebilirim:
Hareket.
Hayat, hareketle var olur.
Rüzgarı düşünün...
Esip duran rüzgarı...
O rüzgar, çiçeklerin polenlerini, ağaçların tohumlarını alıp savurur,
çiçekler, bitkiler rüzgarla yayılır.
Rüzgar olmasaydı, hava hareket etmeseydi, hayat dururdu, dünyanın
bereketi kalmazdı.
Çoğalmak, yayılmak, bereketi sürdürebilmek için insanların da sadece
bedenleriyle değil ruhları, zihinleri, duyguları ve düşünceleriyle
hareket etmeleri gerekiyor.
Bütün düşünceler ve duygular birer rüzgar aslında.
"Polenlerimizi," tohumlarımızı yeryüzüne duygularımızla yayıyoruz,
çoğalıyoruz, bereketleniyoruz.
Ve bu duyguların yayılabilmesi için farklı olmamız gerekli, suların
akması için dağların olması gerektiği gibi... Eğer bütün dünya dümdüz
olsaydı, vadiler ve dağlar olmasaydı, toprağın her metresi diğerini
tekrar ederek uzayıp gitseydi, sular bir yerden bir yere akmazdı.
Dağla ova arasındaki fark suları akıtıp duran.
İnsanlar da bunun için böylesine değişik.
Bizim de dağlar, ovalar, vadiler gibi birbirine benzemeyen ruhlara ve
zihinlere sahip olmamız, duyguların bir insandan bir insana hareket
etmesini sağlıyor.
Hepimiz birbirimize benzeseydik, düz bir toprak gibi olurduk, suların
kımıldamayacağı gibi duygularımız da kıpırdamazdı.
Herkes birbirine benzeseydi kimse kimseyi sevmezdi, aşık olmazdı.
Aşkı, farklılıklar yaratıyor, bunu anlamak kolay.
Ama anlaşılması zor olan; varlığını savunabilmek için daha doğuştan
kendine duyduğu bir aşkla dünyaya gelen, kendine hayran, sürekli
olarak kendi üstünlüğünü ve farklılığını görmek isteyen, o derin
bilinçaltlarında söylenemeyecek hatta bilinemeyecek kadar gizli
arzular yüzen, on parmağında on ayrı parmak izi taşıdığı gibi ruhunun
her parçasında farklı kimlikler barındıran, kendine benzemeyenden
sürekli kuşku duyan, hep yaralanacağı, örseleneceği korkusunu içinde
besleyen bu insanların birbirlerini nasıl seveceği...
Tanrı, bize bunu söylemiyor.
"Sevin" diyor.
Ama nasıl?
Bir insanın bir insanı sevmesi kolay mı?
Annemizi, babamızı, kardeşlerimizi, çocuklarımızı; hiç sorgulamadan,
kuşkulanmadan, yargılamadan sevebilmemiz için daha doğarken içimize
sevgileri konanları severken bile bunca zorlanıp acı çekerken, "başka"
birini nasıl seveceğiz?
Dağdan akan su bile nehre karışmadan önce nice kiri, çamuru, çöpü
toplayıp taşırken, biz başka birine nasıl "tertemiz," kaygısız,
kuşkusuz akacağız?
Ve, tohumları taşıyan rüzgar, nehire karışan su gibi hareketlenip
hayatın bereketini taşıyabilmek için öyle bir seveceğiz ki
sevdiğimizin yanında en büyük korkumuzu, "ölümü ve zamanı" unutacağız.
Onun yanındayken ölüm bizi telaşlandırmayacak.
Sadece onu düşüneceğiz.
Sadece onu kaybetmekten korkacağız.
Hatta onu kaybetme korkusu ölüm korkusundan bile büyük olacak.
Birini böyle sevebilmek, ölüm korkusundan kurtulmak ancak kendinden
vazgeçerek, kendine duyduğun tüm sevgiyi bir başkasına aktararak
olabilir.
