Forum Hafızoğlu
İmam humeyni!!! - Yazdırılabilir Sürüm

+- Forum Hafızoğlu (https://www.hafizoglu.net/frm)
+-- Forum: Dini Konular (https://www.hafizoglu.net/frm/forumdisplay.php?fid=129)
+--- Forum: İslam Tarihi (https://www.hafizoglu.net/frm/forumdisplay.php?fid=202)
+---- Forum: İslam Önderleri (https://www.hafizoglu.net/frm/forumdisplay.php?fid=203)
+---- Konu: İmam humeyni!!! (/showthread.php?tid=1051)

Sayfalar: 1 2


RE: İmam humeyni!!! - ins - 25-03-2008

HUCEC-İ KAT'İYYE

(İran Hükümdarlarından Nadir Şah, İran ve Buhara âlimlerini toplayarak sünnî ve şiî mezheplerinden hangisinin doğru ise ona tâbi olunmasını istedi, iki taraf âlimleri toplandı. Hepsinin karşısına Ebülberekât Abdullah Süveydî (Rahmetullahi aleyh) çıkmış, Caferiyye mensuplarını cevapsız bırakmıştır, iki tarafın soru ve cevapları HUCEC-İ KAT'İYYE ismiyle neşredilmiştir. Bu kitabın özeti şöyledirSmiley (18)

Bağdad Valisi Ahmed Paşa, bu işle beni vazifelendirmişti. Rafîzilerin inatçı olduklarını, getireceğim bütün delillere, hadîs-i şeriflere «Bunlar mevdudur» deyip kabul etmeyeceklerini bildiğim için gitmek istemedimse de Paşa'nın emrine uyarak gittim. Yetmiş kadar rafizî müftisi toplanmıştı. Şah beni çağırmıştı. Maksadının İMAMİYYE mezhebini zorla kabul ettirmek olduğunu zannettim. Fakat ölümü bile göze alarak hakkı söylemeğe azmettim. Şah'ın çadırına girdik. Şah:

— Abdullah Efendi, merhaba ileri gel, dedi.

Yine Türkçe olarak şöyle dedi:

— Ahmed Han nasıldır?

— İyidir, afiyettedir.

— Seni niçin istediğimi biliyor musun?

— Hayır bilmiyorum.

— Benim memleketim iki kısımdır. Biri Türkistan diğeri Afganistan’dır. Bunlar İranlılara kâfir diyorlar. Tab'am altındaki insanların birbirlerini tekfir etmelerini uygun görmüyorum. Seni kendime vekil ediyorum. Hangi taraf doğru ise onu isbat edeceksin. Böylece ayrılığı ortadan kaldıracaksın. Başvezirimin misafirisin. Mollabaşı (Diyanet İşleri Reisi) ile buluş.

Beni Başvezir'in yanına götürdüler. Selâmımı yerde aldı, kalkmadı, saygı göstermedi. Ben oturunca kalktı, hoşgeldin dedi. Âdetleri böyleymiş. Fakat bunu bilmediğim için çok sıkılmıştım. Hattâ din âlimine saygısızlığın küfür olduğunu bildirerek Başvezir'in öldürülmesini isteyecektim. Fakat âdetlerinde saygı şekli bu olduğu için sustum.

Mollabaşı'nın (Diyanet Reisinin) çadırına yaklaştım. Çıkıp karşıladı. Beni üst yanına oturtarak şöyle dedi:

— Bugün Afgan Müftüsü Hadi Hocayı gördüm, bir ilim deryasıdır.

Hadi Hoca Buhara kadısı idi, çok âlim idi, kendisine Bahrul-ilim denirdi. Benden dört gün önce gelmişti. Yanında Buhara âlimlerinden altı kişi daha varmış.

Mollabaşı konuşmağa şöyle devam etti:

— Hadi Hoca kendisine «Bahrul-ilim» unvanını nasıl yakıştırmış? İlimden hiç haberi yoktur. Ona, İmâm-ı Ali'nin birinci halife olacağını gösteren iki vesika versem cevabını bulamaz. Yalnız o mu? Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi bir araya gelse, bir şey söyleyemezler.

— Öyle cevap verilmeyecek delilleriniz nedir?

— Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali için şöyle buyurmadı mı?

«Musa'nın yanında Hârun nasıl idiyse, sen de benim yanımda öylesin. Yalnız şu fark vardır ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir.»

— Evet bu hadîs-i şerifi biliyoruz, hem de meşhurdur.

— İşte bu hadis, Hazret-i Peygamberden sonra İmâm-ı Ali'nin halife olacağını gösteriyor.

— Nasıl gösteriyor ki?

— Harun'un eceli gelmeseydi, Musa'dan sonra halifesi olurdu. Bunun için Hazret-i Ali'nin halife olması lâzımdır.

- Harun aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm gibi peygamber idi. Halbuki Hazret-i Ali peygamber değildi. Harun aleyhisselâm, Musa aleyhisselâmın öz kardeşi idi. Genel olan şeyin istisna ile ayrılması mantık ilminde zan gösterir. Hadîs-i şerifteki menzile kelimesinin sonundaki (t) harfi bir tek mânasını bildiriyor. Harun'un yerinde izafeti, izafeti ahdiyye’dir. Yani genel mana bildirmez. Menzile ile Harun arasındaki bağlantı, Harun'un yalnız beni İsrail için halife olduğunu gösterdiği gibi, Hazret-i Ali'nin de Tebük Gazasında Medine-i Münevvere’de halife bırakıldığını gösterir...

