/
27-11-2006, 14:31
Cvp: SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN EFEN'Dİ HAZRETLERİ
allah o ve o gibi islam yolunda hizmet eden insanlardan razı olsun
[STRIKE] Ne aradıysam bilki sende bulmuşum.
Senden öncesi yoktu
Seninle var olmuşum.
Sende bütün özlemler.
Sende bütün gelecek.
Beni bende arama.
Ben artik sen olmuşum.[/STRIKE]
.
/
27-11-2006, 20:42
Cvp: SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN EFEN'Dİ HAZRETLERİ
Paylaşım için tşkler Allah razi olsun..
RAbbim yolunda gidebilmeyi Nasip eylesin
Bizim yolumuz İman, İslâm ve Ahlâk-ı Muhammedî'yi aşılamaktan ibarettir.
Gâye: Rıza-î İlahîdir.
Vasiyetim olsun; tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehli Sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
Ebu’l Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi (K.S.)
Beni Bir Ben Bilirim, Birde Yaradan. Bana Bir Ben Lazımım, Birde Anlayan
.
/
11-12-2006, 18:16
Cvp: SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN EFEN'Dİ HAZRETLERİ
/
14-12-2006, 23:59
Süleyman Hilmi Tunahan (Kuddise Sirruh)
SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN (K.S.) EFENDİ HAZRETLERİ
KÜNYESİ
Ebu’l-Fârûk Süleyman Hilmi Tunahan (K.S.) Hazretleri, yakın tarihimizde, zamanının İslâmî ilimlerini tahsil ederek, ilimde en ileri noktaya varmış; müderris, dersiâm, hukûkçu, hadîs ve tefsîrde mütehassıs bir İslâm âlimi, tasavvufta Nakşibendî silsilesinin 32. halkası Buhâralı Salâhuddin İbn-i Mevlânâ Sirâcüddin Hazretleri'nin en büyük halîfesi, vekîli, bu silsilenin 33. ve son halkasıdır.
Bizim yolumuz İman, İslâm ve Ahlâk-ı Muhammedî'yi aşılamaktan ibarettir.
Gâye: Rıza-î İlahîdir.
Vasiyetim olsun; tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehli Sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
Ebu’l Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi (K.S.)
Beni Bir Ben Bilirim, Birde Yaradan. Bana Bir Ben Lazımım, Birde Anlayan
.
/
15-12-2006, 00:00
Cvp: Süleyman Hilmi Tunahan (Kuddise Sirruh)
ŞECERESİ
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Efendi Hazretleri, Rûmî 1304 (Mîlâdî 1888) yılında -bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan- Silistre’nin, Hezargrad kasabasının, Ferhatlar köyünde dünyaya gelmiştir. Pederi, tahsilini İstanbul’da tamamlamış, Satırlı Medresesin'de yıllarca müderrislik yapmış, Hocazâde Osman Efendi'dir.
Osman Efendi, gençlik yıllarında İstanbul’da tahsilde iken bir rüya görür. Rüyâsında vücûdundan kopan bir parça gökyüzüne yükselmiş, oradan dünyaya ışık saçmakta… Osman Efendi, bu rüyayı kendi sulbünden dünyaya gelecek hayırlı bir evlat mânâsına yorar ve Silistre’ye döndüğünde evlenir. Dünyaya gelecek çocuklarından hangisinin rüyâda gördüğü, ışık saçan evlada uygun düşeceğini takibe başlar. Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim, Halil isimli dört erkek ve Zâhide isminde bir kız evladı dünyaya gelir. Bu çocuklarının içinden Süleyman Hilmi dünyaya gelip de, yetişmeye başlayınca, tespit ettiği alâmetlere göre bütün ümidini ona bağlar. O kadar ki; Süleyman Efendi Silistre’de Satırlı Medresesi'nin ilk sınıflarında iken, babasının huzûruna her çıkışında onun ihtirâmla ayağa kalktığına ve “Buyurun Süleyman Efendi oğlum…” diye fevkalâde bir iltifat ve alâka gösterdiğine şâhit olur. Süleyman Efendi, bu halden o kadar mahcûptur ki, babasının huzûruna girmek için, onun başını eğerek kitap okuduğu, mangala cezve sürdüğü veya başka bir işle meşgul bulunduğu anları seçer olmuştur.
Süleyman Efendi Hazretleri'nin dedeleri, Kaymak Hâfız diye tanınan Mahmut Efendi isimli bir zât olup, 110 yaşlarına doğru vefat etmiştir. Büyük dedeleri, Seyyid İdris Bey'dir. İdris Bey, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından Tuna hânı nasbedilmiş ve kendisine kız kardeşi tezvic edilmiş bir zâttır. Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri padişahlığı zamanında, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e olan sevgilerinden dolayı “Yeryüzünde evlâd-ı Resûlden kimler kaldı” diye araştırmış, şeceresine hiç şâibe ve şüphe karışmamış olduğunu tespit ettiği Seyyid İdris Bey’i bulmuş ve kızkardeşi ile evlendirerek, Tuna havalisine hân tâyin etmiş; o bölgenin vergi ve sair mükellefiyetlerini tedvir için vazifelendirmiştir. Bu vazife, Süleyman Efendi'nin babası Osman Efendi’ye kadar devam etmiştir.
