Süslü Geline benzermiş
“Onun neşeleri kederlerden ayrılmaz. Selametin arkasından hastalık gelmekte. Gençliği ihtiyarlığa sevketmekte, nimetleri hasret ve pişmanlıktan başka bir meyve vermemekte... O hilekar, kandırıcı, meymenetsiz bir kaçaktır. Durmadan müşterilerine süslü püslü görünür. Ta ki, onlar bağlanıp ahbab olunca, o zaman iri yırtıcı dişlerini gösterir. Öldürücü zehirlerini onlara tattırır. Onları aldatıcı bir şekilde nimetlere boğar. Onlar, saraylar inşa edip, yaşamak isterken, köşklerini mezara çevirir.”
İşte dünyanın sıfatı ya da sıfatları. Dünya “deni”dir. yani alçaktır, aşağılıktır, âdîdir. Dünya Allah’ın kullarının yolunu kestiği için, Allah onu sevmemektedir. Dünya, Allah dostlarına düşmandır. Çünkü dünya, onlara çeşitli süsleriyle görünmüş, onlara acı şerbetler içirmiş ve dünyadan kaçmak istemişlerdir.
Allah’a düşman olanlar da dünyaya aldanmışlardır. Onları ağlarına düşüren dünya, hayatın kendisinden ibaret olduğunu zannettirmiş ve Allah düşmanları, dünyayı ebedî zannetmişlerdir.
Halbuki dünya onlara ebedî saadet’i haram kılmıştır: “Bunlar, ahireti dünya hayatına satmış kimselerdir.” (Bakara/86)
Bir hadis-i şerif: “Dünya mü’minin zindanıdır, kâfirin cennetidir.” Başka bir hadis-i şerif: “Dünya melundur.”
Yine bir Rasulullah buyurması: “Kim ki dünyasını severse, ahiretine zarar verir. Kim ki ahiretini severse, dünyasına zarar verir.”
“Dünya, evi olmayanın evidir. Malı olmayanın malıdır. İlmi olmayan, dünya için başkasına düşmanlık eder. İdraksiz kişi dünya için hased eder.”
Dünya ile ilgili, dünyanın aldatıcılığı, çekiciliği, yanıltıcılığı ile ilgili ayet ve hadisler oldukça fazladır. Bunların çoğunda da bir ikilik dikkat çeker.
Dünyayı tercih edenler, ahireti terk etmiş, ahireti tercih edenler dünyayı terketmiş olurlar. Yani dünyanın alternatifi ahirettir.
Dünya fânî (geçici), ahiret ebedidir. Ebedi saadetin kaynağı ahiret için, dünyayı terketmek ya da dünyevîleşmemek esastır.
Bütün tasavvuf ve ahlâk kitaplarımızda dünyanın kötülüğü ve insanı Allah yolunda hizmetten, zikirden, Allah’tan uzaklaştırdığını ifade eden konular, bölümler vardır.
Belirtilen ayet ve hadislerde ve tasavvufî kitaplarda dünya kötülenirken, hayatın reddi değildir. Yaşamanın anl----- dikkat çekmektir. Aslında müslümanın kendisini sorgulaması gereken, “niçin yaşadığıdır.” Allah insanı niçin yaratmıştır? Hz Adem ve onun soyunu dünyaya niçin misafir etmiştir? Ruhlar aleminde sorulan “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet Rabbimizsin.” cevabının verilmesi ile, dünya hayatına yol açılmıştır.
Verilen cevap aynı zamanda bir akitleşme idi. Yani, her zamanda ve mekanda Allah’ı Rab olarak tanıma sözü. Bu söze, bu akitleşmeye uymanın ölçüldüğü, mekan dünya, zaman da insan ömrüydü. Demek ki dünya hayatı bir imtihan dünyasıdır. İşte insanın kendisini sorgulaması gereken husus da burasıdır. Sözünün erinin olup olmaması.
