Forum Hafızoğlu
Hoşgeldiniz
Ziyaretçi. Kayıt Ol !


E-Kitaplar- Aşagıda Yer Alan Kitap İsimlerine Tıklayarak Sitemiz Üzerinden Okuyabilirsiniz.

| kitapPeygamberimizin Hayati | kitapSevgili Peygamberim | kitapSiyer-i Nebi | kitapKütübü Sitte | kitapZulmün Tarihi | kitapAdabı Muaşeret | kitapAteizm Ve Eleştirisi|
| kitapKıymetsiz Yazılar | kitapYaşayan Hurafeler | kitapNamaz-Oruç-Haç-Zekat-Kurban... | kitapMuhtasar Osmanlı Tarihi | kitapOsmanlıca-Türkçe Sözlük | kitapİslami Sözlük|
| kitapMübârek Gün Ve Gecelerde Yapılması Tavsiye Edilen Duâ Ve İbâdetler|
| kitapSahabelerin Hayatı | kitapDini Bilgiler | kitapYahudiliğin Gerçek Yüzü | kitapAile Saadeti | kitapElmalılı Tefsiri| | kitapÇocuk Eğitimi|
3 Mesele.Medeniyet,Teknik ve Yabancılaşma
Konuyu Değerlendir
  • 17 Oy - 3.12 Ortalama
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5


Konu: 15
Mesaj: 35
Cinsiyet:
Kıdem: Jun 2007

I. Literatürde Üç Kavram: Medeniyet, Teknik, Yabancılaşma

1. Medeniyet

Medeniyet kavramının oluşumu kültür kavramıyla ilişkilendirilerek ortaya çıkmıştır. Medeniyet bir sosyal kültür biçimi olarak ortaya konmaktadır.
Kültür Tylor’un tanımında “bilgi, inanç, sanat, ahlak, hukuk, örf ve adetlerden ve insanın toplumun bir üyesi olarak ürettiği bütün yeteneklerden oluşmuş karmaşık bir bütün olarak tanımlanmaktadır. Her insan gurubu kendisini diğerlerinden ayıran düşünce ve aksiyon örneklerini zamanla geliştirir ve işte bu soyut örnekler kültürü oluştururlar. Kültür toplumun taşıdığı ve öteden beri getirdiği sosyal mirasın bir bütünüdür. Diğer bir deyişle kültür toplum bireylerinin kişiliklerine biçim veren öğrenilen bir tavır ve hareket biçimidir.
Tüm toplumların birer kültür zemini oluşturdukları açıktır. Ancak medeniyetin başlangıcı şehirlerin meydana çıkmasıyla başlamıştır. Doğu Akdeniz bölgesinde yazım tam geliştirildiğinde medeniyetin ayrılmaz Özel’iklerinden olan bu gelişme medeni şehir toplumlarının yükselişini de sağlamıştır.
Kültür tiplerine ilişkin çeşitli sınıflamalar yapılmıştır. Bu sınıflamalardan biri daha sonra modernlikle ilişkilendirilecek olan uygar (medeni) kültür, diğeri de ilkel kültürdür. Bu ikisi arasındaki ayrım şöyle oluşur; Bir kültür yazılı bir dile, bilime, felsefeye ve yüksek derecede uzmanlaşmış iş bölümüne, karmaşık bir teknolojiye ve siyasal sisteme sahip olduğunda bu kültür uygar kültür (medeniyet) halini alır. Buna karşılık ilkel kültürlerin bilgileri gündelik hayat ihtiyaç ve sorunlarını karşılayan pratik bilgilerden ibarettir. İlkel kültürde köy çocuğunun pratik hayat bilgisi şehir çocuğunda fazladır. Uygar kültürde ise bilgi iyice gelişmekte, karmaşıklaşmakta ve bilginin sadece bir kısmına sahip olunabilmektedir.
Durkheim’in önderliğinde 20.YY. Antropologları ilkel insanın kişi şuuruyla değil, topluluk psikolojisiyle hareket ettiğini, kişi psikolojisinin uygarlık belirtisi olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bir süredir literatürde ilkel ve medeni (uygar) sınıflandırmasına muhatap olan kültürler, şimdi yeni bir sınıflandırmayla yüz yüzedirler. Bu defa medeniyetin kapsamı daha da daraltılmış gibidir. Modernleşme kuramı modern ve geleneksel olarak nitelenen iki toplum tipinin karşılaştırmasına dayanır. Bu ayrımlaştırmada modernlik medeniliğe tekabül ettiği halde, geleneksellik tam olarak ilkelliği kapsamamaktadır. Bunun yerine geleneksellik ilkellikten modernleşmeye uzanan tek yönlü gelişim çizgisinde modernlikten önceki gelişim safhalarını ifade etmektedir.
Toynbee medeniyetlerin kaçınılmaz olarak doğum, büyüme, çözülme ve yıkılma süreçlerini yaşadığını böylece medeniyetlerin birbirlerinin üzerine oturdukları tezini ileri sürer. Bu süreçte dinlerin konumu ilginçtir. Bu süreç dinleri yükseltmekte; dinlerin basamak taşları olarak kullandıkları vahiy ortamını medeniyetlerin yıkıntıları sağlamaktadır.
Toynbee medeniyetleri insan toplumlarını Batı, İslam, Uzak Doğu, Hint şeklinde sınıflandıran bir olgu içerisinde algılamakta; bu isimlerin akılda, din, mimari, resim üslup ve gelenek açısından farklı şeyler uyandırdıklarını düşünmektedir.
Medeniyetler sürekli bir etkileşim halindedir. Hıristiyanlık ve İslâm Suriye ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden, Yahudilik ve Zerdüştlük ise Suriye ve Babil medeniyetlerinin etkileşiminden doğmuştur. Bu arada daha da ayrımlaştırılırsa Toybee’ye göre Hıristiyanlıkla İslam Grek ve Romen medeniyetinin yaptığı etkiye birer tepki olarak doğmuşlar; Hıristiyanlık yumuşak bir tepki iken İslam sert bir tepki olmuştur.
Bu tez medeniyetlerin diğer medeniyetleri hem etkisiyle hem de onlara karşı olan tepkiyle doğduğunu ileri sürmektedir. Toynbee İslam’a coğrafî ve zamansal bir mekan sunmaktadır. Kendi ifadesiyle “Bizim üvey kardeşimiz İslâm da kıtada (Asya) iyice yetişmiş; İslâm’ın sınırları Asya kıtasının Kuzey Batı Çin’deki merkezinden Asya’nın Afrika yarımadasındaki Batı sahillerine kadar uzandığını” belirtmektedir.
İslâmı medeniyet sıfatıyla birlikte kullanan Üçyiğit, İslâm medeniyetinin dinin etkisinde şekillendiğini ve bu medeniyeti terkip eden çeşitli unsurlar olduğunu belirtir. Bu unsurları 1)İslâm dini ve onun emir ve yasaklarının tanımladığı alan, 2)İslâm devleti geleneği, 3) Müslüman toplumların iktisadi hayatı, 4) sosyal hayatın yapısı, 5) eğitim öğretim sistemi, 6) milli ve felsefi gelişmeler, 7) edebiyat ve nihayet 9) güzel sanatlar oluşturmaktadır. Bu alanların tümü İslam’ın helal-haram ayrımının etkisiyle veya bu ayrımın farklılaşan yorumlarıyla şekillenmiştir.
Ancak yine de Üçyiğit İslâmiyet ve İslâm medeniyetini ayırmakta, İslam medeniyetinin ömrünü tamamlamış olduğunu, ama İslam medeniyetinin hiç bir kutsal mahiyeti mevcut olmadığı halde İslâmlığın devam etmekte olduğunu düşünmektedir. Türkler Müslüman olunca bugün artık ölü olan İslam medeniyeti içerisine çekilmişler ve bu durum kültür ve medeniyetlerine de yepyeni bir şekil vermiştir.
Medeniyetlerin dinden etkilendiği tezine paralel olarak Türkiye’nin günümüzdeki konumu açısından Levent Köker’in Türkiye’de orta direk’in yeni kentlilerin de katkısıyla pekişen tarihsel olarak köklü bir İslâm kültürün varlığına ilişkin vurgusu önemlidir. Bu vurgu Türkiye’de hala dinin kültür ve dolayısıyla medeniyet açısından taşıdığı önemin altını çizmektedir.
Medeniyetlerin kültürlere ne getirdikleri tartışılabilir. Uygar (medeni) toplumlardaki Batı esas alınarak yapılan önemli bir tez şudur; Yunan ve Roma toplumu, kişinin topluma vatandaşın devlete itaati üzerine kuruldu.... Bunlar hayatın tek amacının tanrıya yakınlaşmak ve ruhun kurtulması olduğunu telkin eden doğulu dinlerin ortaya çıkışıyla önemini yitirdi. Dindarlar dünya hayatını küçümsemeye başladılar. Cennet düşüncesine dalmış insanlar, yurtsever kahraman olma idealinin yerini aldı. Yeryüzü buna bağlı olarak fakirleşti. İnsanlar bugünün hayatı yerine ahireti kapsayan gelecek hayata yöneldiler. Siyasal hayat çözüldü ve bu basit fikir bin yıl sürdü. Ancak Aristo felsefesi ve eski sanat ve edebiyatın dirilişi Avrupa’nın hayat ve idarenin eski idealine, daha insanca bir dünya görüşüne dönüşünü doğurdu. Doğulu istila dalgası geri çekiliyordu ve hala da çekilmekte.
Bu alıntıyı yapan Toynbee 1906’da ileri sürülen bu tezin kendi görüşüyle çatışan yönleri olduğunu ileri sürmektedir. Zira sorun yükselen Batı Medeniyetinin insanın ihtiyaçlarını gerçekten karşılayıp karşılayamacağı üzerinde düğümlenmektedir.
Evet Batı Medeniyeti insanların ihtiyaçlarını zannedildiği gibi karşılayamamıştır. Yabancılaşma bölümünde değinilecektir. Ama Batı medeniyetinin ürettiği çözümsüzlük insanları Afrika’da çözüm aramaya itmiştir. Örneğin Toynbee Antropologlara göre Orta Afrika Negritolarının (yerli) tanrı-insan ilişkileri konusunda saf ve yüce inanışlarının var olduğunu, bu inanışın korunması gerektiğini ve bunların insanlığımıza yeni bir soluk verebileceğini ileri sürmektedir.
Bugün Batı Medeniyeti bu arayıştadır; ama aynı medeniyet dünyayı istila etme eğilimdedir. “Gelişen Batı medeniyeti dünyada diğerlerinden daha hızla yayıldı... Çinli ve Türklerin yalnızca Batının tekniğini (sanayi sistemi ve kuruluşlarını) ve kültürümüzün yüzeysel görünüşlerini (fötr şapka, ve sinemalar gibi önemsiz şeyleri) değil fakat bizim toplumsal ve siyasal kurumlarımızı, Batılı kadınların statüsünü batılı hükümet sistemini benimsediklerini görüyoruz... Bütün dünyanın Batılılaşması artık kaçınılmaz bir olay(dır)”.
Medeniyete ilişkin bu tartışmalara John U.Nef, sorusuyla yeni bir boyut kazandırır. “Acaba insanların birbirleriyle olan günlük münasebetlerinde incelik ve zarafete doğru önemli bir ilerleme olmuş mudur?” Medeniyet Robertson’un ortaçağ sonlarında oluştuğunu söylediği “zarafet ve inceliği içine alan” bir tabirdi.
Görülüyor ki medeniyet din olgusuyla uzaklık-yakınlık ilişkisi açısından tanımlamakta, gelişimi teknik gelişimle paralelleştirilmekte ve bugün Batı medeniyeti için tıkanma işaretleri daha 1950 li yıllarda verilmeye başlamaktadır.
[I][U]"Ayakkabım yok diye üzülürken Yolda ayaksız birini gördüm"[Resim: 3.gif]