— Halife bırakmak onun üstün olduğunu bildiriyor. Bu bakımdan birinci halife olması lâzım gelir.

— Öyle ise, Abdullah İbni Mektum'un da halife olması lâzım gelir. Çünkü Peygamber aleyhisselâm, başkalarını bıraktığı gibi onu da halife, yani kendi yerine vekil bırakmıştı. Şu halde halifelikte birinciliği buna veya diğer vekil bırakılanlara vermeyip de Hazret-i Ali'ye ayırmanızın sebebi nedir? Sonra yerine vekil bırakılmak üstünlüğe sebep olsaydı Hazret-i Ali radiyallahü anh «Beni kadınlarla, çocuklarla, zavallılarla birlikte mi bırakıyorsun?» diyerek üzülmezdi. Peygamber aleyhisselâm da onun gönlünü almak için «Sen benim yanımda Harun'un Musa yanındaki yeri gibi olmayı beğenmiyor musun» buyurmazdı.

— Sizde, yani Ehl-i sünnetin usûl bilgisine göre sebebin ayrı olmasına değil, sözün genel olmasına bakılır.

— Hadîs-i şerifteki, belli olmayan bir şeyin, yalnız (husûsi) olduğunu gösteren bir işaret olduğunu söylüyorum.

Mollabaşı sustu, ben devam ettim:

— Sonra bu hadîs-i şerif, zaten senet olarak gösterilemez. Çünkü sözbirliği ile bildirilmiş değildir. Kimi sahih, kimi hasen, kimi zâif dedi. Hattâ İbnülcevzi mevdu dedi. Bununla İmâm-ı Ali'nin birinci halife olması nasıl anlaşılır? Delilin meşhur nas olması lâzımdır.

— Evet öyledir. Delilimiz yalnız bu değildir. «Ali'ye mü'minlerin emiri olarak selâm veriniz.» hadîsi delildir.

— Ehl-i sünnet kitaplarında böyle bir sahih hadîs yoktur. Yani bu hadîs mevdu'dur.

— Başka bir delil söyleyeceğim ki teviline imkân yoktur. «Geliniz, çocuklarınızı ve çocuklarımızı çağıralım.» âyeti delil değil midir?

— Bu nasıl delil olur?

— Necran'dan Hıristiyanlar, Medine'ye gelip inanmayınca Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlara «Geliniz, içinizden yalancı olana Allah'tan lanet isteyelim.» buyurdu. Ali, Fâtıma, Hasen ve Hüseyni alıp çıktı. Duaya çıkanlar çıkmayanlardan elbet daha üstündür.

— Bu dediğiniz bir menkıbedir, üstünlüğü göstermez. Çünkü Eshâb-ı kiramdan her birinin bir menkıbesi vardır ki, başkalarında bulunmaz. Meselâ iki aşiret arasında harb başlamak üzere iken biri «Ben aşiretimdeki yiğitleri alıp çıkacağım. Sen de kahramanlarını alıp çıkmalısın» dese bu söz ikisinin de aşiretinde meydana çıkanlardan başka yiğit adam bulunmadığına delil olamaz. Duada akraba ve yakınları ile birlikte bulunmak, kalbin kırıklığı ve duanın çabuk kabul olması içindir.

— Bu kalbin kırıklığını değil, sevginin çokluğunu gösterir.

— Bu fıtrî, yaratılışta bulunan bir sevgidir. İnsanın kendi kendisini ve çocuklarını sevmesi gibidir. Böyle sevgide üstünlük aranmaz.

— Sonra Peygamber aleyhisselâm Hazret-i Ali'yi kendisi ile beraber saymıştır.

- Bu sözün usûl ilmini bilmediğini, hattâ Arabi’ye vâkıf olmadığını göstermektedir. Delil sandığın (enfüs) kelimesi, cem'i kıllettir. Cem olan (nâ) ya bağlanmıştır. Cem'in cem karşısında bulunması ise birlerin binlere bölünmesine sebep olur. Meselâ BÖLÜK BİNDİ demek, bölükteki erlerin hepsi atlarına bindi demektir. Âyet-i kerîmede «Bunlar onların dedikleri gibi değildir» ifadesinde hazreti Aişe radiyallahü anha ile Safvan radiyallahü anh bildirilmektedir. Bunun gibi Tahrim suresinin dördüncü âyetindeki «Kalbleri» cem olduğu halde, mantık ilmine göre ikiyi gösteren zamire bağlanınca iki kalb olmuştur.