Süleyman Efendi Hazretleri'nin şeceresi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in pâk nesline dayanmaktadır. Pederleri tarafından Hz. Hüseyin (r.a.)'a nisbeti olup “Seyyid”, anneleri cihetinden Hz. Hasan (r.a.)'a nisbetleri bulunmakla “Şerîf”tirler.
Bizim yolumuz İman, İslâm ve Ahlâk-ı Muhammedî'yi aşılamaktan ibarettir.
Gâye: Rıza-î İlahîdir.
Vasiyetim olsun; tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehli Sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
Ebu’l Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi (K.S.)
Beni Bir Ben Bilirim, Birde Yaradan. Bana Bir Ben Lazımım, Birde Anlayan
(En son düzenleme: 15-12-2006, 00:13 EşkiyA.)
.
/
15-12-2006, 00:02
Süleyman Hilmi Tunahan (Kuddise Sirruh)
TAHSİL HAYATI VE MEMÛRİYETİ
Süleyman Efendi, ilk tahsilini, babası Osman Efendi'nin de müderris olarak vazife yaptığı Satırlı Medresesi'nde yapmıştı. Daha sonraları pederleri tarafından yüksek tahsil için İstanbul’a gönderildi. Osman Efendi, oğlunu İstanbul’a gönderirken şu tavsiyelerde bulundu: “Oğlum, Usûl-ı Fıkıh ilmine iyi çalışırsan, dininde kuvvetli olursun. Mantık ilmine iyi çalışırsan, ilminde kuvvetli olursun.”
Süleyman Efendi, İstanbul Fâtih Medreseleri'ne geldiklerinde, medresede yer kalmamıştı. Bu sebeple, bazı ilim âşığı talebeler yer olmadığından bodrumda yatıp kalkıyorlardı. Süleyman Efendi de bir müddet orada kaldılar. İmkân olmadığı için çok zor şartlar altında, mum ışığında ders çalıştılar. (Son devrin İslâm âlimlerinden Mahmud Esad Efendi de o bodrumda kalanlardandır).
Süleyman Efendi, Fâtih Câmii'nde ders vermekte olan Bafralı Ahmed Hamdi Efendi'nin rahle-i tedrîsinde derslere başladı. Dersleri, sesleri yankılandırmadığından minber karşısındaki mahfelin alt kısmında okurlardı.
Bafralı Ahmed Hamdi Efendi, onun aklını ve derslerini öğrenme husûsundaki kâbiliyetini takdir ediyor; medrese muhîtinde ise, onun hakkında “Zeki çocuk, yetişirse iyi bir âlim olacak” diye bahsediliyordu. Nitekim kısa zamanda yüksek zekâ, çalışkanlık ve takvâsıyla bütün hocalarının dikkat nazarlarını üzerine çekti.
İlim tahsili husûsunda irâdelerini o derece zorluyorlardı ki; okuduğu kitapların sahifeleri üzerine burunlarından kan damlıyor, gözleri uykusuzluktan âdetâ kan çanağı haline geliyordu. Soğuk kış günlerinde pencereden uzanarak aldıkları bir parça karı avuçları içinde sıkıp ve enseleri ile gömleklerinin yakaları arasına koyuyor, kar parçasının vücût harâretinde yavaş yavaş erimesi neticesinde sırtlarından aşağı inen ince su yolu daima uyanık bulunmalarını temin ediyordu.
1913 yılına kadar Bafralı Hamdi Efendi'nin yanında âlet ilimleri tâbir edilen sarf, nahiv, belâgat, mantık, vaz’, cedel ve münâzara gibi ilimleri ve âlî (yüksek) ilimler denilen fıkıh, kelâm, hadis, tefsir ve usûl-i fıkıh, usûl-i hadîs, usûl-i tefsir gibi ilimleri tamamlayarak icâzet aldı.
1913 yılında, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreseleri, Kısm-ı Âli’sine girdi. Ancak diğer talebeler gibi birinci sınıftan değil, doğrudan üçüncü sınıftan başladı.
1915’te 3. Sınıfın birinci şubesini 90 üzerinden 88 puanla birinci,
1916’da 4. Sınıfı 80 üzerinden 76 puanla beşinci olarak bitirdi. 1916 yılında ilim silsilesinden gelme bir dersiâmdan icâzetli oldu. Artık O, zamanının en yüksek medresesinden mezûn bir din âlimi idi.