Bu, nasıl mümkün ey tanrım?
İnsan kendinden nasıl vazgeçer?
Biliyorum, bu mümkün.
Aşk dedikleri, insanların binlerce yıldır şiirlerde, şarkılarda,
kitaplarda anlattıkları, her yerde arayıp, her yerde ondan kaçmaya
çalıştıkları bu işte.
Tanrının en tehlikeli mucizesi.
Bir insanın bir insanı sevmesi.
İmkansız görünen bir gerçek.
Ama bir mucizeyi taşımak o kadar kolay değil.
Tanrının bu mucizesiyle ödüllendirilenler, bir zaman sonra her
işaretiyle "ben sizi farklı farklı yarattım" diyen tanrının buyruğuna
isyankar olurlar, sevdiklerini kendilerine benzetmeye uğraşırlar.
Kendine benzemeyeni anlayamaz çünkü insan...
Ve sevdiğin zaman anlamak istersin.
Ne düşünüyor, ne hissediyor.. .
Onu kaybetmek korkusu ölüm korkusundan da ağırsa eğer, kendini ölümden
korumaya çalıştığın gibi onu kaybetmekten de korumaya çalışırsın...
Her duygu kıpırtısının peşine düşersin.
Bir avcı gibi onun duygularının geçtiği yerlerde iz sürersin, nereye
gittiğini, geri dönüp dönmeyeceğini kavramaya uğraşırsın.
Kuruyup yırtılmış yapraklara, ağaç kabuklarına, çamur birikintilerine
bakarken görürler seni, bir iz aradığını bilmezler, delirdiğini,
hastalandığını düşünürler.
Her yere bakarsın sen.
Her yere, her ize...
Rüyalarını bile merak edersin.
Ama insan insana sırdır.
Kimse kimseye benzemez çünkü.
Tanrı "benzemeyin" buyurdu.
Kimseyi kendine benzetemezsin, sen kimseye benzeyemezsin.
Sana benzemeyeni sevmek zorundasın.
Bu da tanrının buyruğu çünkü:
"Sana benzemeyeni seveceksin."
Altı milyar insanın her birini diğerinden farklı yaratan, her birinin
parmak izlerini bile değişik değişik yapan tanrı benzerlikten nefret
ediyor.
O, bütün düzenini benzemezlikler ve bu benzemezliklerin yaratacağı
hareket üstüne kurmuş.
Düzenini bozmaya kalkışanı cezalandırıyor.
O yüzden belki, birini sevip de onu kendinize benzetmeye çalıştığınız
anda acı çekmeye başlıyorsunuz.
Mucizeyi bozuyor, onu kızdırıyorsunuz.
Zor olanı yapmanızı istiyor sizden.
Zebraların çizgilerini bile birbirinden farklı çizen tanrı, rüzgar
olmanızı, su olmanızı, dağlardan, tepelerden, vadilerden aşmanızı
istiyor.
"Sana benzemeyene akacaksın."
Tanrı bizi seyrediyor, onun emrine uyup sana benzemeyeni sevdiğinde
mutlu oluyorsun, onun emrine karşı çıkıp sevdiğini kendine benzetmek
için uğraştığında acı çekiyorsun.
Zor iş bir insanın bir insanı sevmesi.
Ama en korkuncu, insanın sevdiği birinin acı çektiğini görmesi,
acısına bir çare bulamaması, teselli edememesi, onun derinlerinde
neler oluyor bilememesi.
İnsan kendi acısını taşır...
Ama sevdiğinin çektiği acı, işte o kendi acından bile çok yaralar
seni, tanrıya yakarırsın hatta, "bırak ben çekeyim acıyı, ona biraz
sükun ver."
Kocaman bir kedi gibi yatıyorum gecenin içine.
Ruhum o ılık karanlığa aksın diye bekliyorum.
Kanatları ışıktan bir kuş geçiyor.
Sessizlik...