Şimdi biz dünyaya bu gözle bakabiliyor muyuz? İnsan hayatı, geriye bakılıp, olaylar sıralanınca çok kısa, ileriye bakınca çok uzundur. Aslında normal insan ömrü çok uzundur. O zamanda çok işler yapılabilir.
Ben, otuz sene önce, dini namaz kılmak, oruç tutmak, dürüst ve ahlâklı olmak gibi “ferdî” planda yorumlayan bir toplumun bireyi idim. Sonra, dinin hakikatini bilenler, bana “dinin bir yaşam biçimi” olduğunu, “her halde, her zaman da her mekânda Allah’ın şeriatının yaşanması ve hakim kılınmasını” öğrettiler.
Allah’ın hakimiyeti, daha iyi bir dünya düzeni, adil, mutlu bir insan hayatı için yaşanması, o uğurda “malla canla” çalışılması, hatta “şehadet”in yaşanması gerektiğini anlattılar.
Ayasofya için ağladık, yürüdük, yazdık, okuduk. Mescid-i Aksa için canımızı ortaya koyduk. Sünnete uygun bir hayat ve mücadele ortaya koyduk. Dünya nimetlerini sadece yaşamak ve yaşarken dini hakim kılmak için gerekli bildik.
1970’lerde, 1980’lerde, hatta 1990’larda bu ideal ve amaç için çalışırdık. Hiç memurun, işçinin kafasında ev almak, araba almak gibi düşüncesi olmazdı. Varsa yoksa ideali idi. Solcusu, sağcısı, müslümanı hep öyle düşünürdü. Sadece idealleri için yaşarlardı. Mesailerini de ona harcarlardı. Ölümden korkulmazdı. Hapisten korkulmazdı.
Sonra 1980’li seneler geldi. Dünyaya açılan Türkiye ile beraber dünyalaşan idealistler ortaya çıktı. İlk önce 68’liler denilen sol kuşak ideallerini terkedip, liberal olup zengin olmanın peşine düştüler. 1402’likler de dahil olmak üzere hemen hemen hepsi “Deniz Gezmişler’i” filan unutup, holdinglerin bir numaralı adamı olarak, ya gazete, ya dergi ya televizyonlarında ya da holdinglerinde “liberal, laik, demokrat” gibi sıfatlarla ideallerini terkettiler. Fikirlerini, mücadelelerini terkettiler. “Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım” diyerek, kendilerini ortaya koydular.
Milliyetçiler de, liberal ve renksiz partilerde “koltuk” sahibi oldular. “Bir koltuk uğruna Yarab nice idealler batıyor” dedirtecek derecede ideallerini terkettiler. Ya da işadamı olup, ihale peşine düştüler.
Müslümanlara gelince... Onlar da dünyanın zevkini tattılar. Dünyaya daldılar. Özellikle iktidar nimetini görünce, birbirine düştüler. İslam dışı bir anlayışı benimserken, o anlayışa dinde yer aramaya başladılar. Önce haramları ve mekruhları yaşadılar sonra onun İslam’da fetvasını aramaya başladılar.
Koltukların esiri oldular. Koltukları “arap” görenlerin onu amaçlaştırdılar. Parayı, dine, müslümanlara hizmet için istediklerini söylerken, onu nefisleri için, daha lüks, daha konforlu bir hayat için kullanmak için kazanmaya başladılar. Dolayısıyla hayatı, dünyayı, daha lüks, daha konforlu bir hayatı benimsediler. Rahat koltuklar, sıcak ve lüks evler, modelli, markalı lüks otomobiller, çeşit çeşit giyecekler, yiyeceklere sahip olunca, dini de ikinci plana atıverdiler.
Sadece, namaz, oruç, kelime-i şehadet, biraz zekat, az sadaka, ara sıra sohbetle dinin tamam olduğu zannıyla, dünya meşguliyetinin içinde kaybolup gittiler. Komşusunun açlığı pek ilgilendirmedi onları. Dünyanın değişik mekanlarındaki zulümler için sadece duyunca “ah, vah ettiler” o kadar.