30 Eylül 1916’da ihtisâs (doktora) yapmak ve dersiam (Profesör) olarak yetişmek üzere Süleymaniye Medresesi'ne bağlı Medresetü’l-Mütehassisîn’e kaydoldu.
Bu medresenin ilk iki yılını tam bir muvaffakiyetle tamamlayarak Eylül 1918’de kendisine, 20 kişi ile birlikte, İstanbul Müderrisliği Ruûsluğu (akademik bir kariyer) verildi.
Ayrıca Süleymaniye Medresesi'ne girmeden önce Medresetü’l-Kuzât’ın (Hukûk Fakültesi) giriş imtihanını birincilikle kazanmıştı. Bunu büyük bir sevinçle pederi Osman Efendiye mektupla bildirdi, ancak ondan şu cevabî telgrafı aldı: “Süleyman! Ben seni İstanbul’a, cehenneme gitmen için göndermedim”. Osman Efendi bu ikazlarıyla, “Üç kâdıdan ikisi cehennemdedir” meâlindeki hadîs-i şerîfi hatırlatıyordu. Süleyman Efendi, babasına verdiği cevapta; maksadının hâkimlik mesleğine geçmek olmayıp, devrin bütün zâhirî din ilimlerinde kemâle ermek olduğunu bildirdi. (Nitekim ileride Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'ne hâkim olarak tâyin edilecek ve bu mesleğe tâlip olmadığını bildirerek, kadılığı reddecektir). Süleymaniye Medresesi'nin "tefsir-hadis" kısmından icâzetini alıp dersiâm olduğu gibi, Medresetü’l-Kuzât’dan da diplomasını iyi derece ile alıp kâdılık (hâkimlik) rütbesine ulaştı. Böylelikle devrinin aklî ve naklî ilimlerinde en yüksek dereceyi ihrâz etti.
1 Haziran 1920 tarihinde dersiâm olarak vazifeye başladı. Bu onun ilk memuriyeti idi. 27 Nisan 1921 tarihine kadar dersiâmlığa devam etti.
1922 tarihinde Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye Medresesi'nin birinci kısmında Türkçe müderrisliği vazifesine başladı.
29 Mart 1923 tarihinde Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye Medresesi İbtidâ-i Hâric Kısmı, Sarf-ı Arabî Müderrisliği'ne tâyin olundu.
25 Eylül 1923 tarihinde tekrar Türkçe Müderrisliği'ne tâyin olundu.
3 Mart 1924 tarihinde Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu çıkınca medreseler, önce Maârif Nezareti'ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlandı ve bilâhare tamamen ilga olundu. Süleyman Efendi Hazretleri'nin vazife yaptığı İbtidâ-i Hâric Medreseleri ise, İmam Hatip mektebine tahvîl edildi. Süleyman Efendi bu okulun eğitim kadrosuna alındı ise de, dersiâmlık uhdesinde kalmak şartı ile müderrislikten kendi isteği ile ayrıldı.
1924 yılında kabul edilen Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler ve diğer dînî eğitim müesseselerinin kapatılmasına karar verilmişti. Böylelikle dinin klasik medrese usûlüne uygun olarak okutulması yasaklanmıştı. Süleyman Efendi Hazretleri bu vaziyet karşısında büyük bir azim ve gayretle usûlüne uygun olarak aynı tedrîsâtı devam ettirmek istemiş ve bu hususta çareler aramaya başlamıştı. Müderrisler cemiyetinin lağv ve fesh edilmesine dair gelen emir üzerine de bir toplantı yapılmıştı. 520 kadar dersiâmın bulunduğu o toplantıda söz alarak şunları söyledi:
“Arkadaşlar, medreseler lağvedildi. Bu vaziyet karşısında milletin dini ne olacak? Buradan dağılmadan aramızda bir karar alalım. Biz 520 dersiâmız, her birimiz memleketin bir köşesinden gelmişiz. Bizler ilim adamları olarak, bu milletin dînî ihtiyacını daha 50 yıl karşılarız. Memleketlerimize dönünce ikişer talebe bularak, onlara Allah’ın ilmini okutup, dinini belletecek olursak, bu talebeler, 50 sene daha bu milletin dinine kâfî gelirler. Zaten her yüz senenin başında Allah-ü zû'lcelâl'in bir müceddid göndereceği, hadis-i şerîfle haber verilmiştir. Bunu yapmazsak huzûr-i ilâhîde yakamızı mesûliyetten kurtaramayız.”