Bunlar gibi Hasen ve Hüseyn için cem olarak çocuklarımız ve Hazret-i Fâtıma yalnız olduğu halde cem halinde kadınlar denilmesi mecazdır. Bu âyet-i kerîme eğer Hazret-i Ali'nin birinci halife olacağını gösterseydi, Hasen, Hüseyn ve Fâtıma hazretlerinin de sıra ile halife olmaları lâzım olurdu. Halbuki Hazret-i Fâtıma halife olamaz. Sustu, cevap veremedi. Biraz düşündükten sonra şöyle dedi:

— Benim bir delilim daha var. Maide sûresinde «Elbet sizin veliniz, sahibiniz. Allah ve onun Resulü ve iman edenlerdir.» buyurulmaktadır. Tefsir âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, Hazret-i Ali namazda iken, bir fakire yüzüğünü sadaka verince bu âyet-i kerîme nazil oldu. Âyet-i kerîmedeki (İnne-mâ) yalnız o demektir. Yani ona mahsustur. Veli kelimesi de tasarrufa, idareye en elverişli demektir. Siz sahabeyi nasıl bilirsiniz?

— Hepsini âdil, özü sözü doğru biliriz.

— Kur'ân-ı kerîmdeki pek çok âyetler eshâbı kötülemektedir. Eshâbın münafık olduğunu, Resûlullaha elem verdiklerini bildiren âyetler çoktur. Bütün bu âyetlerden anlaşılıyor ki eshâb isyan eder ve Hazret-i Peygambere karşı gelirlerdi. Firar ettiklerini bildiren âyet-i kerîme birkaçının değil, hepsinin kaçtığını göstermektedir. Hattâ Fahr-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) onların geri dönmelerine izin verdiği için nebiyy-i zîşanın da azarlanmasına sebep oldular. Daha nice âyetlerle eshâb kötülenmiştir. Böyle kimselere nasıl âdil denir? Onların sözleri dinde nasıl senet olur? Onlara güvenmek akla da ilme de aykırıdır. Bu vesikalar karşısında bir diyeceğin var mı?

— Eshâb-ı kiram aleyhimürridvân hakkında vesika olarak gösterdiğin âyet-i kerîmelerin hepsi münafıklar için gelmiştir. Hattâ şiîler de böyle olduğunu sözbirliği ile söylemişlerdir. Kur'ân-ı kerîmle medh-ü sena edilen eshâb-ı kirama, münafıklar için geldikleri bilinen âyetleri vesika olarak gösterip sahâbe-i kirama dil uzatmak, adalete ve insafa sığmaz. Münafıklar zamanla azalıp Peygamber aleyhisselâmın vefatına yakın Eshâb-ı kiramdan ayrıldı. Allahü teâlâ İmran suresinin 179. âyet-i kerîmesi ile tayyipleri (sahabeyi), habislerden (münafıklardan) ayırdı. Hadîs-i şerifte de şöyle buyuruldu.

«Ocaktaki ateş, demiri pislikten ayırdığı gibi, Medine de insanların iyisini kötüsünden ayırıyor.»

(Yani demircilerin kullandığı yüksek fırınlar, demirdeki cürufu kötü maddelerden ayırdığı gibi Medine de münafıkları mü'minlerden ayırır.)

Allahü teâlâ eshâb-ı kiramı birçok âyet-i kerîme ile övdü. Âl-i İmrân sûresinin 110. âyetinde eshâb-ı kiram şöyle medh-ü sena edilmektedir:

«Siz ümmetlerin en hayırlısı, en iyisi oldunuz.»

Bütün bu vesikalar karşısında Eshâb-ı kiramın tamamını kötülerseniz, Hazret-i Ali'yi de kötülemiş olursunuz.

Mollabaşı söz alıp şöyle bir soru sordu:

- Bazı kimselerce hilafetine itiraz edilen bir kimsenin halife olması doğru mu? Beni Hâşim Eshâbın büyüklerinden idi, Halifeyi uzun zaman sonra zor ile kabul etmişlerdi. Böyle Halîfe kabul edilir mi?

— Hazret-i Ebu Bekr'in halifeliğini bütün Eshâb-ı kiramın sözbirliği ile kabul ettiğini herkes bilmektedir. Hazret-i Ali ile yanında bulunan bir kaç Eshâbın sonra biat etmeleri kabul etmediklerinden değildi. Kendilerinin çağırılmadığı, seçimde bulunamadıkları içindi. Zaten birkaç kişinin ayrı kalması çoğunluğun seçmesini değiştiremezdi. Şayet değiştirseydi Hazret-i Ali'nin Halife seçildiği zaman değiştirirdi, onun halifeliği kabul olmazdı. Çünkü onun halife olmasını istemeyenler çok idi.

Mollabaşı hemen sözü değiştirdi:

— Hazret-i Fâtıma-tüz-Zehra'nın hakkını zor ile elinden aldı. Peygamberlerin miras bırakmayacağına dair Hadîs-i şerifi ileri sürerek onun hakkını vermedi. «Sana yakın olanın hakkını ver» âyet-i kerîmesine rağmen, Hazret-i Peygamberin yakını Hazret-i Fatıma'ya FEDEK denilen hurma bahçesini vermemesi zulüm değilse ya nedir? İşleri böyle olan bir halifeyi kabul etmek şeriata uygun olur mu?

