Bir Gelinciğin Dirilişi
Kadın kendini yere atmış, sürekli debeleniyor, bağırıyor, bağırıyordu.
-Tanrım, Tanrım ne olur beni yanına al. Ölmek istiyorum. Tüm bunları yaşarken aklını kaçırdığını zannediyordu. Oysa böyle düşündüğü zamanlarda dahi beyninin mutlak bir yanı mantık çerçevesinde çalışıyordu. Farkında olmadan yaptığı her eylemde dahi bunları bilerek yaptığını biliyordu. Şimdi ise bunca ağırlığın altında bu kavram kargaşasıyla uğraşmak onun için zaman kaybından başka bir şey değildi. Zaten bunun ayırımını keşfettiği anda normale dönecekti. Oysa onun istediği bu değildi. Tek isteği vardı, o da kocasının yanına gelip, elleriyle yüzünü kavraması; yüzündeki o zayıflığı parmaklarıyla hissedip ona dokunması idi. Yanında olduğunu hissettirecek bir tek söz, bir tek dokunuştu. Sonra, sonrası kendiliğinden gelecekti zaten. Coşkulu bir nehrin, yaz sessizliğindeki duruluğu gibi saf, berrak ve dinginleşecekti. Başını kocasının göğsüne dayayıp huzur içinde yıllarca öyle kalabilecekti belki de. Hala salonun kapısında kimse görünmemişti. Gelmiyordu işte yanına, ağlamasını, bağırmasını duymasına rağmen koridordan geçipde yanına ge! lmiyordu. Salonun bir köşesinde bitkin bir şekilde oturuyordu şimdi. Ayaklarını iki yana açmış, saçları rüzgarda koşmuş bir at yelesi kadar karışık, derin derin nefes alıyordu. Ellerini iki yana öylece bırakmıştı umarsız. Böyle ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu. Bu kabus az öncemi başlamıştı, yoksa yıllar öncemi? Kimdi hayatını bunca anlamsızlaştıran, yaşamını lime lime etmeye çalışan bu adam kimdi? Her yer, her şey karanlıktı. Üzerinde ise, eşyaların bitip tükenmez bir sabırla onu gözetleyen anlamsız göz izleri. Onu izliyorlardı. -Bakmayın bana, ne olur bakmayın, bıkmadınız mı beni seyretmekten dedi. Oysa sesi çıkmıyordu bile. Dudağında uçuk bir gülümseme beliriverdi. Duvarın en siyah noktasına takıldı gözleri. Umutsuz, belki de ölüp giden bir aşk filmini seyrediyordu o siyahlıkta. Küçük bir dükkanda alıcısını bekleyen ezik bir sebze gibi o hala orada kocasının dokunuşunu, onu o dükkandan almasını bekliyordu. Karanlıklar derin bir uğuldamayla zihninin sessizliğini bozuyordu. Salonun herhangi bir yerinde yıllarca süren bu bekleyişler, içine tarifsiz bir devlik kazandırıyordu. Ağladıkça güçleniyor, bekledikçe kocamanlaşıyordu. Birden etrafın siyahlığı kızıllıklara boyanmaya başladı. Her yanı kızıl bir allıkta yeniden belirmeye başladı.Bir gelincik tarlasının tam ortasında duruyordu şimdi. Kalbi hızla vuruyordu göğsüne. Sanki bu hız devam ederse, kendini ölecekmiş gibi hissetmenin aksine; sonsuza değin yaşayacakmış gibi sağlıklı bir ritimle vuruyordu hemde. Çiçek kokularını daha iyi duyumsuyordu şimdi. Rüzgarın o mağrur haykırışlarıyla vücudunun her yanına dokunuyorlardı ! gelincikler. Bu kızıllık; öfkesinin, bekleyişlerinin, sevgisinin kızıllığıydı. Unutuvermişti kocasını. Dünyası buydu artık. Evet bu olmalıydı bundan böyle dünyası. Onları seyrediyordu heyecanla. Tek bir tohumun bir başına verdiği yaşam