O, bu sözleriyle kapatılmış olan medreseleri fiilen açık tutmanın çarelerini arıyordu. Süleyman Efendi'nin bu teklifinden sonra bazı dersiâmlar söz alıp dediler ki:
“Çok doğru söylüyorsun Süleyman Efendi; ancak, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu yürürlüğe girdi. Ortalık toz-duman, hayatlarımız tehlikede, bu vaziyet karşısında tekliflerinizi tatbik etmek mümkün olmasa gerek!” Bunun üzerine tekrar söz alan Süleyman Efendi Hazretleri:
“Arkadaşlar, Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu cemiyet hâlinde tedrîsât yapmayı yasaklıyor, bir iki kişiyi yasaklamıyor. Çünkü bir-iki de cem’iyyet yoktur. Ben de size, bir iki kişi okutalım diyorum” dedi. Bunun üzerine bazı müderrisler mahkeme ve hapse düşmekten korktular: “Bu şiddet zamanında bunu da yapamayız” dediler.
Bu defa Süleyman Efendi Hazretleri, dinî tedrisat vazifesini fahriyyen (maaşsız-ücretsiz) yapmağa hazır olduklarını bildirmek üzere, zamanın hükümetine, (TBMM Başkanlığına) bir telgrafla mürâcaatta bulunmayı teklif etti. Ancak, zamanın idaresi tarafından İslâmi faaliyetlere menfi nazarlarla bakıldığını iyi bilen dersiâmlardan bir çokları, böyle bir teklifi de benimsemediler. Süleyman Efendi de bu teşebbüsün, o günün şartları içinde müsbet karşılanmayacağını çok iyi biliyordu. Ne var ki O, yarın âhirette ellerinde bir belge bulunmasını, bu belgenin belki de bir çok dersiâm için ”Yâ Rabbi! biz senin dinini okutmak istedik, ama imkân bulamadık” kabilinden bir vesîle-i necât olabileceğini düşünüyordu. Uzun müzakerelerden sonra neticede bir kısım dersiâmlar şu meâlde telgraf çekilmesinde mutâbık kaldılar. “… biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiâmlar, hükümetimizin harb-ı umûmi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısı ile mâlî müzâyaka içinde bulunduğunu dikkate alarak, dinî ilimleri fahriyyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir….” Bu telgrafa gelen cevap: “... Memlekette Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu yürürlüktedir, hilâfına hareket şiddetle cezâyı müstelzimdir” diyordu. Cevap çok açık ve kesindi. Bu hâdiseyi bilâhare talebelerine nakleden Süleyman Efendi şöyle buyururlar:
“Evlatlarım, bir çok dersiâmlar korktular, okutmadılar. Biz korkmadık okuttuk. Allah’a şükür yaşıyoruz. Ama korkanlardan bir çokları ölüp gittiler. Korkunun ölüme faydası yoktur.”
İşte o toplantılarda kabul görmeyen talebe okutma fikir ve hizmetini, kendi evinde iki kızını bizzat okutarak başlattı.
Dersiâmlığın kaldırılmasından sonra vaizliğe başlayan Süleyman Efendi, hayatının son senelerine kadar Sultanahmet, Süleymaniye, Yenicâmii, Şehzâdebaşı, Kasımpaşa Camii Kebir'i gibi İstanbul’un büyük câmilerinde halka va'z ederek irşâd vazifesine devam etti.
Bizim yolumuz İman, İslâm ve Ahlâk-ı Muhammedî'yi aşılamaktan ibarettir.
Gâye: Rıza-î İlahîdir.
Vasiyetim olsun; tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehli Sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
Ebu’l Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi (K.S.)
Beni Bir Ben Bilirim, Birde Yaradan. Bana Bir Ben Lazımım, Birde Anlayan
(En son düzenleme: 15-12-2006, 00:02 EşkiyA.)
.
/
15-12-2006, 00:03
Süleyman Hilmi Tunahan (Kuddise Sirruh)
KUR’ÂN OKUTMA HİZMETİ, GAYRET VE MÜCÂDELESİ
Süleyman Efendi Hazretlerini ve Onun Kur’an hizmetlerini, o hizmetlerin millî ve mânevî alandaki ehemmiyetini gerçek manada anlamak için, o devirdeki şartları, icapları, husûle gelen ihtiyaç ve zarûreti mutlaka bilmek ve nazar-ı îtibâra almak lâzımdır.
Asırlardan beri dinin öğretilip, öğrenildiği bütün müesseseler bir anda kapatılmış, müslüman halk dinini öğreneceği din müesseselerinden tamamen mahrum bırakılmıştı. Dolayısıyla dinî ve manevi sahada korkunç bir kültür boşluğu meydana gelmişti.
Pek çok dersiam, değil başkalarını okutup din adamı yetiştirmek, kendi evlatlarını dahi okutmaktan çekinmişler, bazı müderrisler de günün şartları karşısında endişeye kapılmış, mesleklerini dahi bırakmışlardı. Bir kısmı dünya işleri ile meşgul olmuş, bir kısmı ise idareye kayıtsız şartsız teslim olmuşlardı.