" Ne bu deveyi güderim nede bu diyardan giderim"

"Çözülmesini istemiyorsan bağlama"

Alıntı
.
Konu: 15
Mesaj: 35
Cinsiyet:
Kıdem: Jun 2007

2. Teknik

Batı’dan Copernic, Batlamyus, Galileu, Pascal, Newton, Levasier ile gelişen teknik ve bilim Descartes ve onu takip edenlerce akla dayalı bir temele ve yoruma oturtulmuştur.
19. ve 20. YY.daki bu teknolojik inkılâp, çalışmanın, nakliyatın ve haberleşmenin makineleşmesine yol açmıştır. Sanayi devrimi düşünce devrimi ile birleşmiş ve insan zihni kantatif kıymet ve muhakeme metotlarına, tahkik edilebilir delillere değer verir hale gelmiştir. Bu arada teknolojinin ilerlemesi aynı paralelde sanat, bilim ve edebiyat gibi manevi değerlerin yayılma alanını da olağanüstü genişletmiştir. Bu gelişme sonunda milletler, içinde yaşadıkları sosyal düzeni artık tabiat kanunları misali olduğu gibi kabul etmeye razı olmadılar. Tersine Rönesans’ın en belirgin niteliği olan tenkitçi görüşle incelemeye başladılar. Böylece Batı medeniyeti yeni çağın getirdiği bilim zihniyetiyle kendi sosyal yapısına eğilmiş, buna orta çağ boyunca Batı medeniyetinin temel kurumu olan dinden başlanmıştır.
Tekniğin topluma etkisi açısından şu tespit önemlidir: İnsan toplumlarında gerçekleşen bir tek teknolojik gelişme bile büyük sonuçlar meydana getirebilir. Örneğin Avustralya adalarından birinde yaşayan bir Yir Yurent yerlilerine madenden yapılmış balta veren misyonerler bunun kısa sürede taşa dayalı hayatı, sosyal ilişkileri, hatta dini, inanç ve efsaneleri sarstığını, değiştirdiğini tespit etmişlerdir. Teknik, burada kültür değişiminin önemli bir dinamiği olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültürler başka kültürlerle temasa geçerek, ekolojik alanların değişmesiyle veya kendi içinde meydana gelen gelişmelerle değişmektedir ki bu durumlar en fazla teknik değişimden etkilenmektedir.
Teknik toplumsal gelişmenin bir unsurudur. Toplumsal gelişme, bilim alanında ve insanın doğaya hükmetmesi anlamına gelen teknoloji alanındaki etkinlik derecesine bağlıdır. Ancak tekniğin katkısıyla üretilen yeni medeniyet, sorunlara çözüm sunabilmekte midir ?
Schrödinger bilime ve dolayısıyla tekniğe şu gözle bakmaktadır: “İlim gerçekten bizim kalbimize yakın olan, bizi gerçekten alakadar eden her şeye karşı müthiş bir sessizlik içindedir. Tanrı ve edebiyat, iyi ve kötü güzel ve çirkin hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. İlim bazen bunlara cevap arasa da aptalca oluyor. Kısacası biz ilmin bizim için kurduğu maddi dünyaya ait değiliz”
Görülüyor ki bu defa çözüm olduğu zannedilen teknik yeni bir çözümsüzlüğün de kaynağı olarak ortaya çıkmaktadır. Toynbee zihnin teknik ve yeteneklerine rağmen batılı insanın Adem’den miras kalan günahtan kurtulamadığı gibi yüz binlerce yıl önce ilk insan’ın bugün bizim kendi içimizde bulduğumuz fiziksel ve ruhsal özelliklere sahip olduğunu belirtmektedir. Daha da ötesi biz insanlar teknik makineler keşfettik; ama annelerin bebeklerine bakmalarına yardımcı olacak iş gücünden bile mahrumuz. Teknik, işsizlik kurumunu üretmiştir. Bir yandan ufkumuz evrene, ilk çağlara kadar uzanmakta; ama diğer yandan aynı ufuk dar mekanımıza sıkışmış durumda kalmaktadır.
Toynbee Batı medeniyetini yargılarken “dünyamız beklenmedik bir şekilde insancıl duygularla dolmuş durumda, ne var ki işitilmemiş derece bir sınıf mücadelesinin, milliyetçiliğin ve ırkçılığın içine batmış durumda. Bu kötü istekler soğukkanlı, bilimsel olarak hazırlanmış zulümlere batmıştır. Birbirine zıt bu iki düşünceyi iki davranış biçimini yalnızca aynı dünyada değil, aynı ülkede, hatta aynı ruhta bulabiliriz” demektedir.
Görülüyor ki bilim-teknik modernleşmenin hızlandırıcısıdır. Medenileşmeye modernleşme açısından baktığımızda da benzer yaklaşımlarla yüzleşiriz. Genellikle tezler modernleşmeyi sanayileşme (teknik) olarak tanımlamaktadırlar. Bunun en belirgin örneği Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerin başını çektiği Avrupa toplumlarıdır. Ancak Rusya, Çin, Hindistan örnekleriyle yüzleştirildiğinde sanayileşme ile modernleşme arasında birebir ilişki kurulamayan istisnalarla da karşılaşılabilmektedir.
Burada ulaştığımız temel sonuç şudur ; Medeniyetin en önemli saiklerinden biri tekniktir. Ancak teknik sosyal hayatı ve kültürünü her zaman modernite veya uygarlık yönünde de sevk etmeyebilmektedir.
Bu arada Batı medeniyeti yüksek teknoloji ve modernite arasında yeni bir çıkmaz sokakla yüz yüzedir. İnsan kimdir ? insanın evrendeki yeri nedir ? Ne ölçüde insan kendi özüyle barışık ve bütünleşmiştir? Bu noktada çıkan krizi, yine Batı yabancılaşma (alianation) kavramıyla sistemleştirmeye ve açıklamaya çalışmaktadır.
[I][U]"Ayakkabım yok diye üzülürken Yolda ayaksız birini gördüm"[Resim: 3.gif]