— Sizin sözlerinizden Fedek hurmalığının Fâtıma (radiyallahü anhâ) hazretlerinin mülkü olduğu için verilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu bahçenin onun mülkü olduğuna dair hiç bir İslâm kitabında bir ifade yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri, Fedek hurmalığının ona ait olduğunu bildirmemişlerdir. Peygamberlerin miras bırakmayacağına dair olan Buhârı'deki hadîs-i şerifi Ebû Bekr, Ömer, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman, Abbas ve Zevcât-ı Tâhirât (rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmain) haber vermişlerdir. Ezvac-ı Tâhirât (radiyallahü anhünne) birgün Âişe validemizi, halife olan babası Hazret-i Ebu Bekr'e gönderip Peygamber aleyhisselâmın mirasından istetmişlerse de Peygamberin miras bırakmayacağına dair olan hadîs-i şerîf hatırlatılarak onlara da verilmemiştir. Ezvâc-ı tâhirât da hadîsi şerifi bildikleri için isteklerinden vazgeçmişlerdir.

Bütün bu vesikalara rağmen Halife Ebû Bekr-i Sıddîk'ın Fedek hurmalığını zorla aldığı iddia edilirse, Hazret-i Ali'nin Halife olunca, her şey elinde ve emrinde iken bu hurmalığı niçin Hazret-i Hasen ile Hüseyn'e teslim etmedi? Üç halifenin yaptıklarını niçin değiştirmedi? Hazret-i Ali'nin hurmalığı, üç halifenin yaptığı gibi idare etmesi ilk halifenin zulüm ile almadığını göstermektedir. (Yoksa hâşâ Hazret-i Ali diğer üç halife gibi zulme devam ettimi demek istiyorsunuz?)

Mollabaşı buna da cevap veremeyince sözü değiştirdi:

— Resulullahın emrini reddetmeğe kalkışan bir kimsenin halife olması sahih olur mu?

— Olmaz.

— Resulullah Efendimiz, Ebu Hüreyre'ye (radiyallahü anh) mübarek nalınlarını verdi «Bunlarla git, kelime-i şehâdete inananların Cennete gireceklerini müjdele» buyurdu. Ebu Hüreyre emri yapmağa giderken Ömer mes'eleyi öğrenince göğsüne vurup yere düşürmedi mi? Emri tebliğ ettirmeden geri döndürmedi mi? Sonra Ömer, Resûlullah'ın huzuruna gelip «Anam babam sana feda olsun ya Resûlullah» diyerek bu sözü işitenlerin farz ve vacibi yapmakta gevşek davranacaklarını söyleyerek bu emrin geri alınmasını istemedi mi? Her ne kadar Peygamberimiz «Peki» diyerek Ömer'in hareketine razı olmuşsa da, Ömer'in bu hareketi Allah ve Resulünün emirlerim reddetmek değil midir?

- Asla reddetmek değildir. Hazret-i Ömer kendi içtihadını bildirmişti. Bu ya kabul olur veya kabul olmaz. Resûlullah'ın son emri beklenir. Resûlullaha karşı «Anam babam sana feda olsun» diyerek pek edeple, çok yumuşak, saygı ile söylemesi emri yapmağa hazır olduğunu açıkça göstermektedir. Peygamber aleyhisselâm, Hazret-i Ömer'i bu hareketinden dolayı hiç azarlamamış ve müslümanlar için iyi olduğunu görerek onun teklifini kabul buyurmuştur. Ebu Hüreyre’ye de «Nalınlarını bırak öyle söyleme» diye emir eylemiştir.

Böyle işleri Esbabı kiramın çoğu da yapmıştır. Peygamber aleyhisselâm da çoğunu kabul buyurmuştu. Hattâ Hazret-i Ali de sizce saygısızlık sanılan böyle sözleri çok söylemiştir. Nevasıb fırkası Hazret-i Ali'nin bu sözlerini alarak kendisine dil uzatmışlardır. Abdulhamid Naci bu sözleri vesikaları ile kitabına alarakİmâm-ı Ali'yi küçültmeğe kalkmıştır. Eğer istersen sana bunlardan çok misal veririm.

Mollabaşı bir şey diyemedi, başka bir suale geçti:

— Kendisine Emir-ül-Mü'minin adını veren bir kimsenin Allah ve Resulünün helâl ettiği bir şeyi haram etmesi doğru mudur?

— Nasıl şeymiş o?

— Ömer, Allah ile Resulünün helâl ettiği hatta kitab ve sünnet ile bildirilmiş olan MÜT'A NİKAHI'nı haram ve yasak etti. Böyle kimseye müslüman denebilir mi?

— Kütüb-i sitte’ye dâhil İbni Mâce'nin Müsned'inde Abdullah bin Abbas'ın önceki fikrini değiştirerek Müt'a nikâhının haram olduğunu söylediği ve böylece müt'a nikâhının haram olduğu Eshâbı kiramın sözbirliği ile anlaşıldığı bildirilmiştir.

Bundan başka Büyük Hadîs Alimi Süleyman bin Ahmed Taberani, Abdullah ibni Abbas'ın müt'a nikâhını her zaman herkese helâl olacağını bildirmediğini, ancak zaruret olunca zararı giderecek kadar, leş, kan, domuz eti yemeğe izin verildiği gibi müt'a nikâhının da ancak zarureti gidermek için caiz olacağını düşünerek söylediğini bildirmiştir. Ayrıca müt'a nikâhının haram olduğunu Hazret-i Ali de içinde olmak üzere birçok sahabey-i kiram bildirmiştir. Buhari'de Hazret-i Ali'nin Abdullah İbni Abbas'a, Peygamber aleyhisselâm, Hayber Gazasında müt'a nikâhını ve eşek etinin yenmesini yasak ettiği bildirilmiştir.