İşte böyle bir vasatta Süleyman Efendi Hazretleri kendi tabirleri ile cehenneme sel gibi akmakta olan Ümmeti Muhammed’den “Bir kütük kurtarsak kârdır” telakkisi ile hizmetlere karar vermişti.
Süleyman Efendi, ilk olarak 1930-36 yıllarında, Çatalca’nın Kabakça köyünde kiraladığı çiftlikte, o gün bulabildiği bir kaç talebeye dînî dersler vermeye başladı. Bir taraftan talebeleri işçi gibi göstererek okuturken, diğer yandan İstanbul’a amele pazarlarına geliyor, istidatlı gördüklerine; “Evladım kaç paraya çalışırsın?” “Bir liraya” “Gel ben sana üç lira vereyim. Sen Allah’ın dinini kitabını öğren. Bu ilimler ortadan kalkmasın” diyerek talebe topluyor, bulduğu işçileri, maaş veya yevmiyelerini vererek okutuyor. Böylece mücâdelede malıyla, canıyla en güzel hizmet örneği veriyordu.
Din adamı yetiştirmek lâzımdı. Küçük, büyük, genç, ihtiyar, işçi, esnaf demeden Allâh’ın kitabını öğretmek lâzımdı. Yapı ustasından, demirciden, kalaycıdan, terziden müftü olur mu? İşte Süleyman Efendi bunlardan müftü, vaiz yetiştirdi ve onlara, yıllarca Ümmet-i Muhammede hizmet ettirdi.
Dini öğretmek gayesi ile Anadolu’nun bazı kasaba ve şehirlerine giden Süleyman Efendi, talebelerini bazen kömür işçisi, bazen (tuğla-kiremit fabrikasında) fabrika işçisi, bazen de tarla işçisi göstererek okutmaya devam etti.
Öyle zamanlar oldu ki, talebeyle bir yerde toplanıp okutmak imkânı kalmadı. Taksi kiralayıp İstanbul’u gezermiş gibi okutmayı denedi.
Ve bir ara şartlar o kadar ağırlaştı ki, elde kitap taşımak, kitaptan okutmak imkansız hale geldi. Ve dünyada bir eşine rastlanmayan bir usûle başvurdu. Bir kaç talebesi ile Haydarpaşa Gar'ından Ankara istikametine giden trene biniyor, Arifiye istasyonuna kadar ezberden ders okutuyordu. Arifiye istasyonunda iniyor, Ankara’dan gelen trene binerek İstanbul’a kadar okutmaya devam ediyordu.
Kur’an hizmetleri devam ettikçe aleyhinde çok şeyler uyduruldu, insafsız ithamlara maruz kaldı. Amansız polis takibatları, idarî ve adlî tahkikatlar birbirini kovaladı. Aleyhinde muhtelif davalar açıldı, tevkif edildi. Evinden alınarak 1. Şube'nin tabutluğunda 3 gün polis nezaretinde kaldı. 1939’da İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde muhakeme ve 1944’de İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi'nce tevkif ve muhakeme edildi. Tabutluklarda 8 gün alıkondu. 1957’de Bursa Ulu Câmiinde tertiplenen “sahte mehdilik” hadisesiyle bağ kurularak Kütahya Ağır Cezâ Mahkemesi'nce damadı ve sevenleri ile beraber tevkîf edilip, muhâkeme edildi. İki ay kadar Kütahya hapishanesinde kaldı. Fakat her defasında berâat etti Bunca takibata, muhakeme ve tevkif edilmesine rağmen hayatında bir tek günlük mahkûmiyet almadı.
Devrin sıkıntılarına, sabır ve hilmiyle mukâbelede bulundu. Evini aramaya gelen polis memûrlarına “Buyurun, hoş geldiniz, hem de bir kahvemizi içersiniz” demek suretiyle her defasında medeni cesaret örnekleri gösterdi. Hanımı Hâfiza Sultan, “Efendi! Efendi! Size bu zulmü revâ görenlere bir de kahve mi ikram edeceksiniz?” dediklerinde, “Onlar memûrdurlar, vazifelerini yapıyorlar Hanım, yorulmuşlardır” diyerek kahve ikram etme nezaket ve asaletini terketmedi.
Bir Ramazan akşamı evinin karşısındaki kahvenin bahçesine oturup hanelerini kontrol eden sivil memûrun yanına varıp, "Oğlum! sen oruçlusun, akşam yaklaştı, gel bizde iftar edelim, sonra yine vazifene devam edersin” diyerek kendisini takip eden polislere iftar yemeği ikram etti." (Bu asil şefkati ve yüce nezaketi gören polis memuru peşine takılıp, iftar etmek üzere evine gitti, sonra da bağlıları arasına katıldı.)