" Ne bu deveyi güderim nede bu diyardan giderim"

"Çözülmesini istemiyorsan bağlama"

Alıntı
.
Konu: 15
Mesaj: 35
Cinsiyet:
Kıdem: Jun 2007

3. Yabancılaşma

Literatürde “yabancılaşma” ilk Platinus’un yazılarında dikkat çekmektedir. Bu kavramı ilk kullananlar arasında Rousseau’da vardır. Bu kavram değişik düşünürlerce birbirinden farklı çerçevelerde tanımlanmaktadır. Hegel’in yaklaşımı şudur ; insanın gelişim sürecinin merkezi olan ve kendi dışında bir dünya “yaratan” sonra da bu dünyanın kendi ürünü olduğunu anlayan ruh yavaş yavaş dünyanın kendi dışında olmadığını kavramıştır. Yabancılaşma bu kavrayış eksikliğinin sonucudur. Yabancılaşma tüm insanların çevre ve kültürlerinin ruhtan kaynaklandığını anladıkları zaman son bulacaktır. Hegel’in etkisinde kalan Ludwig Feuerbach yabancılaşmanın dinsel cephesiyle ilgilenmiştir. Feuerbach Hıristiyanlığın özü (184) isimli kitabında dinin özellikle Hıristiyanlığın nesnel özünün insanın özünden yani duygudan başka bir şey olmadığını iler sürer.
Marx, Hegel’in yaklaşımı tersine çevirerek konuya bakmıştır. Marx’ta maddeci bir gözlükle her şey insan emeğinin bir ürünüdür.
1845-1847 yıllarında Marx bu terimi ontolojik bir kavramdan sosyolojik bir kavram haline getirmiştir. Marx insanın yabancılaşmasını çağdaş toplumun iş sürecine verdiği biçimde bulmaktadır. İş bölümü ve bunun sonuçlandığı insan kişiliğinin parçalara bölünmesi, temelini teknolojik şartlarda bulmaktadır. Toplumun düzeni ne olursa olsun bu teknolojik şartlar varlığını sürdürecektir. Marx’a göre insan bir iş ve eylem varlığı oluşturduğundan kişinin etkinliği, ürünü ile belirlenmektedir. Özel mülkiyete dayalı bir rejimde ise insan özü, kendisine ters düşmektedir. Zira insan emeğinden oluşan sermaye insana yabancı ve düşman olmaktadır. İnsan kendi özüne dönünce yabancılaşmadan kurtulur. Kapitalist üretim biçim böylece insani yabancılaştırmaktadır ve hızlanan yabancılaşma bu sistemin sonu olacaktır.
Dönmezer, yabancılaşmanın literatürdeki genel tanımlarından hareketle şöyle der ; yabancılaşma bireyin toplumun değerlerine, çevresine karşı ilgisinin yok olması, dünyaya karşı içine dönük bir tutum elde etmesi anlamına gelir. Yabancılaşma kavramı güçsüzlük, iktidarsızlık, kuralsızlık ve sosyal yönden tecrit olunmayı da kapsar. Sosyoloji yönünden yabancılaşma, kişinin mensubu bulunduğu guruba karşı olmasıdır. Yabancılaşma sürecindeki kişi büyük guruba karşı olan husumeti nedeni ile mensubu bulunduğu küçük gurup ile tam bir bütünleşme içine girmektedir. Uyuşturucu madde kullanan gençlik grupları, hippiler, tüm düzene yabancılaşmış tedhişçi grupların durumunda olan budur. Yabancılaşan kişide içe geçirilmiş bağlayıcı normlar mevcut bulunmamasından başka o kendisini güçsüz ve içinde gene kendisine ait bir yer bulunmayan haksız bir sosyal sistemin mağduru olarak ta görmektedir. Böylece yabancılaşma kişinin tam olarak duygusal yönden toplumdan kopması sonucunu doğurmaktadır.
Yabancılaşmaya bir başka yaklaşım şudur ; Bilimsel gelişmeler sonunda gittikçe küçülen, yalnızlaşan, gördüğüne, bildiğine inanamaz olan, çatışmalar içinde yuvarlanan insan bir bunalıma sürüklenmiştir. Bilim insanın öz tanımını sağlayan efsanelerin, astronomik, biyolojik, fiziksel, toplumsal bireysel temellerini birer birer yıkmıştır. Ama karşılığında bütünlüğü olan saygın bir yer olabileceği bir dünya sunamamıştır. İnsan sadece tabiat karşısında değil, toplum ve siyasal düzen karşısında ufalıp, önemsizleşmiş, yalnızlaşmıştır. Bürokrasi, teknokrasi, yasal düzenlemeler ekonominin kişi üstü işleyişi, bireyi günlük hayatında tam bir güçsüzlük ve yabancılaşma duygusu içine itmiştir. Bir başka ifadeyle birincil gurupların egemen olduğu, kişini birey olarak değil, gurubun bir üyesi olarak tanımlandığı toplumlardan, büyük ve kişilik dışı (impersonal) bürokratik örgütlerin egemen olduğu topluma geçiş, kişiye yabancılaştırıp önemsizleştirmektedir.
İnsan ve her toplum kendini dünyanın merkezi ve dünyayı evrenin merkezi olarak görmekte idi. Ancak evrenin boyutları ve diğer toplumlar algılandıkça bu merkezilik sona ermeye başladı. İnsanın merkeziliği tanrı merkezli açıkmalarla desteklenirken, Darwin ve diğerleriyle insanın evrendeki hayvanlardan biri olduğu tezi bu merkeziliği iyice sarstı.
Merkezilik yitirilmişti ama ahlak, gelenek, yasa, değer yargıları, kurum ve kültürleriyle insanın merkeziliği yeniden tesis edilmeye çalışıldı. Bu aşamada Marx tüm bunların altyapı ve sınıflar arası mücadele ile ilgili olduğunu ileri sürünce, bunlar özsel değerlerini yeniden yitirip toplum makinasının çalışmasında kullanılan birer araç gibi görülmeye başlanmışlardır. Bu görüşe göre ortaya Marx’ın yaklaşımıyla yeni bir çözümsüzlük biçimi çıkıyordu.
Tüm bu görüşler bir yana, tartışmalar genellendiğinde yabancılaşmanın iki temel boyutu ileri sürülebilmektedir: Bunlardan ilki artan bireyciliktir; artan bireycilik kişinin öz ve gizilgücününü geliştirmesi olarak değil yakın çevresinden bağlarını koparmış bir kişinin yalnızlık ve yabancılık içinde bunalıma düşmesi olarak gelişmiştir. İkincisi ise artan kitleselleşmedir. Ancak bu kişi ile toplum arasında doyurucu bağların kurulması, kişinin toplumsal kültürle kendi değerleri arasında üretken bir etkileşim sağlayabilmesi olarak değil, bireyin kişiliğindeki kendine özgü yanların, çoğunluğun baskısı altında törpülenip yok edilmesi olarak gerçekleşmiştir.
Yabancılaşma üzerine teoriler 1950 sonrasında da geliştirilmeye devam etmiştir. Seeman yabancılaşmanın beş ayrı boyut içerdiğini ileri sürer: Bunlardan ilki güçsüzlüktür. Bu, bireyin davranışının istediği sonucu elde edemeyeceği, aradığı desteği bulamayacağı beklentisini ifade eder. İkinci boyut anlamsızlıktır. Birey neye inanacağına karar verememektedir. Üçüncüsü ise kuralsızlıktır. Birey toplumca belirlenen amaçlara varmak için toplumun yasakladığı yöntemlere başvurabilmektedir. Dördüncü boyut ise tecrit (isolation) olgusudur. Toplumun yüksek değer verdiği şeylere bireylerin düşük değer atfetmelerinin sonucu olarak oluşur. Ve nihayet beşinci boyut kendinden uzaklaşma durumudur; Bireyin şimdiki durumunun toplumsal şartların daha elverişli olacağı ideal durumdan daha kötü olduğuna inanması kendinden uzaklaşma ile tanımlanmaktadır.
Görüldüğü gibi yabancılaşma değişik görüş açılarından ele alınmaktadır. Tüm bu görüşlerin sonunda ortaklaştıkları nokta yabancılaşmanın insanın tatminsiz olduğu bir düzeyi ifade etmesidir. Kavram her alana göre yorumlanabilir. Kişi toplumdan, siyasal sitemden, ürettiğinden ve hatta kendinden, kendi ruhundan uzaklaşabilir. Tüm bu uzaklaşmalar kişi boş, yalnız ve tanımsız bir ortamda tutmaktadır
[I][U]"Ayakkabım yok diye üzülürken Yolda ayaksız birini gördüm"[Resim: 3.gif]