Şehadet ruhu, bilinci yok oldu. Malla, canla cihat bitti. Arasıra sözle de olsa cihat yapıldı o kadar. Yani Allah korusun din ikinci derecek kaldı ve bizim için lüks oldu.
Dolayısıyla “Hayat, iman ve cihaddır.” yerine “Hayat en lüks ve konforlu yaşama biçimidir.” anlayışı hakim oldu.
Yıllarca, gece sohbetlerinde sohbet dinleyenler, boş zamanlarında idareden, durumdan şikayetçi olanlar, namaz, oruç ibadetlerini yapanlar, Kur’an meali, tefsiri okuyup hadis dinleyenler, işlerini, koltuklarını, ilk sıraya koyup, dini ikinci plana ittiler.
Ölmekten korktular. Sohbetten korkup kaçtılar. Mallarını Allah için harcamaz oldular. Çocuklarını müslümanların eline emanet etmekten çekindiler. Bunun adını da “tedbir” koydular. İki yüzlülüğü benimsediler.
Sonuç; güzeli terkedip çirkinin içine girdiler. Ebediliği terkedip, faniliği tercih ettiler. Sünnetullaha uygun düşünceyi ve yaşayışı terkedip, düzeni uygun düşünmeye, yaşamaya başladılar.
Bunun adını da ben de, siz de koyabilirsiniz. DÜNYEVîLEŞMEK. Dünya hayatını (fâni), ahiret hayatına (ebedi) tercih etmek. İşte biz. Niçin başkalarından şikayet ediyoruz. Her şeyin sebebi biziz. Biz talip olduk, Allah da yarattı... Süslü geline benzeyen dünyayı...
M.F.REYHAN
“Onun neşeleri kederlerden ayrılmaz. Selametin arkasından hastalık gelmekte. Gençliği ihtiyarlığa sevketmekte, nimetleri hasret ve pişmanlıktan başka bir meyve vermemekte... O hilekar, kandırıcı, meymenetsiz bir kaçaktır. Durmadan müşterilerine süslü püslü görünür. Ta ki, onlar bağlanıp ahbab olunca, o zaman iri yırtıcı dişlerini gösterir. Öldürücü zehirlerini onlara tattırır. Onları aldatıcı bir şekilde nimetlere boğar. Onlar, saraylar inşa edip, yaşamak isterken, köşklerini mezara çevirir.”
İşte dünyanın sıfatı ya da sıfatları. Dünya “deni”dir. yani alçaktır, aşağılıktır, âdîdir. Dünya Allah’ın kullarının yolunu kestiği için, Allah onu sevmemektedir. Dünya, Allah dostlarına düşmandır. Çünkü dünya, onlara çeşitli süsleriyle görünmüş, onlara acı şerbetler içirmiş ve dünyadan kaçmak istemişlerdir.
Allah’a düşman olanlar da dünyaya aldanmışlardır. Onları ağlarına düşüren dünya, hayatın kendisinden ibaret olduğunu zannettirmiş ve Allah düşmanları, dünyayı ebedî zannetmişlerdir.
Halbuki dünya onlara ebedî saadet’i haram kılmıştır: “Bunlar, ahireti dünya hayatına satmış kimselerdir.” (Bakara/86)
Bir hadis-i şerif: “Dünya mü’minin zindanıdır, kâfirin cennetidir.” Başka bir hadis-i şerif: “Dünya melundur.”
Yine bir Rasulullah buyurması: “Kim ki dünyasını severse, ahiretine zarar verir. Kim ki ahiretini severse, dünyasına zarar verir.”
“Dünya, evi olmayanın evidir. Malı olmayanın malıdır. İlmi olmayan, dünya için başkasına düşmanlık eder. İdraksiz kişi dünya için hased eder.”