Bütün bu sıkı takip ve baskınlar karşısında yılmadı, her defasında polisler karakola dönmeden derslere tekrar başladı. “Hiç kaybedilecek vaktimiz yok” diyor hatta “Mevlâ uykumuzu alsa da, geceleri de ders okusak” temennisinde bulunuyordu.
"Yarın hesap günüdür, Allah-ü Teâlâ, Süleyman verdiğim ilimle ne hizmet ettin, o ilmi sana kara topraklara göm diye mi verdim? derse, ben ne cevap veririm" diyerek üzerlerindeki vazife ve mes'ûliyetin ehemmiyet ve ağırlığını ifade etmeye çalışıyorlardı.
Talebelerine, daima Kur’ân’a hizmet şuuru telkin eder ve onlara “Evlatlarım, sizin bu âlemdeki vazifeniz; bataklığa düşen insanları, düştüğü bataklıktan çıkarmakdır. Öyle ise Ümmet-i Muhammed'i ayağınıza beklemeyecek, siz onların ayaklarına gideceksiniz. En ücrâ yerlere bile bu hizmeti sizler götüreceksiniz” buyuruyordu.
Süleyman Efendi Hazretleri, bütün mesâisini, yok edilen dînî ilimlerin ihyâsına sarfetmiş, ilim ve irfan seferberliği başlatmıştır. Gecesini gündüzüne katmak suretiyle gece saat onikilere, birlere kadar ders okuttuğu zamanlar olmuştur.
Bitmek, tükenmek bilmeyen bir azim ve iradeye sahipti. 1950’lerde, ilerlemiş yaşına ve şekerden rahatsız olmasına rağmen, kış günlerinde bile Kısıklı’daki evinden çıkar, iki tramvay, bir vapur ve dört yerde yaya yürümek suretiyle Şehzadebaşı Taştekneler’deki derslerine giderdi.
1954 yıllarında cuma ve pazar günleri hariç her sabah Kısıklı’dan Bulgurlu’ya yürür. 6-8 saat genç rûhlara ilim ve feyz vermeye devam ederdi.
Hayatının son senelerinde, Topçular’daki talebelerinin Tekâmül kursuna, her gün sabah namazından sonra 3-4 vasıta değiştirmek suretiyle giderek derslerine devam buyururdu.
Bir gün ders okuturken şekeri yükseldi ve rahatsızlığı arttı. Burnundan, okuttuğu kitabın üzerine kan damlayınca, talebeleri heyecanlandı. Fakat O, hiç telaşlanmadan burnunu tutup, mendilini çıkardı, kitaptaki ve üzerindeki kanları sildikten sonra, hemen “Oku oğlum! kaybedecek zamanımız yok” buyurarak derse devam etti.
1957 Kütahya hadisesi olarak bilinen ve tertip olduğu mahkemece de anlaşılan hadise beraatle neticelenmişti. Kütahya hapishanesinden çıkan Süleyman Efendi Hazretleri evine dönmeyip, himmet ve hizmet maksadıyla Manisa’ya gittiler. Talebeleri üzgün, O ise hapishane ızdıraplarını unutmuş, neşeli idi. Herhalde kendisi artık ders okutmaz zannı ile;
“Efendim, İstanbul’da derslere devam edecek misiniz?” diye sordular.
“Evet, devam edeceğiz, hem de daha çok ve daha gayretli…Duracak zamanımız yok” buyurdular.
Aynı seyahatinde İzmir’de “Efendi Hazretleri, rahatsızlığınız var, her halde bir miktar istirahat edersiniz” dediklerinde, gülümseyerek: “Yolculukda bazen şoförün lastiği patlar, bizim de lastiğimizi patlattılar, şimdi yapıştırdık. Okutamadığımız zamanları da telâfi için daha çok okutacağız, hizmetimize hız vereceğiz” buyurmuşlardı.
Süleyman Efendi Hazretleri, hiç kimsenin dedikodularına ve kötülemelerine aldırış etmeden hak bildiği yolda ilerlemesine devam etti. Bir gün O’na:
“Efendim, falancalar sizin aleyhinizde konuşuyorlar” dendi.
“Elhamdülillah! Münafık olmaktan kurtulduk. Allah Resûlü başta olmak üzere, İslam büyüklerinin hepsinin aleyhinde konuşulmuştu. Eğer bizim aleyhimizde konuşulmazsa kendimizden şüphe ederdik” diye cevap verdi.
Hasta ve rahatsız olduğu zamanlarda dahi dersten tâviz vermez, geri kalmaz: “Derse gidersem hastalık da gider, kalırsam hastalık da kalır” buyurmak suretiyle âfiyet ve şifâsının ders okutmakta olduğunu ifade ederdi.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan dönen talebesine, “Oğlum! Falan camiye git, Cuma’da va'z et de, dinleniver“ demek sûretiyle istirahat ve dinlenmenin, hizmetle mümkün olacağına işaret buyururlardı.