Tanrım, sen şimdi neredesin?
tarafımdan alıntıdır...yorumsuz...
Kocaman bir kedi gibi yatıyorum bazen gecenin içine.
Ilık bir karanlığın örttüğü evlerdeki ışıklar tek tek sönüyor.
Aniden bir ışık huzmesinden kanatları beyazlanarak bir kuş geçiyor.
Sonra sessizlik...
Öyle durup, ruhumun sessiz karanlığa akmasını, boşalmasını bekliyorum.
Ağır bir yük ruhum bazen bana.
Sandalyenin üzerine atılıvermiş bir gömlek gibi gecenin içine bırakmak
istiyorum onu.
İnsanlar birbirinden ne kadar değişik, ne kadar farklı...
Biri diğerine benzemeyen onca insan hayatın içinde sürekli
birbirlerine değerek, dokunarak yaşıyor, bazen dümeni kilitlenmiş
gemiler gibi çarpışıyor, bazen dağ suları gibi çağıldayarak
birbirlerinin içine akıyor, birbirlerine karışıyorlar.
Her birinin ruhu, zihni, duygusu, düşüncesi diğerinden farklı böyle
büyük bir kalabalığı yeryüzüne yerleştirmenin, her birini bir diğerine
muhtaç ve bağımlı yaşatmanın, kendilerine hiç benzemeyen insanlara
karşı onlara sevgiler, şefkatler ve nefretler yüklemenin, onların her
birini kalın sır örtülerinin ardına saklayıp birbirlerini anlamalarına
engel olmanın amacı ne?
Ne istiyor tanrı bizden?
Küçük bir gezegenin üstünde birbirine benzemeyen altı milyar insan
yaratıp, altı milyarına da değişik parmak izleri veren o irade
farklılığı neden bu kadar çok seviyor?
Parmak uçlarımız bile farklı.
Şu küçücük parmak uçları...
Parmak uçları bile benzemeyen insanların, zihinleri, düşünceleri,
duyguları, bilincin karanlıklarına saklanmış gizli arzuları,
kişilikleri nasıl benzer birbirine?
Eğer duygularımız da parmaklarımız gibi dokunduğu yerde iz bıraksaydı,
onların her birinde de diğerlerininkine benzemeyen çizgiler,
kıvrımlar, helezonlar görürdük herhalde, herkesi duygu izlerinden tanıyabilirdik.
Belli ki birbirimize benzememizi istemiyor tanrı.
Her birimizin hayata başka bir biçimde değmemizi istiyor.
Başka izler bırakmamızı...
Bütün bu dinler, ırklar, milletler, tarih boyunca hayatı
"tekleştirmek", herkesi birbirine benzetmek isterken, tanrının bütün
yarattıklarında açıkça görülen buyruğu onların isteğiyle uyuşmuyor.
"Farklı olun" diye buyuruyor tanrı.
"Birbirinize benzemeyin."
Tanrının yarattıklarıyla, tanrının kitaplarında öğrendiğimiz dinlerin
talepleri nasıl böylesine birbirine zıt peki?
Tanrıdan değil, dinden de değil... Ama dini kavrayış biçimimizden
kuşkulanmamız gerekiyor sanırım.
Bir şeyi yanlış anlıyor olmalıyız.
Her bir parmak ucunu bile diğerinden farklı yapan tanrının yarattığı
bu dünyada, "birbirinize benzeyin" demek tanrının buyruğuna da karşı
gelmek olmalı.
Ne yaparsak yapalım, kim ne yaparsa yapsın, birbirimize benzemeyeceğiz.
Tanrıyı ve hayatı anlayabilmek için bu farklılığın amacını anlamalıyız.
Hayata biraz daha yakından bakmalıyız belki.
Hayatı hayat yapan ne?
Buna tek kelimeyle cevap verebilirim:
Hareket.
Hayat, hareketle var olur.
Rüzgarı düşünün...