Dünya ile ilgili, dünyanın aldatıcılığı, çekiciliği, yanıltıcılığı ile ilgili ayet ve hadisler oldukça fazladır. Bunların çoğunda da bir ikilik dikkat çeker.
Dünyayı tercih edenler, ahireti terk etmiş, ahireti tercih edenler dünyayı terketmiş olurlar. Yani dünyanın alternatifi ahirettir.
Dünya fânî (geçici), ahiret ebedidir. Ebedi saadetin kaynağı ahiret için, dünyayı terketmek ya da dünyevîleşmemek esastır.
Bütün tasavvuf ve ahlâk kitaplarımızda dünyanın kötülüğü ve insanı Allah yolunda hizmetten, zikirden, Allah’tan uzaklaştırdığını ifade eden konular, bölümler vardır.
Belirtilen ayet ve hadislerde ve tasavvufî kitaplarda dünya kötülenirken, hayatın reddi değildir. Yaşamanın anl----- dikkat çekmektir. Aslında müslümanın kendisini sorgulaması gereken, “niçin yaşadığıdır.” Allah insanı niçin yaratmıştır? Hz Adem ve onun soyunu dünyaya niçin misafir etmiştir? Ruhlar aleminde sorulan “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet Rabbimizsin.” cevabının verilmesi ile, dünya hayatına yol açılmıştır.
Verilen cevap aynı zamanda bir akitleşme idi. Yani, her zamanda ve mekanda Allah’ı Rab olarak tanıma sözü. Bu söze, bu akitleşmeye uymanın ölçüldüğü, mekan dünya, zaman da insan ömrüydü. Demek ki dünya hayatı bir imtihan dünyasıdır. İşte insanın kendisini sorgulaması gereken husus da burasıdır. Sözünün erinin olup olmaması.
Şimdi biz dünyaya bu gözle bakabiliyor muyuz? İnsan hayatı, geriye bakılıp, olaylar sıralanınca çok kısa, ileriye bakınca çok uzundur. Aslında normal insan ömrü çok uzundur. O zamanda çok işler yapılabilir.
Ben, otuz sene önce, dini namaz kılmak, oruç tutmak, dürüst ve ahlâklı olmak gibi “ferdî” planda yorumlayan bir toplumun bireyi idim. Sonra, dinin hakikatini bilenler, bana “dinin bir yaşam biçimi” olduğunu, “her halde, her zaman da her mekânda Allah’ın şeriatının yaşanması ve hakim kılınmasını” öğrettiler.
Allah’ın hakimiyeti, daha iyi bir dünya düzeni, adil, mutlu bir insan hayatı için yaşanması, o uğurda “malla canla” çalışılması, hatta “şehadet”in yaşanması gerektiğini anlattılar.
Ayasofya için ağladık, yürüdük, yazdık, okuduk. Mescid-i Aksa için canımızı ortaya koyduk. Sünnete uygun bir hayat ve mücadele ortaya koyduk. Dünya nimetlerini sadece yaşamak ve yaşarken dini hakim kılmak için gerekli bildik.
1970’lerde, 1980’lerde, hatta 1990’larda bu ideal ve amaç için çalışırdık. Hiç memurun, işçinin kafasında ev almak, araba almak gibi düşüncesi olmazdı. Varsa yoksa ideali idi. Solcusu, sağcısı, müslümanı hep öyle düşünürdü. Sadece idealleri için yaşarlardı. Mesailerini de ona harcarlardı. Ölümden korkulmazdı. Hapisten korkulmazdı.