Talebelerinden herhangi biri bir özürden dolayı derse iştirak edemediği zaman çok üzülür, “Eyvah! Bugün çok büyük ziyânımız var” derdi.
Az-çok demez, bulabildiği talebe veya cemaate bıkmadan, usanmadan ders verirdi. Adede itibar etmezdi. Bir gün Kur’ân öğretmek için gönderdiği bir talebesi, gittiği yerde okutacak kimse bulamamaktan şikayet etti:
“Efendim, sadece iki kişi vardı, onları da bırakıp geldim” deyince çok üzüldü. Ve birazda celallenerek
“Evladım, nice peygamberler bu âlemden bir tek ümmet elde edemeden gittiler. Sen iki talebe bulmuşsun daha ne istersin” diyerek, tekrar geldiği yere gönderdiler.
Talebelerine son derece kıymet verirdi. “En küçük talebenin dahi kesip attığı tırnağını, dünyalara değişmem” vecîzeleri bu hakikatı en bâriz şekilde ortaya koymaktadır.
Bir gün Hâne-i Seâdetine filesi boş olarak bir şey almadan döndü, hanımına:
“Hanım! talebeye alamadığım için, eve de almadım” buyurup; talebenin yemediğini, yemekten, hayâ ettiğini ifade etti.
Soğuk kış günü bir vesile ile evini ziyarete gelen bir talebesi, hocasının soğuk odada oturduğunu farketti. Zevceleri soğukta oturmasının sebebini talebeye şöyle izah etti:
“Oğlum! sizin odununuz yok diye, Efendi Hazretleri de sıcak odada oturmuyor.”
Bazen talebeleri hasta olurdu. En az bir anne ve baba kadar şefkat ve merhametin sahibi olan Süleyman Efendi Hazretleri, rahatsız olanları bizzat doktora götürür veya biriyle gönderirdi. Bir defasında talebelerinden birinin hastalığı ile alâkalı doktor dönüşü kendisine malumat arzedildi. Merhamet âbidesi o büyük zât, kıbleye yönelerek şu ilticada bulundu: ”Yâ Rab! Senin dinine ve kitabına bu yavrularla hizmet edeceğiz, evlatlarımızı bize bağışla Allahım!”
Ramazan-ı Şerif yaklaştığı zaman, talebelerini Ramazanda va’z u nasihat etmek üzere Trakya ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine seferber ederdi. Ramazan sonrası dönüşlerinde teker teker malumat sorar, hizmet haberleri beklerdi. Bir talebesinin va'z edip, Kur’ân okuttuğunu duyunca sevinç göz yaşları döker, “Bu Rabbimin fazlıdır” derdi.
Yapılan hizmetleri hiç bir zaman şahsına mal etmez ve edenden de hoşlanmazdı. Bir talebesinin kaldığı köydeki hizmetlerinden memnun olup, teşekkür için kendilerine gelen Hacı Efendiler; “Efendim, sizin sayenizde cenazemiz kokmaktan kurtuldu, çocuklarımız Kur’ân-ı Kerim öğrendi” diye iltifat ettikleri zaman mahviyet ve tevazuundan adeta küçülen mübârek zât; “Süleyman da kim oluyor ki, bu hizmetler onun sayesinde olsun!, Bu mahzâ kerâmetü’n-Nebidir, Peygamberin mûcizesidir” buyurmak suretiyle kendisine hiç pay çıkarmaz ve bütün muvaffakıyyetin Allah ve Resûlü'ne ait olduğunu ifade ederdi.
Bizim yolumuz İman, İslâm ve Ahlâk-ı Muhammedî'yi aşılamaktan ibarettir.
Gâye: Rıza-î İlahîdir.
Vasiyetim olsun; tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehli Sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
Ebu’l Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi (K.S.)
Beni Bir Ben Bilirim, Birde Yaradan. Bana Bir Ben Lazımım, Birde Anlayan
(En son düzenleme: 15-12-2006, 00:14 EşkiyA.)
.