Mollabaşıya şöyle bir soru sordum:

— Müt'a nikâhı ile alınan bir kadın, bir erkeğe varis olur mu? Bu kadının bu erkekten olan çocuğu da bu adama varis olur mu?

— Hayır varis olmazlar.

— Öyle ise bu kadın zevce değildir. Cariye de değildir. Allahü teâlânın «Mü'minler, zevcelerinden ve cariyelerden başka olan kadınlardan sakınırlar.» emirine ne dersiniz? Âyet-i kerîme zevce ile cariyeyi helâl ediyor, bu ikisinden başka kadınla bir araya gelinemeyeceğini açıkça bildiriyor. Kendisine zevce ve cariye de denilmeyen bir kadınla buluşmanın helâl olduğunu iddia etmek Kur'ân-ı kerîmin şu açık olan emrine karşı gelmek olmaz mı?

Daha sizin akıl ve ilim dışı birçok hareketleriniz vardır. Meselâ âlimlerinizin bildirdiğine göre bir adam, bir kadının bir gece on iki adamla buluşmasının caiz olduğunu ve meydana gelecek çocuğun kur'a çekilerek bu adamlardan hangisine çıkarsa onun çocuğu sayılacağını söyleyip kitaplarına yazmışlardır. Din-i İslâmı yıkacak bundan daha büyük kötülük ve düşmanlık olur mu?

Mollabaşı bu sözler karşısında da donakaldı, düşündü düşündü cevap veremeyince başka bir soruya geçti:

- İmama (Halifeye) tâbi olmak, her sözüne uymak herkese vacibdir. Uyulması vâcib olan kimsenin de günahsız, hatasız olması lâzımdır, imama uymağı Allahü teâlâ emrettiği için imam şaşmaz bir kimsedir. Eğer şaşarsa, Allahü teâlâ yanlış olabilecek şeye uymayı emretmiş olur ki, bu ise akla ve dine aykırıdır.

— İmamların, ma'sum, günahsız olduğunu söylemek tamamen yanlıştır. Bu çürük iddia şu beş yol ile reddedilir:

1 — Emir'in yalnız sözlerine uymak vâcibdir. Sözüne uyulan kimsenin işlerinde şaşmaz olması lâzım değildir.

2 — Şiilere göre müftî ma'sum yani şaşmaz değildir. Halbuki müftinin sözlerini dinlemek herkese vâcibdir.

3 — Zahiren Adil olan herkesin şahit olmasını hâkim kabul eder. Şahitlerin sözleriyle hâkim karar verdiği için şahitlerin ma'sum olması icap etmez.

4 — Bir kölenin, sahibinin verdiği haram olmayan her emrine itaat etmesi lâzımdır. Her emrine itaat edilen efendisinin masum olması lâzım gelmez.

5 — Namazın her yerinde cemaatın imama uyması vâcibdir. İmam bu namazını bir dünya menfaati için veya rükû ve secdeleri Allah'tan başkası için yapmışsa cemaatın buna uyması lâzımdır.

— Mollabaşı şöyle bir soru sordu:

— Peygamber Efendimiz şefkatinden dolayı Medine şehrinden çıkıp başka yere giderken yerine birisini vekil bırakırdı. Vefatından sonra milyonlarca ümmetin işlerini çevirecek bir imam ve vekil ayırmayıp bunları kıyamete kadar başıboş bırakması nasıl olabilir? Peygamber aleyhisselâm hem açık olarak, hem de işaretle yerine Hazret-i Ali'yi vasiyyet buyurmuştur. Hattâ imam tâyin etmek Allah'a vâcib olduğundan, vefat edeceği zaman bu mühim işin yapılması için ve inatçıların bu vazifeden kaçınmalarını önlemek için, bir vasiyet yazmak diledi, kâğıt kalem istedi. Yanında bulunanlardan Ömer, ayak takımlarının bile söylemeyeceği kırıcı ve aşağılayıcı sözü Resûlullaha karşı söyleyerek bu düşüncesinden vazgeçirmiştir.

— Allahü teâlâya hiç bir şeyi yapmak veya yapmamak vacip değildir. İmam tâyin etmek Allah'ın üzerine vâcib olduğunu söylemeniz Mutezile'nin (Yapılmaması, hikmeti bozan şeyleri Allah'ın yapması vâcibdir.) demelerine benzemektedir ki tamamen bozuktur. Çünkü Allah'ü teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır.

«Ona, yaptıklarından dolayı bir şey sorulmaz. Onun kulları yaptıklarından sorulacaktır.»