Sonra 1980’li seneler geldi. Dünyaya açılan Türkiye ile beraber dünyalaşan idealistler ortaya çıktı. İlk önce 68’liler denilen sol kuşak ideallerini terkedip, liberal olup zengin olmanın peşine düştüler. 1402’likler de dahil olmak üzere hemen hemen hepsi “Deniz Gezmişler’i” filan unutup, holdinglerin bir numaralı adamı olarak, ya gazete, ya dergi ya televizyonlarında ya da holdinglerinde “liberal, laik, demokrat” gibi sıfatlarla ideallerini terkettiler. Fikirlerini, mücadelelerini terkettiler. “Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım” diyerek, kendilerini ortaya koydular.
Milliyetçiler de, liberal ve renksiz partilerde “koltuk” sahibi oldular. “Bir koltuk uğruna Yarab nice idealler batıyor” dedirtecek derecede ideallerini terkettiler. Ya da işadamı olup, ihale peşine düştüler.
Müslümanlara gelince... Onlar da dünyanın zevkini tattılar. Dünyaya daldılar. Özellikle iktidar nimetini görünce, birbirine düştüler. İslam dışı bir anlayışı benimserken, o anlayışa dinde yer aramaya başladılar. Önce haramları ve mekruhları yaşadılar sonra onun İslam’da fetvasını aramaya başladılar.
Koltukların esiri oldular. Koltukları “arap” görenlerin onu amaçlaştırdılar. Parayı, dine, müslümanlara hizmet için istediklerini söylerken, onu nefisleri için, daha lüks, daha konforlu bir hayat için kullanmak için kazanmaya başladılar. Dolayısıyla hayatı, dünyayı, daha lüks, daha konforlu bir hayatı benimsediler. Rahat koltuklar, sıcak ve lüks evler, modelli, markalı lüks otomobiller, çeşit çeşit giyecekler, yiyeceklere sahip olunca, dini de ikinci plana atıverdiler.
Sadece, namaz, oruç, kelime-i şehadet, biraz zekat, az sadaka, ara sıra sohbetle dinin tamam olduğu zannıyla, dünya meşguliyetinin içinde kaybolup gittiler. Komşusunun açlığı pek ilgilendirmedi onları. Dünyanın değişik mekanlarındaki zulümler için sadece duyunca “ah, vah ettiler” o kadar.
Şehadet ruhu, bilinci yok oldu. Malla, canla cihat bitti. Arasıra sözle de olsa cihat yapıldı o kadar. Yani Allah korusun din ikinci derecek kaldı ve bizim için lüks oldu.
Dolayısıyla “Hayat, iman ve cihaddır.” yerine “Hayat en lüks ve konforlu yaşama biçimidir.” anlayışı hakim oldu.
Yıllarca, gece sohbetlerinde sohbet dinleyenler, boş zamanlarında idareden, durumdan şikayetçi olanlar, namaz, oruç ibadetlerini yapanlar, Kur’an meali, tefsiri okuyup hadis dinleyenler, işlerini, koltuklarını, ilk sıraya koyup, dini ikinci plana ittiler.
Ölmekten korktular. Sohbetten korkup kaçtılar. Mallarını Allah için harcamaz oldular. Çocuklarını müslümanların eline emanet etmekten çekindiler. Bunun adını da “tedbir” koydular. İki yüzlülüğü benimsediler.
Sonuç; güzeli terkedip çirkinin içine girdiler. Ebediliği terkedip, faniliği tercih ettiler. Sünnetullaha uygun düşünceyi ve yaşayışı terkedip, düzeni uygun düşünmeye, yaşamaya başladılar.
Bunun adını da ben de, siz de koyabilirsiniz. DÜNYEVîLEŞMEK. Dünya hayatını (fâni), ahiret hayatına (ebedi) tercih etmek. İşte biz. Niçin başkalarından şikayet ediyoruz. Her şeyin sebebi biziz. Biz talip olduk, Allah da yarattı... Süslü geline benzeyen dünyayı...
M.F.REYHAN
____________________________________
En büyük felaketler içinde bile ümidini kaybetme, unutma ki ilik, sert kemiğin içinden çıkar. (Hafız Şirazi)
.