savaşını. Onların filizlenip boy atışını; hayatta kalabilmek için toprağa nasılda inançlı kök saldıklarını izliyordu. Hiç aklına getirmemişti bu gerçeği. O olmadan da hayatının devam edebileceğini hiç düşünememişti. Kocası yanında olmadan da ona dokunmasa da, onu anlamasa da tek başına yaşayabileceğini biliyordu artık. Az önceki serzenişlerinin Tanrı tarafından ciddiye alındığını düşünerek; -Tanrım, Tanrım beni yanına alma artık diye geçirdi içinden. Yapacak, yaşayacak öylesine çok şeyim var ki. Biraz daha zaman lütfen. Karanlıkların hüznü artık yerini hayatın gerçeklerine, haz dolu duygulara bırakmıştı. Kendini keşfetmenin hafifliği içinde yine böyle karanlık bir gecede kocasını çağırdı salona. -Konuşmak istiyorum, dedi. -Seni dinliyorum.... Ne kadarda yalın iki kelime "Seni dinliyorum" diye düşündü ancak bu düşüncesinden hemen vazgeçti. -Anlatacak çok şeyim yok aslında. Söylemek istediğim şey..... -Senden ayrılmak istiyorum. Artık hayatımda sana yer vermeyeceğim deyiverdi ve yerinden kalktı, huzur içinde önceden hazırlamış olduğu valizini eline alarak, arkasına bakmadan çıktı gitti. Orada öylece kalakalmıştı adam. Ellerini iki yana bırakmıştı umarsız. Etrafa bakıyordu, birden gözleri duvarda beliren karanlıklara kilitlendi. Üzerinde gezinen gözler hissetti. Ürperdi. Oysa onlar sadece, eşyaların bundan sonra bitip tükenmez bir sabırla onu gözetleyecek anlamsız gözlerinden başka bir şey değildi.
Kadın kendini yere atmış, sürekli debeleniyor, bağırıyor, bağırıyordu.
-Tanrım, Tanrım ne olur beni yanına al. Ölmek istiyorum. Tüm bunları yaşarken aklını kaçırdığını zannediyordu. Oysa böyle düşündüğü zamanlarda dahi beyninin mutlak bir yanı mantık çerçevesinde çalışıyordu. Farkında olmadan yaptığı her eylemde dahi bunları bilerek yaptığını biliyordu. Şimdi ise bunca ağırlığın altında bu kavram kargaşasıyla uğraşmak onun için zaman kaybından başka bir şey değildi. Zaten bunun ayırımını keşfettiği anda normale dönecekti. Oysa onun istediği bu değildi. Tek isteği vardı, o da kocasının yanına gelip, elleriyle yüzünü kavraması; yüzündeki o zayıflığı parmaklarıyla hissedip ona dokunması idi. Yanında olduğunu hissettirecek bir tek söz, bir tek dokunuştu. Sonra, sonrası kendiliğinden gelecekti zaten. Coşkulu bir nehrin, yaz sessizliğindeki duruluğu gibi saf, berrak ve dinginleşecekti. Başını kocasının göğsüne dayayıp huzur içinde yıllarca öyle kalabilecekti belki de. Hala salonun kapısında kimse görünmemişti. Gelmiyordu işte yanına, ağlamasını, bağırmasını duymasına rağmen koridordan geçipde yanına ge! lmiyordu. Salonun bir köşesinde bitkin bir şekilde oturuyordu şimdi. Ayaklarını iki yana açmış, saçları rüzgarda koşmuş bir at yelesi kadar karışık, derin derin nefes alıyordu. Ellerini iki yana öylece bırakmıştı umarsız. Böyle ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu. Bu kabus az öncemi başlamıştı, yoksa yıllar öncemi? Kimdi hayatını bunca anlamsızlaştıran, yaşamını lime lime etmeye çalışan bu adam kimdi? Her yer, her şey karanlıktı. Üzerinde