İmam tâyin edilmesi, Allahü teâlânın üzerine -hâşâ- vâcib olsaydı, insanların hiç bir zaman imamsız kalmamaları icap ederdi. Sonra İmamın, herkesçe tanınması, iktidar sahibi olması, imamlık şartlarını taşıması, kötü işleri kaldırabilmesi, iyi işleri yaptırabilmeği, müslümanları zararlardan koruyabilmesi, icap eder. Allahü teâlânın üzerine vâcibdir sandığınız o ma'sum imamların aralarına Hazret-i Ali'yi karıştırdığınız halde, hiç birisinin imamlık şartlarını taşımadığını söylüyorsunuz. Hepsinin sıkıntı içinde zulüm görerek, güçsüz kuvvetsiz yaşadıklarını bir şey yapamayıp tesirsiz kaldıklarını bildiriyorsunuz. Böyle âciz, başkalarının kuvveti karşısında hareketsiz, onlara itaat etmeğe mecbur bir kimseyi imam yapmakta nasıl bir ifade ve hangi hikmet düşünülebilir?

Siz bu sözlerinizle Allahü teâlâyı hâşâ zaif ve âciz yapmış olursunuz. Çünkü kendi üzerine vâcib olan bir şeyi yapmamış oluyor. Allahü teâlâ ise böyle uygunsuz sözlerden uzaktır.

İmam (Halife) tayini Ehl-i sünnete göre vâcibdir. Fakat Allahü teâlâya vâcib değildir. Bunun için Eshâb-ı kiram toplanıp Ebu Bekr-i Sıddîki sözbirliği ile imam yaptılar.

Ma'sum bir imam bulundurmak Allahü teâlânın üzerine vâcib olursa, her asırda bir peygamber göndermesi, her şehirde ma'sum imam bulundurması, her hâkimi âdil, doğru eylemesi vacib olmak lâzım olur. İyi kötü herkes de vâcib olan bu işlerin yapılmamasını doğru bulmaz.

Eğer Allahü teâlânın, ma'sum imamı her zaman gönderdiğini, kulların işlerini onun eline bıraktığını söylerseniz, bu daha bozuk, daha gülünç olur. Çünkü bin seneden beri çocukları, torunları, yakınları öldüğü halde insanları irşad etmek ve şeriatı yaymak için meydana çıkmayıp gizli kalan ma'sum bir imam nasıl faideli olabilir? Böyle söylemek kadar şaşkınlık ve sapıklık olur mu? (*)

(*) Millî FİKİR'in notu: Afetullah Humeyni, Allahü teâlânın vahy ile Hazret-i Ali'yi imam tayin ettiğini, imamların ma'sum (günahsız) olduğunu, hattâ mürsel peygamberlerden üstün olduğunu, kendisinin de böyle ma'sum bir imamın vekili (Ayetullah) olduğunu, İslâm Fıkhında Devlet isimli kitabında bildirmektedir. Böyle bir mülhidin peşinden giden gafil insanlara yazıklar olsun!

Peygamber aleyhisselâmın Hazret-i Ali'nin halife yapılmasını vasiyyet ettiğini söylemeniz her bakımdan yanlıştır. Eshâb-ı kiram Allahü teâlânın emirlerini yapmağa memur oldukları gibi, Resûlullahın emirlerini de yapmağa memur idi. Bu emre bütün sahabe-i kiramın uymadığını iddia etmeniz nasıl olur? Böyle bozuk bir işte sözbirliği (İCMA) yapılması olacak şey değildir. Çünkü Ehl-i sünnet kitaplarında olduğu gibi Şiî kitaplarında da şu hadîs-i şerîf vardır:

«Allahü teâlâ benim ümmetimi dalâlet üzerinde sözbirliği yapmalarından korudu.»

Bunun gibi daha nice hadîs-i şerifler vardır. Bunlar gösteriyor ki, bu ümmet dalâlet üzerinde sözbirliği yapamaz. Aksini iddia etmek hadîs-i şerifleri inkâr olur.

(Hazret-i Ömer radiyallahü anh, Peygamber aleyhisselâmı çok sevdiği ve çok acıdığı için, hastalığın en sıkıntılı zamanlarında yazı ile yorulup üzülmesini uygun görmeyerek kâğıt getirilmesini istemedi. Peygamber aleyhisselâmın o anda yazmak istemesi de eshâbına bir ihsanda bulunmak içindi. Bildirilmesi elbette lâzım olan şeylerden değildi. Eshâbını ictihad etmek sıkıntısından kurtarmak istemişti. «Kâğıt getirin» diye buyurması bir ihsan olmayıp da elbette lüzumlu olsaydı, tekrar isterdi. Dilediklerini elbette yazardı. Eshâbın sözlerindeki ayrılığı görmekle, bu emrinden vazgeçmez idi.) Hazret-i Ömer burada yalnız değildi. Orada konuşanları kötülemek gerekirse hepsini kötülemek lâzım olur. Bunların arasında Hazret-i Ali ve Hazret-i Abbas (radiyallahü anhüma) da vardı, bunlar da kötülenmiş olur.

(Hadîs, fıkıh ve tasavvufta derin âlim) Ebu Nuaym Ahmed bin Abdullah (V 430) Hazret-i Hasen'in oğlu Hasen'den bildirir ki Hasen şöyle der:

«Eğer Peygamber aleyhisselâm Hazret-i Ali'nin halife olmasını bildirmek isteseydi, BENDEN SONRA HALİFE OLACAK BUDUR, İŞİTİN VE İTAAT EDİN buyururdu. Allahü teâlânın ismine yemin ederim ki, eğer Allahü teâlâ ve onun Resulü, dedem Ali'nin halife olmasını isteselerdi, Hazret-i Ali, bu emri yerine getirmeğe kalkışmaması ve böylece emr-i ilâhiye karşı gelmesi ile çok büyük günah işlemiş olurdu.»