Esip duran rüzgarı...
O rüzgar, çiçeklerin polenlerini, ağaçların tohumlarını alıp savurur,
çiçekler, bitkiler rüzgarla yayılır.
Rüzgar olmasaydı, hava hareket etmeseydi, hayat dururdu, dünyanın
bereketi kalmazdı.
Çoğalmak, yayılmak, bereketi sürdürebilmek için insanların da sadece
bedenleriyle değil ruhları, zihinleri, duyguları ve düşünceleriyle
hareket etmeleri gerekiyor.
Bütün düşünceler ve duygular birer rüzgar aslında.
"Polenlerimizi," tohumlarımızı yeryüzüne duygularımızla yayıyoruz,
çoğalıyoruz, bereketleniyoruz.
Ve bu duyguların yayılabilmesi için farklı olmamız gerekli, suların
akması için dağların olması gerektiği gibi... Eğer bütün dünya dümdüz
olsaydı, vadiler ve dağlar olmasaydı, toprağın her metresi diğerini
tekrar ederek uzayıp gitseydi, sular bir yerden bir yere akmazdı.
Dağla ova arasındaki fark suları akıtıp duran.
İnsanlar da bunun için böylesine değişik.
Bizim de dağlar, ovalar, vadiler gibi birbirine benzemeyen ruhlara ve
zihinlere sahip olmamız, duyguların bir insandan bir insana hareket
etmesini sağlıyor.
Hepimiz birbirimize benzeseydik, düz bir toprak gibi olurduk, suların
kımıldamayacağı gibi duygularımız da kıpırdamazdı.
Herkes birbirine benzeseydi kimse kimseyi sevmezdi, aşık olmazdı.
Aşkı, farklılıklar yaratıyor, bunu anlamak kolay.
Ama anlaşılması zor olan; varlığını savunabilmek için daha doğuştan
kendine duyduğu bir aşkla dünyaya gelen, kendine hayran, sürekli
olarak kendi üstünlüğünü ve farklılığını görmek isteyen, o derin
bilinçaltlarında söylenemeyecek hatta bilinemeyecek kadar gizli
arzular yüzen, on parmağında on ayrı parmak izi taşıdığı gibi ruhunun
her parçasında farklı kimlikler barındıran, kendine benzemeyenden
sürekli kuşku duyan, hep yaralanacağı, örseleneceği korkusunu içinde
besleyen bu insanların birbirlerini nasıl seveceği...
Tanrı, bize bunu söylemiyor.
"Sevin" diyor.
Ama nasıl?
Bir insanın bir insanı sevmesi kolay mı?
Annemizi, babamızı, kardeşlerimizi, çocuklarımızı; hiç sorgulamadan,
kuşkulanmadan, yargılamadan sevebilmemiz için daha doğarken içimize
sevgileri konanları severken bile bunca zorlanıp acı çekerken, "başka"
birini nasıl seveceğiz?
Dağdan akan su bile nehre karışmadan önce nice kiri, çamuru, çöpü
toplayıp taşırken, biz başka birine nasıl "tertemiz," kaygısız,
kuşkusuz akacağız?
Ve, tohumları taşıyan rüzgar, nehire karışan su gibi hareketlenip
hayatın bereketini taşıyabilmek için öyle bir seveceğiz ki
sevdiğimizin yanında en büyük korkumuzu, "ölümü ve zamanı" unutacağız.
Onun yanındayken ölüm bizi telaşlandırmayacak.
Sadece onu düşüneceğiz.
Sadece onu kaybetmekten korkacağız.
Hatta onu kaybetme korkusu ölüm korkusundan bile büyük olacak.
Birini böyle sevebilmek, ölüm korkusundan kurtulmak ancak kendinden
vazgeçerek, kendine duyduğun tüm sevgiyi bir başkasına aktararak
olabilir.
Bu, nasıl mümkün ey tanrım?
İnsan kendinden nasıl vazgeçer?