" Ne bu deveyi güderim nede bu diyardan giderim"

"Çözülmesini istemiyorsan bağlama"

Alıntı
.
Konu: 15
Mesaj: 35
Cinsiyet:
Kıdem: Jun 2007

II. Üç Kavrama İsmet Özel’in Yaklaşımı

1. Medeniyet

İsmet Özel’in medeniyet Kavramına bakışı genel olarak bir reddetme tutumunu yansıtmaktadır. Özel bir yandan medeniyetin Batı’da geliştirilmiş bir kavram olarak yüklendiği anlamı parçalarına ayrımlaştırmakta, diğer yandan bu parçaları kendince İslâmi bir gözlükle sorgulamaktadır. İsmet Özel’in medeniyete Batı’nın yüklediği felsefi temelleri çok iyi analiz ettiği, kavramları rahat kullanışından anlaşılmaktadır.
Özel’in Batı medeniyeti olgusuna ilişkin kavramları kullanışı ve bu kavramları eleştirme biçimi aşağıda ortaya konulmuştur:
1. Zarafet; Medeniyet bir toplumda zarafet ve inceliği getirir. Bu zarafet bir yandan üretilen eşyayı diğer yandan tavır, hareket ve düşünüş tarzını içine alır. Ancak bu incelik içinde bir lüzumsuzluk gizlidir. “Lüzumsuzluk rahatın keyife, güzelin fanteziye dönüştüğü noktada ortaya çıkıyor. İşte bu noktada zarafet “inceliği veriyor insana karşılığında içtenliği alıyor.”Sonuçta insanlar içtenlikle kendilerine ait olmayan bir yaşayış içerisine hapsediliyorlar. Görülüyor ki Özel medeniyetin ürünü olan zarafetin insanı kendine ait olmayan bir hayata mahkum ettiğini, bu yönüyle medeniyetin aslında insanı küçülttüğünü ileri sürmektedir.
Medeniyetin ürettiği zarafet, lüzumsuzluğu (lüksü) bu da keyif ve fanteziyi ve bu da refahı üretiyor. Ancak refah toplumun bir kesiminin namına diğer kesim tarafından elde ediliyor. Bir tarafta zarafet ve refahın içice olduğu azınlık kesim, diğer tarafta “Zariflikten çok daha şedit bir bela” olan “Zarafet özentisi içerisinde yaşayan her şeylerini feda etmek zorunda kalan insanlar yaşıyor.
2. Sınıflaşma ; Medeniyet sınıflaşmayı ve insanın insanı sömürmesini doğurur. Tersi de vakidir; sınıflaşma ve sömürü medeniyet doğurur. İsmet Özel bu görüşünü İbni Haldun’un Mukaddime adlı eserinde yazdıklarıyla destekler. İbni Haldun’a göre toplumda zenginleşenler iktidarla işbirliğine giderek durumlarını güçlendirmeye çalışırlar. Böylece zenginlik toplumun belli bir kesiminde birikirken diğer kesim fakirleşir. Zenginleşen kesimin elinde artan bolluk her çeşit sanayi ve sanatın vs.nin artışa yol açar. Medeniyet denilen vasat budur. Oysa bu durum Kur’anın “Ta ki (bu mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın (59/7) ayetine zıttır.
3. Maddeye karşı zaaf ; Medeniyetin bir diğer özelliği maddeye karşı insanı zaafa düşürmesi ve maddi gelişmeye mahkum etmesidir. Özel bu yaklaşımında da İbni Haldun’un tezini kullanır. Haldun medeniyet gelişmesine paralel olarak elbise, yapı, tabak, çanak gibi maddi nesnelerin çoğaldığını, insanlar medenileştikçe bunları arzularına itaat edip kullanmaya başladıklarını, dünya hayatını düzenlemeye matuf bu tür işler arasında insanların boğulduğunu düşünür. Haldun’a göre bunların temel sakıncası insanı sırf dünya hayatına hapsetmesi, manayı ve öteki alemi düşünmemesine yol açmasıdır.
4. İnsan kişiliğinin bozulması ; medeniyet insan yapısını ve kişiliğini karşılıklı olarak bozar. Burada da Özel, Haldun’dan yaptığı alıntıya dayanır. Haldun’a göre “yerleşik ve medeni hayat yaşayanların masrafları artar,” israf hayatı kuşatır. Kazançlarını sarf eden insanlar daima suni olarak artan talep ve ihtiyaçlar karşısında insanlar zenginlik temini için meşru yolların dışına çıkarlar. Başkalarının hakkını gasp etme, hileler, kumar, hırsızlık yalancılık süratle yayılır.” Bu arada nefsin tatmini peşinde her türlü lezzetli yemeklerin arayışını zina ve lutilik gibi ahlaksızlıklar takip eder.
Medeniyet insan kişiliğinin iyice bozulmasının vasıtasıdır ama aynı medeni ortamda kişiliği bozulmamış “şehirlilerden pek azı... bu gibi tesirlerden kendilerini kurtarabilmişlerdir”
İsmet Özel medeniyetin hangi coğrafyada ve milletin elinde gelişirse gelişsin bu ortak özellikleri ortaya koyduktan sonra bir yandan İslam’ın medeniyetle olan ilişkisini değerlendirmekte, diğer yandan Batı medeniyetinin konumunu sorgulamaktadır.
İslam ile medeniyet ilişkilendirmesini şu şekilde yapıyor;
İslâm’ın bir medeniyet ürettiği ileri sürülemez. İslam tarihinde devri saadet, dört halife devri ve Osmanlı devletinin ilk iki yüz yılı medeni zamanlar değildir. Ama bu arada Endülüs, Abbasî ve debdebeli Selçuklu saltanatı medeni olarak vasıflandırılabilir. Sözü edilen bu medeniyetler İslamla özdeşleştirilemez.
Ebul Hasan Nedvi’den alıntı yapan Özel, İslâm medeniyeti diye adlandırılan olgunun cehalet, ihtiras, İran ruhçuluğu, Yunus düşüncesi ve diğer maddeci duyuşların karıştığı bir yapı olduğu görüşüne katılır. Oysa ona göre bunlar ve bunların ürettiği toplumsal vasatın çoğu İslâmi değildir. Yine de Özel Nedvi’nin kavramlaştırmalarını tam olarak kullanmaz. Nedvi medeniyetleri “materyalist, akılcı, mistik ve vahye dayalı medeniyet” olmak üzere dörde ayırmakta ve sonuncusunu savunmaktadır. Oysa Özel, bu görüşü de aşarak “vahye dayalı olduğu için İslâm medeniyetinin üstün kabul edilmesi gerektiği” tezinin bir söz kalabalığı olduğunu, Kur’an ve Sünnetten başka hiç bir otorite tanımayan İslâm düzenin bir de ayrıca “medeniyet” olarak tanımlanmasının gereksiz olduğunu düşünür. Bunun yerine Özel İslâm medeniyeti denilen olgunun parçalarına ayrımlaştırılmasını ve İslam’ın diğer unsurlardan seçilmesini önerir. Zira tarihte İslâm medeniyeti denen olgu “toplumda töre ve akıl hakimiyetinin İslamla gerçekleştirdikleri bileşim”den ibarettir. Arap töresi akıl ve İslamla birleşince Abbasi medeniyeti, Berberi töresi akıl ve İslamla birleşince Endülüs medeniyeti ve nihayet Türk töresi akıl ve İslamla birleşince Selçuklu-Osmanlı medeniyetleri doğmuştur. Bize düşen tâbi ki bu medeniyetleri kabul ve ret değil, bunları öğelerine ayrımlaştırarak gerçek konumlarını görmektir.