ise, eşyaların bitip tükenmez bir sabırla onu gözetleyen anlamsız göz izleri. Onu izliyorlardı. -Bakmayın bana, ne olur bakmayın, bıkmadınız mı beni seyretmekten dedi. Oysa sesi çıkmıyordu bile. Dudağında uçuk bir gülümseme beliriverdi. Duvarın en siyah noktasına takıldı gözleri. Umutsuz, belki de ölüp giden bir aşk filmini seyrediyordu o siyahlıkta. Küçük bir dükkanda alıcısını bekleyen ezik bir sebze gibi o hala orada kocasının dokunuşunu, onu o dükkandan almasını bekliyordu. Karanlıklar derin bir uğuldamayla zihninin sessizliğini bozuyordu. Salonun herhangi bir yerinde yıllarca süren bu bekleyişler, içine tarifsiz bir devlik kazandırıyordu. Ağladıkça güçleniyor, bekledikçe kocamanlaşıyordu. Birden etrafın siyahlığı kızıllıklara boyanmaya başladı. Her yanı kızıl bir allıkta yeniden belirmeye başladı.Bir gelincik tarlasının tam ortasında duruyordu şimdi. Kalbi hızla vuruyordu göğsüne. Sanki bu hız devam ederse, kendini ölecekmiş gibi hissetmenin aksine; sonsuza değin yaşayacakmış gibi sağlıklı bir ritimle vuruyordu hemde. Çiçek kokularını daha iyi duyumsuyordu şimdi. Rüzgarın o mağrur haykırışlarıyla vücudunun her yanına dokunuyorlardı ! gelincikler. Bu kızıllık; öfkesinin, bekleyişlerinin, sevgisinin kızıllığıydı. Unutuvermişti kocasını. Dünyası buydu artık. Evet bu olmalıydı bundan böyle dünyası. Onları seyrediyordu heyecanla. Tek bir tohumun bir başına verdiği yaşam savaşını. Onların filizlenip boy atışını; hayatta kalabilmek için toprağa nasılda inançlı kök saldıklarını izliyordu. Hiç aklına getirmemişti bu gerçeği. O olmadan da hayatının devam edebileceğini hiç düşünememişti. Kocası yanında olmadan da ona dokunmasa da, onu anlamasa da tek başına yaşayabileceğini biliyordu artık. Az önceki serzenişlerinin Tanrı tarafından ciddiye alındığını düşünerek; -Tanrım, Tanrım beni yanına alma artık diye geçirdi içinden. Yapacak, yaşayacak öylesine çok şeyim var ki. Biraz daha zaman lütfen. Karanlıkların hüznü artık yerini hayatın gerçeklerine, haz dolu duygulara bırakmıştı. Kendini keşfetmenin hafifliği içinde yine böyle karanlık bir gecede kocasını çağırdı salona. -Konuşmak istiyorum, dedi. -Seni dinliyorum.... Ne kadarda yalın iki kelime "Seni dinliyorum" diye düşündü ancak bu düşüncesinden hemen vazgeçti. -Anlatacak çok şeyim yok aslında. Söylemek istediğim şey..... -Senden ayrılmak istiyorum. Artık hayatımda sana yer vermeyeceğim deyiverdi ve yerinden kalktı, huzur içinde önceden hazırlamış olduğu valizini eline alarak, arkasına bakmadan çıktı gitti. Orada öylece kalakalmıştı adam. Ellerini iki yana bırakmıştı umarsız. Etrafa bakıyordu, birden gözleri duvarda beliren karanlıklara kilitlendi. Üzerinde gezinen gözler hissetti. Ürperdi. Oysa onlar sadece, eşyaların bundan sonra bitip tükenmez bir sabırla onu gözetleyecek anlamsız gözlerinden başka bir şey değildi.
[STRIKE]Ne aradıysam bilki sende bulmuşum.
Senden öncesi yoktu
Seninle var olmuşum.
Sende bütün özlemler.
Sende bütün gelecek.
Beni bende arama.
Ben artik sen olmuşum.[/STRIKE]
.