Biliyorum, bu mümkün.
Aşk dedikleri, insanların binlerce yıldır şiirlerde, şarkılarda,
kitaplarda anlattıkları, her yerde arayıp, her yerde ondan kaçmaya
çalıştıkları bu işte.
Tanrının en tehlikeli mucizesi.
Bir insanın bir insanı sevmesi.
İmkansız görünen bir gerçek.
Ama bir mucizeyi taşımak o kadar kolay değil.
Tanrının bu mucizesiyle ödüllendirilenler, bir zaman sonra her
işaretiyle "ben sizi farklı farklı yarattım" diyen tanrının buyruğuna
isyankar olurlar, sevdiklerini kendilerine benzetmeye uğraşırlar.
Kendine benzemeyeni anlayamaz çünkü insan...
Ve sevdiğin zaman anlamak istersin.
Ne düşünüyor, ne hissediyor.. .
Onu kaybetmek korkusu ölüm korkusundan da ağırsa eğer, kendini ölümden
korumaya çalıştığın gibi onu kaybetmekten de korumaya çalışırsın...
Her duygu kıpırtısının peşine düşersin.
Bir avcı gibi onun duygularının geçtiği yerlerde iz sürersin, nereye
gittiğini, geri dönüp dönmeyeceğini kavramaya uğraşırsın.
Kuruyup yırtılmış yapraklara, ağaç kabuklarına, çamur birikintilerine
bakarken görürler seni, bir iz aradığını bilmezler, delirdiğini,
hastalandığını düşünürler.
Her yere bakarsın sen.
Her yere, her ize...
Rüyalarını bile merak edersin.
Ama insan insana sırdır.
Kimse kimseye benzemez çünkü.
Tanrı "benzemeyin" buyurdu.
Kimseyi kendine benzetemezsin, sen kimseye benzeyemezsin.
Sana benzemeyeni sevmek zorundasın.
Bu da tanrının buyruğu çünkü:
"Sana benzemeyeni seveceksin."
Altı milyar insanın her birini diğerinden farklı yaratan, her birinin
parmak izlerini bile değişik değişik yapan tanrı benzerlikten nefret
ediyor.
O, bütün düzenini benzemezlikler ve bu benzemezliklerin yaratacağı
hareket üstüne kurmuş.
Düzenini bozmaya kalkışanı cezalandırıyor.
O yüzden belki, birini sevip de onu kendinize benzetmeye çalıştığınız
anda acı çekmeye başlıyorsunuz.
Mucizeyi bozuyor, onu kızdırıyorsunuz.
Zor olanı yapmanızı istiyor sizden.
Zebraların çizgilerini bile birbirinden farklı çizen tanrı, rüzgar
olmanızı, su olmanızı, dağlardan, tepelerden, vadilerden aşmanızı
istiyor.
"Sana benzemeyene akacaksın."
Tanrı bizi seyrediyor, onun emrine uyup sana benzemeyeni sevdiğinde
mutlu oluyorsun, onun emrine karşı çıkıp sevdiğini kendine benzetmek
için uğraştığında acı çekiyorsun.
Zor iş bir insanın bir insanı sevmesi.
Ama en korkuncu, insanın sevdiği birinin acı çektiğini görmesi,
acısına bir çare bulamaması, teselli edememesi, onun derinlerinde
neler oluyor bilememesi.
İnsan kendi acısını taşır...
Ama sevdiğinin çektiği acı, işte o kendi acından bile çok yaralar
seni, tanrıya yakarırsın hatta, "bırak ben çekeyim acıyı, ona biraz
sükun ver."
Kocaman bir kedi gibi yatıyorum gecenin içine.
Ruhum o ılık karanlığa aksın diye bekliyorum.
Kanatları ışıktan bir kuş geçiyor.
Sessizlik...
Tanrım, sen şimdi neredesin?
tarafımdan alıntıdır...yorumsuz...