Özel’e göre töre (veya geleneğin yanı sıra) aklın insan zihninin soyut işleyişi sonunda türettiği sebep-sonuç ilişkileri İslam’ın mutlak egemenliğine engel olan unsurlardır. Bu noktalardan hareketle bir yandan İslam’a ayrıca medeniyet yakıştırma yanlış bulunmakta, diğer yandan da medeniyet karşısında vahşetin, barbarlığın, göçebeliğin alternatif çözüm olarak ileri sürülmediği vurgulanmaktadır.
İsmet Özel bu ikilemden şöyle çıkmak istiyor; İslam’ın Kaynakları (Kur’an ve Sünnet) bir medeniyet kurmayı öngörmüyor. İslam sadece nasıl yaşanması gerektiğini ortaya koymaktadır ki bu soru cevaplandırılırken medeni-gayri medeni ayrımı ve ölçüleme biçimi sorunun yanlış cevaplanmasına yol açar. Çözüm her otoritenin İslam’a dayanması, her düşüncenin İslâm mahreçli olmasıdır. Eğer bunlar yoksa toplum kendisini Müslüman kabul etse de milli kültürünün yerini İslam’ın aldığı söylenemez. Bir diğer deyişle böyle bir medeniyet İslam’ın ifadesi değildir.
Şu halde eğer bir medeniyet kurmak istenirse sözü edilen sorunların kaynağı olan medeniyeti tanımalıdır. Ama yine de eğer İslami mücadelenin adı medeniyet mücadelesi olarak konursa yüzleşilecek iki tehlike vardır. Bunlardan birisi geçmişte Abbasî, Endülüs Osmanlı gibi medeniyet bakımından parlak kabul edilen dönemleri “gayri İslami bir tarzı model olarak alma(k)” mümkün olur. Diğer yandan “gelecekteki İslam toplumuna zihnimizde bir medeniyet tasarımı taşıyarak yaklaşmaktan doğacak olan sakınca...” ile karşılaşılır. Bu iki sakınca ile daha önce sözü edilen “gereksizlik” birleştiğinde Özel kendisini medeniyet kavramlaştırmasının karşısında bir İslamcı düşünür olarak bulmaktadır.
İsmet Özel temel endişesini dünyadan değil ahretten yana koymuştur. Müslümanlar medeni olmadıkları ölçüde, “yani dünya düzenini ancak inancından geçen bir dolayımla kavrayıp kabul eden insan oldukları” ölçüde İslam’a yakın, cihat ruhuyla dolu olmuşlardır.
Sonuç olarak Özel’in İslam ve medeniyet konusunda söyledikleri şudur ; İslâm bir medeniyet arayışı içerisinde değildir. Müslümanlar medeni olmadıkları zamanlar da İslam’ı en güzel şekilde yaşamışlardır. Müslümanların medeni oldukları zamanlar da vardır; ancak bu zamanlar İslam’dan uzaklaşma örneklerinin toplumda yaşandığı zamanlardır. Müslüman bir medeniyet arayışı içerisine girerse hem geçmiş medeniyetlerin gayri İslami boyutlarını İslami bir model olarak sunabilir. Hem de geleceğe ilişkin tasarımları geçmişin olumsuzluklarından etkilenir. Zira geçmişte medeniyet denilen dönemler töre, akıl ve İslam’ın bir bileşkesi olmuştur. Geçmiş model alınacaksa, bu geçmiş yapılarına ayrımlaştırılmalı ve İslam’ın konumu ayıklanmalıdır. Kaldı ki medeniyetin kendisi gayri İslami bir düzenin de ifadesidir. Batının sözünü ettiği medeniyet, kendinden uzaklaşan içtenliksiz insan üretimine yol açan zarafet, bir gurubun diğer gurubu sömürmesine yol açan sınıflaşma, maddenin hayatın tüm alanlarına hakim olmasıyla öteki dünyadan kopma ve nihayet insan kişiliğinin bozulması ve insanın hayvanlaşmasına yol açan faktörlerin karışımından oluşan bir bütündür.
Müslüman tüm bunların içerisinde adına medeniyet dememesi gerektiği, sadece Allah’ın hakimiyetinin tanındığı bir düzen arayışı içerisinde olmaktadır. Tüm bunları ortaya koyan Özel, İslam dünyasının Batı medeniyetiyle kaçınılmaz olarak yüzleşmesine de değinir.
Spengler’in “Medeniyet bir kültürün kaçınılmaz akıbetidir” sözü aslında Batı Medeniyetinin tüm dünyanın kaçınılmaz akıbeti olduğunu ifade ediyor. Özel Batı medeniyetinin bir çözüm olmadığının gittikçe anlaşılmakta olduğunu vurgularken bir yandan Toynbee’nin dediği gibi “Batı Medeniyetinin dünya ölçüsünde bir yaygınlık kazan (dığını),” diğer yandan Spengler’in dediği gibi “bu medeniyet(in), savunduğu ve taşıdığı değerler bakımından yaşlanmış, itibarını kaybetmiş” olduğunu kabul etmektedir.
Batı medeniyetinin hakimiyetinin sağlamlığının en önemli nedeni “ilk ve orta eğitimin Batılı anlayış içinde düzenlenmesi”dir. Dolayısıyla yayılmak için Batı’nın ayrıca bir felsefe üretmesine de gerek yoktur.
Ancak Batı, yayılmasını sağlayabilmek için her türlü felsefî tedbirleri de almıştır. Batı felsefesi “varlık bilinci belirler”, “bilinç varlığı belirler” şeklinde iki ayrı karşıt tezin etrafında şekillenmiştir. Katolisizmden doğan ruh-beden ilişkisine dayalı ilk tezi tersine çeviren Marx konuyu altyapı-üstyapı ilişkisine dönüştürmüştür. Burada Batının avantajı birbirlerinin dilini anlıyor olmalarıdır. Bu arada Özel, Santre’nin insan hakkındaki “Böylece bu iyi seçilmiş kavramın gölgesinde, Hıristiyan, deist, panteist, tanrıtanımaz, Materyalist olunabilir, insan isterse derindeki düşüncesini hiç inanmadığı bir dış görünüşle saklayabilir, isterse kendini aldatabilir ve isterse aynı anda hem mümin, hem münkir olabilir” şeklindeki sözlerine vurgu yapar. Bu sözlerle her alternatif aynı medeniyetin bir parçası veya ürünü haline getirilmekte, tüm alternatifleri aynı kutu içinde tutacak tedbirler alınmış olmaktadır. Bu durum batıya kendi içinde çözüm bulduğu inancını verdiğinden Batı’yı Özel’e göre kendi şartları içinde değerlendirmemiz gerekmektedir.
Özel, Müslümanlara Batı karşısında şöyle bir öneri getirir; Biz Batı karşısında geçmişte aşağılık duygusu yaşadık” Günümüzde artık o dönemde yaşanılan aşağılık duygusunun mesnedi ortadan kalktı; hem biz Batılı olduk, hem de Batı bize geldi.” Artık kültürel yapılar bir şeyleri muhafaza edebilme, insanımızın bozulmamış yanını kurtarma gibi kaygılarımız yaşarlığını kaybetti; Sarsıcı, şaşırtıcı, üstün bir konumdayız şimdi; doğrudan Kur’an’a muhatap olmak, Kur’an’la bilgilenmek, hayat gücünü Kur’andan almak.” Böylece Özel, geçmişi veya günü kurtarma gibi bir endişenin bir yana bırakılmasını, içinde kalınılan tüm kültürlerin arasından sıyrılıp Kur’ana dönülmesi gerektiğini söylemekte; radikal bir söylem geliştirmektedir.