İşte Ehl-i Beytin en ileri gelenlerinden birisinin bu sözleri şiîlerin iddialarının bozuk ve yalan olduğunu açıkça göstermektedir.

Mollabaşı bu cevap karşısında başka bir soruya geçti:

- Ali bin Muhammed İbni Sabbâğ-ı Maliki, (V. 885) İbnil Müeyyed’den naklen, Peygamber aleyhisselâmın mübarek elini Hazret-i Ali’nin başına koyarak şöyle buyurduğunu bildirmektedir:

“Beni sevmek, benden sonra bunu sevmektir.”

Kendisinden sonra sevilmesi gereken bir zat, acaba başkalarından daha üstün ve halifelik, başkalarından ziyade kendisinin ve çocuklarının hakkı olmaz mı?

- Malikî dediğin İbni Sabbâğ, Malikî değil şiîdir. Harezm odunu olarak meşhur olan İbni Müeyyed’in de şii olduğunu bütün âlimler bildirmektedir. Böyle bir hadîsin olduğu yalandır. Velev ki bu söz hadîs olsa bile burada halifeliği anlatan bir şey yoktur. Bu söz Ehl-i Beyti sevmeyi göstermektedir. Zaten Ehl-i Sünnet Ehl-i Beytin hepsini ifrat ve tefrite varmadan şanlarına yakışacak şekilde sever. Siz Ehl-i Beyti sevdirmek için şeriata aykırı iddialarda bulunuyorsunuz. Meselâ “Ali’yi sevene hiçbir günah zarar vermez” diyorsunuz. Bunu gibi hadîs de uydurup Peygamber aleyhisselâma iftira ediyorsunuz. Zerre kadar imanı olan böyle sözler söylemez.

Bu sözümden sonra toplantıda bulunan şiîlerden birkaçı Mollabaşı’ya Farîsi olarak şöyle dediler:

“Bu adamla çarpışmaktan sakın. Çünkü deniz gibi derin bir âlimdir. Sen ne kadar vesika ileri sürdünse hepsinin cevabını vererek seni susturdu. Sonra olabilir ki şerefin, kıymetin bozulur.”

Bunun üzerine Mollabaşı bana bakıp gülerek dedi ki:

- Sen üstün bir âlimsin, bunlara ve her şeye cevap verebilirsin. Fakat Buhârâlı Bahrulilim cevap veremez.

- Fakat, söze başlarken Ehl-i sünnet âlimlerinin hiç birisinin cevap veremiyeceğini söylemiştiniz. Beni konuşturmağa mecbur eden de bu sözünüzdü.

- Ben İranlıyım, Arabî bilgilerde o kadar sermayem yoktur. Uygunsuz kelimeler kullanmış olabilirim.

- Şiî âlimlerinin hepsi bir araya gelse cevap veremiyecekleri iki şey sormak istiyorum.

- Nedir o sorular?

- Siz Şiîler Eshâb-ı kirâm için ne dersiniz?

- Eshâbın yalnız beşi hariç, Hazret-i Ali’yi halife seçmedikleri için hepsi mürted oldu.

- O halde Hazret-i Ali, kızı Ümm-i Gülsüm’ü Hazret-i Ömer’e nasıl nikâh eyledi?

- İstemiyerek zorla verdi.

- Allah için yemin ederm ki, siz Hazret-i Ali’yi öyle aşağılıyorsunuz ki, Arab çocuklarından en alçağı, en küçüğü bile, bu kadar aşağılığa razı olamaz. Hazret-i Ali’yi bu kadar kötülemeniz çok alçak bir planı uygulamanız için olduğu meydandadır. En alçak kimselerin bile râzı olmadığı bir işi, adı bütün dünyaya yayılan şanlı şerefli bir kahramana nasıl yakıştırabiliyorsunuz?

- Cin kadınlarından birinin Ömer’e aşık olup da, Ümm-i Gülsüm şeklinde görünmesi de olabilir.

- Bu söz öncekinden daha rezalettir. Bu iş nasıl akla sığar? Bu yola gidilecek olursa şeriatın bütün emirleri altüst olur. Meselâ bir adam evine gelince hanımı buna sen benim kocam değilsin, cinnîlerdensin, diyerek adamı eve sokmaz. Adam iki şahit getirse, şahitleri de insan değil, cindir diyerek kovar. Böylece her ev, her yer karmakarışık olur. Bir katil veya bir hırsız, ben o adam değilim, sizin dediğiniz kimse cini olabilir diyerek şeriatın emrinin yapılmasına karşı gelir. Hattâ mezhebindeyiz dediğiniz Cafer Sâdık da cinnî olabilir.

Mollabaşı şaşırdı, bir şey söyliyemedi. Ben ikinci suali sordum:

— Zâlim olan bir Halifenin emirleri şiî mezhebinde kabul edilir mi?

— Kabul edilmez.

— Hazret-i Ali'nin oğlu olan Muhammed bin Hanefiyye'nin annesi kimdir?

— Cafer kızı Hanefiyye'dir.