[I][U]"Ayakkabım yok diye üzülürken Yolda ayaksız birini gördüm"[Resim: 3.gif]


" Ne bu deveyi güderim nede bu diyardan giderim"

"Çözülmesini istemiyorsan bağlama"

Alıntı
.
Konu: 15
Mesaj: 35
Cinsiyet:
Kıdem: Jun 2007

2. Teknik

İsmet Özel Bilimin ve buna dayalı olarak üretilen tekniğin Batı’daki doğuşunu ve toplumu etkileme biçimini sorgulama üzerinde odaklanmaktadır.
Özel, Bilimin Batı’da gelişim sürecini ve ürettiği sonucu şöyle görür; Batı’da kilisenin bilime cephe alması bilimin de kiliseye cephe almasına yol açtı. “Bilimin kilise ile olan mücadelesine bağlı olarak dinin yerini bilimin tutacağı düşüncesini” geliştirildi. Sonuçta “Avrupa’da doğan makinalı medeniyetin Hıristiyanlığa olan bağlılığı gevşer gevşemez (Batı) putperest köklerine sahip çıkmıştır.
Batının insanın kainattaki yerine ilişkin yaklaşımı “yönetilen değil yöneten” olmuştur. İşte bu yaklaşım insanın “Sahip olduğu yeni imkanlarla dünyayı yönetme işini, teknolojinin hakimiyetine dönüştürmekte zorluk çekmemiştir.
Sonuçta “Karmaşık iktisadi yapının yanı başında, teknolojik güce ve makinanın gücüne tapınma da kolayca belirmiştir. Özel sözünü ettiği bu dinin iki mezhebi olduğunu, bunlardan birinin makinaya, diğerinin de makinayı üreten akla taptığını düşünmektedir.
Tekniğin hayat üzerindeki hakimiyeti, onun kötüye kullanılmasının da kapısını açmaktadır. Özel bu noktada, Jim Shapiro adlı bir bilim adamının 1969 yılında bir bakterinin genini tecrit edebildiğini açıklamasının ardından gizli ve yıkıcı bir genetik mühendisliği programına davet edilişini nakleder. Ona göre “toplum örgütlenmesi karmaşıklaştıkça, teknolojinin hâkimiyeti bir tehlike olarak görülmedikçe insanın bir efsaneler, devler, periler dünyasında yaşamasının önüne geçilemeyecektir.”
Özel’e göre Batı’nın ürettiği tekniğin en büyük özelliği, Batı felsefesine bağlı olarak tabiata zarar verme, onu sömürme esasına dayanmasıdır. Batının tekniği “aklı varlığın bir tek alanında, fizik alanında, yeni maddenin madde ile olan ilişkisinde tabi olduğu yalın kurallar alanında mahsur tut(maktadır)”.
Sözü edilen teknik eşyanın hakikati ile ilgili bilgiyi değil, eşyanın gerçeği ile ilgili bilgiyi veriyor. Dolayısıyla tekniğin zihnini sınırlandırdığı kişi ya bildiğinden ya da bilmediğinden tekniğe teslim oluyor; Bu suretle eşyalar arası ilişkiyi düşünürken eşyanın hakikatına girilemiyor.
Sözü edilen bu bilim ve teknik sermayeden de destek bularak Batı hakimiyetinin zeminini hazırlamıştır. Batı medeniyetinin geliştirdiği teknik bir de misyon yüklenmiş; akıl ve varlık arasındaki bağı da koparmıştır.
Bilimin akıl-varlık arasındaki ilişkiyi koparışını dinin karşısına konulmasıyla ilişkilendirdiğimizde Özel’in değerlendirmesiyle karşılaşırız. Bilim sadece nesneler arası ilişkileri inceler. Ama aynı bilim “iyi ve kötü ayrımı yapmayı, güzele ve çirkine mesnet sağlamayı, hayır ve şer hakkında değer yargısı getirmeyi öngörecek bir yapıdan yoksundu®”.
Dolayısıyla böyle bir bilimden hayatın anlamını ve tüm boyutlarını açıklaması beklenemez. Burada bilimin yerleştiği ve yerleşmesi gereken alan Özel’e göre “aşağı yukarı İslam’ın onu yerleştirdiği alandır.” Ancak görülüyor ki Batı bilimin verileriyle dine karşı tezler geliştirmekte ve aynı Batı “dinden yana ”da tezler geliştirmekte, bu yolda yazarlar “harıl harıl çalışmaktadırlar”.
Batının tekniğinin Müslümanlara ilk yansıyışlarını İstanbul’da martıları avlayıp kuştüyü yastık yapmayı öğreten Batı’lıların yaptıklarıyla örneklendirir. Bu örneklendirmeyi dile getirirken yine bir Batı’lının, Busbecq’in mektuplarından birinde Müslümanların dünyasına değinir. Bir köyde balık avlamaya giden Busbecq köy yakınındaki nehirde balık olup olmadığını ve nasıl yakalandıklarını anlamak istedi. Köylü balığın dolu olduğunu fakat tutamadıklarını, zira birisi zahmet edip elini uzattığında kaçtıklarını söylemektedir. Bu durum Müslümanların tabiata karşı konumlarını ve bilinç biçimlerini örneklendirmektedir.
Özel’e göre teknik sadece bir makina veya mekanizma değildir. Yapısı ve kullanılış boyutlarıyla tüm hayat ve anlayış biçimini etkileyecek bir konumdadır. Böyle bir teknik Müslüman topluma hizmet etmeyeceği gibi mantığını kabul eden küfür üzerinde de huzur getirmemektedir.
Bilim ve teknik karşısında Özel’in Müslümanlara getirdiği öneri şudur ; Öncelikle İslâm devletinin söz konusu edilebilmesi için “teknoloji üstünlüğü” gerekmeyecektir. Bunun yerine “Müslümanların tek tek ve topluca kendi kalitelerini yani İslam’a has kalitelerini geliştirmiş olmaları gerekecektir.” Sonunda İslâm devleti veya İslami toplum yapısı “kolaylıkla kendi hayat tarzına uygun maddi kuvveti üretecektir.”
Özel bir bakış açısı getirir. Buna göre teknoloji transferi ve sanayileşme olaylarına yaklaşırken ancak hedef olduğu toplum biçiminin isterleri, moral değerleri ve insan tipi gözetilerek kavranırsa o zaman doğru yapılmış olacaktır.
Özel’e göre Müslümanlar kendi bilim anlayışlarını ortaya koymalı, Batı’nın teknolojik gelişmesi bu anlayış içinde eritilmelidir. “Bilim ve teknik karşısında yaratıcı’ya teslimiyetin heyecanıyla tavır takınmak mutlaka ip, değnek ve sair alet edevatı yutacaktır.
[I][U]"Ayakkabım yok diye üzülürken Yolda ayaksız birini gördüm"[Resim: 3.gif]


" Ne bu deveyi güderim nede bu diyardan giderim"

"Çözülmesini istemiyorsan bağlama"

Alıntı
.
Konu: 15
Mesaj: 35
Cinsiyet:
Kıdem: Jun 2007

3. Yabancılaşma

İsmet Özel yabancılaşma kavramını Batı’nın kullandığı anlam içeriğinde ele almakta, kendi içerisinde, tıkandığını düşündüğü noktalar ileri sürmekte, sonra da Müslümanca bir tutumun ne olması gerektiğine ilişkin bir fikir vermektedir.
Özel’e göre Batı’da yabancılaşmanın temel çıkış noktası şudur; “insan hayatını yönetecek ilkeler yalnızca insanın yapısındadır.” İnsan kendi kendinin sebebidir ve ne olduğunu kavrama yeteneğini de elinde bulundurmaktadır. Böyle bir insan “kendi varlığı ile kendi varlığını kavrayan aklından” oluşan iki şeydir. İşte bu iki şey arasındaki uzaklaşma “yabancılaşma teorilerinin kalkış noktasıdır.” Özel Batı’lı düşünürlerden yaptığı alıntılarla somut olarak bazı yabancılaşma teorilerine değinir. Yabancılaşmayı metafizik bir problem olarak ortaya atan Hegel’dir. “Ruhun içinde şedit ve üstün bir çatışma yaşadığını” söyleyen Hegel, “insanın zihni ürünlerinin kaynağından bağımsızlaştığını ve böylece ona yabancılaştığını düşünür.
Hegel’in düşüncesini açan Özel, ona göre tabiatın alt ucu(nu) tabiat(ide), üst ucuna ise akıllı ve kendisinin bilincine ulaşmış olan insanoğlu(nun) oluşturduğunu “her çeşit emeğin yabancılaşmış emek olduğunu, çünkü şartlar ne olursa olsun her toplumda insanın emeğinin ürünlerinden ayrılmaya mahkum olduğu(nu) “ düşündüğünü alıntılar.
Hegel’in idealist-metafizik yaklaşımına Özel’e göre “Marx sosyal bir muhteva kazandırmıştır”. Marx’ın yaklaşımını “Batı dünyasında iki koldan gelişip birbirine rakipmiş gibi ilerleyen idealizm ve materyalizmin bir bileşkesi” olarak gören Özel Marx’a göre yabancılaşmamış insanın özelliklerinin onun şu görüşlerinden anlaşılabileceğini düşünür. “Komünist toplumda hiç kimsenin faaliyetlerinin sıkıcı sınıflandığı belli bir alanı yoktur; ama herkes kendini her faaliyet dalında yetiştirebilir. Benim... devamlı olarak avcı, balıkçı çoban yahut eleştirmen olmaksızın canım o anda neyi yapmak isterse onu yapmam mümkündür.”