— Bu Hanefiyye'yi esir alan kimdir?

— Ben bilmem...

Mollabaşı bildiği halde «Ben bilmem» diyerek sözü kesmek istedi. Orada bulunanlardan birkaçı, Ebu Bekr'in esir aldığını söylediler. Mollabaşı'ya şöyle dedim:

— Evlenirken dikkatli davranmak lâzım olduğunu herkes bilir. İmamlığını ve halifeliğini meşru saymadığınız Ebu Bekr gibi zâtın esir eylediği bir cariyeyi nikâh edip bundan çocuk yapmayı Hazret-i Ali nasıl caiz görür? (Yoksa buna da mı cinni diyeceksiniz?)

— Belki Hazret-i Ali bunu hediye olarak aldı, yakınları da nikâh etmiş olabilir.

— Olabilirdi değil de gerçek, isbat edilen doğru bir söz söyle.

Mollabaşı, hiç bir şey diyemedi. Sustu. Uzun çatışma olmasın diye âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf okumadım.

Konuşmalar tesbit edilip Şah'a bildirildi. İran, Buhara ve Afgan âlimleri ile beraber küfre sebep olan şeylerin hepsini ortadan kaldırarak karar yazılmasını emir eyledi. Mollabaşı şöyle dedi:

— Şimdi küfre sebep olan şeyler ne ise hepsini ayıralım. Önce gelenleriniz bize kâfir demedi. Fakat sonra gelenleriniz bize kâfir dedi. Bizim sonra gelenlerimiz de size kâfir dedi. Küfre sebep olan şeyleri bildiriniz.

— Şeyhayn'a (Ebu Bekr ile Ömer'e) sövdüğünüz için kâfir oluyorsunuz.

— Mollabaşı cevap verdi:

— Şeyhayna sövmekten vazgeçtik.

Hadi Hoca konuşmağa devam etti:

— Eshâb-ı kirama, sapık, kâfir demekle de kâfir oluyorsunuz.

— Eshâb-ı kiramın hepsi müslümandır ve âdildir. Onlara radiyallahü anhüm diyoruz.

— Müt'â nikâhına (Üç beş günlüğüne avrat kiralamaya) helâl diyorsunuz.

— Artık buna da haram diyoruz.

— Hazret-i Ali'yi üç halifeden üstün tutuyorsunuz. Halifelik Ali'nin hakkıydı diyorsunuz.

— Eshâb-ı kiramın en üstünü Ebu Bekr, sonra Ömer, sonra Osman, bundan sonra da Ali'dir diyoruz. Bunların halife olmaları da bu sıra iledir.

Bahrul-ilim, Mollabaşı'ya sordu:

— İtikadda mezhebiniz nedir?

— Eş'ariyye mezhebidir.

— O halde helâla helâl, harama haram demek lâzımdır.

— Bu şartı da kabul ettik.

Ehl-i sünnetin dört mezhebinin sözbirliği ile haram dediği şeyleri yapmamak lâzımdır.

— Bunu da kabul ettik. Şimdi bizim İslâm fıkralarından olduğumuzu söyler misiniz?

Bahrul-ilim biraz durakladıktan sonra şöyle dedi:

— Şeyhayna söğen kâfir olur.

— Şeyhayna sövmekten vazgeçtik. Diğer şartları da kabul ettik. Artık bizi müslüman saymaz mısınız? Bahrul-ilim yine aynı sözü tekrar etti:

- Şeyhayna sövmek küfürdür. Bundan maksadı, Şeyhayna söğenin tevbesi, Hanefî mezhebine göre kabul olmaz. Şimdi sövmekten vazgeçmek küfürden kurtarmaz demek idi. Afgan Müftüsü Hamza Efendi, söze karıştı:

— Ey Hadi Hoca, Acemlerin, Şeyhayna sövdüklerine dair elimizde bir senet var mıdır?

— Hayır yoktur.

— O halde, bundan sonra da söğmeyecekleri için müslüman olamaz demeğe sebep nedir?

— Böyle ise müslümandırlar.

Bunun üzerine hepsi ayağa kalkarak müsafaha ettiler ve bana dönerek «şahit ol» dediler ve dağıldık.

Mollabaşı'nın emri ile uzunca bir karar yazıldı. Altı iştirak eden âlimlerce imzalandı. (Bu kararın son paragrafı şöyledir.)

— «Ey Acemler, Dört Halifenin üstünlükleri, halife olduktan sıra üzeredir. Her kim bunları kötülerse, lekelemeğe dil uzatırsa, söğerse, çoluk çocukları ve kanı Şah'a helâl olacaktır. Allah'ın, meleklerin, Kitabın ve Peygamberlerin laneti (Eshâb-ı kirama dil uzatanların üzerine olsun.)»

Şah tarafından uzunca bir ferman hazırlandı. (Bu fermanın bir paragrafı şöyledirSmiley (18)

«Derin ve üstün âlim Mirza Muhammed Ali hazretlerine emir eyledim ki, bu «Fermanı hümayunumuzu» bütün İran şehirlerine yaysın. Milletim de işitip kabul eylesin. Buna uymayıp karşı gelmek, Allahü teâlânın azabına Şah'ın da gazabına sebep olacaktır. Böyle bileler.»