Batı düşüncesinde yabancılaşmanın temel düşmanlarını Özel şöyle özetler: Bunların başında “tekniğin insan hayatını yoksullaştırması geliyor.” Teknik insanın serbestçe gelişmesine katkı sağlamıştır. Ama teknik insanın makinenin ahengine uymasına, “kendi düzeninden çıkıp yabancı bir yaşayış düzenine mecbur” olmasına yol açmıştır. Bunun dışında “Çağımızın çalışma biçiminin insan üzerindeki” etkisi, bireyin “dev bürokrasiler yoluyla üretim ve yönetimin insan için faydalı olacağı farz edilen amacından koparıl(ması), “kitlevi üretim, karmaşık siyasi yapıların” insanı robotlaştırması, şehir hayatının yayınlaşması, “insanın toplumda ezilen sınıftan olması” ve nihayet “sosyal sınıflar” insanı yabancılaştıran temel faktörler olarak ileri sürülmekte; yabancılaşma kuramcıları yabancılaşma olgusu karşısında bu faktörleri suçlamaktadırlar.
İsmet Özel yabancılaşma kuramlarının kendi içlerinde çözümler ürettiklerini ileri sürmekte; ama bu kuramlardan “varoluşsal yabancılaşmaya” göre insanın yabancılaşmaya mahkum olduğunu belirtmektedir. Bu noktada Özel önce yabancılaşma kuramlarının bir vehim olduğunu ileri sürer; sonra da bu vehmin yani zannedişin, gerçek olmayan bir ileri sürüşün neler olduğuna ilişkin fikirler yürütür. Özel’in bu anlamda ileri sürdüğü yaklaşımlar şunlardır;
1. Yabancılaşmanın çıkışlarından birisi insan hayatına yön verecek ilkelerin yalnızca insanın öz ve yapısında var oluşu tezidir. İnsanın bitkiler gibi gıda, güvenlik ve cinsellik dürtüsünün örgüsü içinde bir özü mü vardır? Eğer insanın varlığında Allah’a yer verilmiyorsa o zaman insanın tabiatın bir ürünü olarak görülmesi gerekir. O zaman bu öz tabiatın ona verdikleriyle belirlenecektir. Tabiatın ona verdiği ise tabiatın üzerinde bir olgu olamayacaktır. Özel, bu eleştirisini getirirken bir yandan yabancılaşmanın tanrıtanımazlığın kaçınılmaz bir sonucu da olduğunu ileri sürüyor. Onun felsefi olarak yabancılaşma kuramcılarında gördüğü çelişki şudur: Bir yandan insana mutlak doğruları bulmaya götürebilecek bir öz atfetmektedirler. Diğer yandan insanı tabiatın bir ürünü görmektedirler. Özel’e göre tabiat ve tabiat üstülük tek bir varlıkta birleşemez görülmektedir.
2. Yabancılaşmadan kişinin “kendi kültürüne yabancılaşması” kast ediliyorsa bu defa Özel “hangi kültürün insanın kendi kültürü” olduğunu sormaktadır. Eğer bundan “tarihi birikimin uzantısı olan değerleri anlıyorsak, niçin tarihi birikim tercihe değer bir bütün olsun? “ diye sormaktadır Böylece Özel, insanın yabancılaştığı ileri sürülen kültürle insanın özünde var olduğu doğruları bulma yeteği arasında bir çelişki görmektedir. Zira bu defa sayısız mümkün ve bir vaki arasında hangilerinin doğrular olduğu sorusu ortaya çıkacaktır.
3. Yabancılaşma tezleri insanın ahlaki değerleri kendi içinde barındırdığını ileri sürmektedirler. “Eğer insan bütün ahlaki değerleri kendi içinde barındırıyor idiyse insanın sahip olduğu bu aşağı -hatta aşağılık-ahlaki yapı neydi? Niçin insan bunca toplumsal felaketi, bireysel çarpıklığı kendi elleriyle ortaya çıkarıyor, neden kendini şiddetli bir yalnızlığa, keskin bir çılgınlığa sürüklüyordu?”
Böylece Özel, yabancılaşma kuramlarının temel varsayımında insana atfedilen zati değerlere de, insanın genel olarak ürettiklerinden hareketle itiraz etmektedir.
Özel’e göre yabancılaşmanın temeli tanrı tanımazlıktır. Bu inanç olgusuna hizmet etmek yolunda bu kavram “hümanizm” ve “materyalizm” ile el ele vermiştir. “Hümanizm, insanın ruhça ve bedence birbirini tamamlayan bir akış içinde kitaplı dinlerin mutluluğu kullukta gören anlayışını tartışma dışı bırakabilecek gücü gösterdiğine kendini inandırmıştır.”
İnsan mutlak mükemmelin ta kendisidir. Tanrı düşüncesi eksik insan üzerinde bir güçtür ki , tanrı düşüncesini (insan) hayatından çıkarmadıkça hümanist olamaz.”
Tanrı tanımazlıkla hümanizm arasında ilişki kuran Özel, hümanizmin karşısına yabancılaşmanın konulduğunu, Batı düşüncesinde kişinin hümanist olduğu ölçüde yabancılaşmadan uzaklaşacağını söyler. Özel, Batının kavramlarıyla tartıştığı yabancılaşmaya bir de kendince İslami bir gözlükle bakar; öncelikle Kur’an’da “Allah’ın üzerinizdeki lutfu inayeti ve esirgemesi olmasaydı, birazınız müstesna olmak üzere muhakkak ki şeytana uymuş gitmiştiniz”. (Kur’an: 4/89) ayetini nakletmektedir. Bu ayet hümanizmin zatında mükemmel insan tezine karşıdır. Hümanizm İslami bir açıdan, yukarıdaki ayetin hükmüne göre yıkıldığında, hümanizmin karşısındaki yabancılaşma da yıkılmakta, anlamsızlaşmaktadır. O zaman Özel, “Mürtet veya Putperest yerine yabancılaşmış insan demenin faydası ne ?” diye sormaktadır. Ona göre yabancılaşma İslami bir açıdan bakıldığında dinden çıkmanın ifadesidir. Ama bu ifada Batı kavramlarının yerine de konulamıyor.
Bununla birlikte Özel çelişki gibi görünen bir yaklaşıma sahiptir. O yabancılaşmayı, Batı’nın ona yüklediği anlamdan kopardığı bir yerde bu defa Müslüman için “özlenir” bir olgu olarak düşünür. Yabancılaşma tarifini ille de kullanmak gerekiyorsa, felsefi anlamda Müslüman’ın meselesi yabancılaşma kavramının çok ötesinde bir yabancılaşma ile açıklanabilecektir. Çağın meselelerine eğilirken getirilen yeni bakış açısı, yabancı bir zihni yapının uzantısı olacaktır.
Müslüman çağın meselelerine kitabın ve sünnetin gösterdiği istikamette çözümler getirecek ama çağın zorlamalarına boyun eğmeyecektir.” Müslümanlar “çağa onun tanımadığı doğruları getirirler. Bu insanlar çağlarına, çağlarının akıl düzenine, iktisadi ve toplumsal işleyişine yabancı kalmayı seçmişlerdir. Ben Müslüman’ın yabancılaşmasını özler gibiyim”.
Görüldüğü üzere İsmet Özel, yabancılaşma kavramının Batı’da gelişen ve hümanizm felsefesi ile oluşturulan tanrıya ihtiyaç duymayan mükemmel insanın karşısına oturduğunu savunur. Ona göre Kur’an zatında mükemmel insan tezine karşı olduğu gibi bu tez bazı açılardan kendi içinde de tutarsız ve geçersizdir. Batının yabancılaşma kuramcıları bunun karşısında hümanizmi ileri sürerler; yabancılaşma istenmeyendir. Kötü olandır. Oysa İslâm’da bu kavramlaştırmaya yer olmadığı gibi Batının kullandığı anlam çerçevesinde mürtet veya putperest ifadesini kullanmak daha doğru olur.
Yine de Özel kavrama kendi özel anlamını yüklemiş ve çağın mantık örgüsü ve değer yargılarının üzerine çıkma ve onu yönlendirmeye kalkışma anlamında bir yabancılaşmayı Müslüman için “özlenir” gördüğünü ifade etmiştir.
[I][U]"Ayakkabım yok diye üzülürken Yolda ayaksız birini gördüm"[Resim: 3.gif]


" Ne bu deveyi güderim nede bu diyardan giderim"

"Çözülmesini istemiyorsan bağlama"

Alıntı
.
Konu: 480
Mesaj: 2,837
Cinsiyet:
Kıdem: Apr 2006

güzel paylaşım teşekküler
[Resim: emeesayg8xr1rc0af.gif]


[STRIKE]Ne aradıysam bilki sende bulmuşum.
Senden öncesi yoktu
Seninle var olmuşum.
Sende bütün özlemler.
Sende bütün gelecek.
Beni bende arama.
Ben artik sen olmuşum.
[/STRIKE]

Alıntı
.


Foruma Git:


Bu konuyu görüntüleyen kullanıcı(lar): 1 Ziyaretçi

Türkçe Çeviri : MyBB Türkiye
MyBB, © 2002-2024 MyBB Group.