/
15-12-2006, 00:03
Cvp: Süleyman Hilmi Tunahan (Kuddise Sirruh)
/
15-12-2006, 00:05
Süleyman Hilmi Tunahan (Kuddise Sirruh)
HİZMET VE FAALİYETLERİ
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Efendi Hazretleri ezelî takdir olarak, seyyidler zincirinin 33. halkası kendilerinin nasibi olduğundan, bâtınları da ilâhî füyüzât ile alâkalanarak, seyyidler zincirinin 32. halkası ve bu zincirin 9. büyük rütbesi olan Salâhuddin ibn-i Mevlânâ Sürâcüddin (k.s) Hazretleri'nden seyr-u sulûklerini tamamladılar. Kendilerine vâki tecelliyatın büyüklüğünden üstâzları tarafından İkinci bin yılın Müceddidi İmâm-ı Rabbâni Hazretleri'nin rûhânî nisbetlerine teslim edildiler. Bu sûretle Altın Silsile'nin 33.’üncü ve son halkasını teşkil ederek; dünyanın şu zamanlarında İlahi feyizden nasipleri bulunan insanları yüksek himmetleriyle küfr-ü dalâl çukurundan imân ve ihlâs sahasına çıkarmışlar ve halen de çıkarmağa devam etmektedirler. Mürşid-i kâmillerin mânevi tasarrufları âhirete irtihallerinden sonra da ber-devamdır. Belki ceset hapsinden kurtulan rûhâniyetleri, kınından çıkmış keskin kılıç gibi olup, daha müessir ve tasarrufludurlar. Tasavvuf ilminde meşhûr olan bu hakikat, O mübârek zâtın irtihâlinden sonra da bütün şumûlüyle tezâhür etmiştir.
Süleyman Efendi Hazretleri, hayatını Kur’ân öğretimine vakfetmiş, Kur’ân’ı bilen ve yaşayan öğrenciler yetiştirmiştir. Yetiştirdiği talebeleri itikadda ve amelde sünnî’dirler. Amelde büyük ekseriyetle Hanefî mezhebine, itikadda İmam Mansur Matüridî Hazretleri'ne mensupturlar. Meşreben Nakşidirler. Süleyman Efendi, Nakşilîğin en büyük mümessili olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ne bağlı ve onun yolunda irşada izinli bir mürşid-i kâmilü mükemmildir. Şu halde Süleymancılık diye Süleyman Efendi'nin icad ettiği ne bir mezheb, ne de bir tarikat mevcuttur.
Süleyman Efendi Hazretleri'nin faaliyet ve hizmetlerinden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
Hayatının gayesi; unutulan sünnetleri ihyâ ve dîni tecdid, kaybolan İslâmî ilimleri Ehl-i sünnet ve’l-Cemâat tarz ve uslûbu üzere tâlim ve bid’atlarla mücâdele olmuştur. Bütün talebelerini de Ehl-i Sünnet inancına eksiksiz bağlı olarak yetiştirmiştir. Okuttuğu “Emâlî” ve “Nesefî” adlı metin kitaplarla İslam itikâdının temelini öğretirken “Şerh-i Akâid” ile de günümüzdeki ve tarihdeki sapık fırka ve mezhepleri talebelerine tanıtmış ve dalâlet fırkalarına düşmekten korumuştur. İnanç sapıklığı içerisinde bir tek talebesi yoktur.
Hz. Allah tarafından kendisine ihsan edilen, maddi ve mânevî tasarrufların neticesidir ki eskiden 20-30 senede tahsil edilen ilimleri, 2 sene gibi çok kısa bir zamana sığdırarak; ilmin ve âlimin yok olmak üzere olduğu bir zamanda, yüzlerce, binlerce din âlimi yetiştirmiş ve vatan sathına yaymışdır. Kur’ân Kursları ve Talebe Yurtları açtırmış; okutup, okutturmak suretiyle mânevi susuzluktan ölmek üzere olan bir milletin âb-ı hayatı olarak imdadına yetişmiştir.
İslâmiyyeti tercüme kitaplardan öğretmek yerine, Osmanlı medreselerinin takip ettiği temel ders kitaplarından, orijinal ilim dili olan Arapça’dan okutmuş ve öğretmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’i en kısa zamanda okumayı öğreten “Elif Cüzü” en mühim matbu' eseridir.
Cemiyetten uzakta yaşamak yerine, cemiyet içinde müslümanlığı yaşatmayı tercih etmiş ve “Dışımız halk ile, içimiz Hak ile” usûl ve esasını düstûr kabul etmiştir.
Dünya hâdiselerini yakından takip eder. Her sabah bir “Yeni Sabah” gazetesi aldırıp, dış politika yazarının yorumlarını ve önemli haberleri muntazaman okuttururlardı. Bu mevzûda İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin “Zamanının gidişâtını bilmeyen ârif-i billah olamaz” sözünü şiâr etti.
Günlük hâdiseleri ve dünyadaki müslümanların meselelerini yakından takip eder, yerine göre câmi kürsüsünden dile getirirdi. O devirde bir çok vâizler günlük hâdiseleri câmi kürsüsüne getirmeye cesaret edemezken; O, zaman zaman devlet adamlarını ikaz ederdi. 1956’da Cezâyir Müslümanları Fransızlar'a karşı istiklâl mücâdelesi verirken, Türkiye hükümeti, Birleşmiş Milletlerde Fransızlar'ı desteklemişti. Bu icraatı isabetli bulmayan Süleyman Efendi, va'zlarında “Cezâyirli kardeşlerimize hiç olmazsa duâ edelim” dediği için defalarca ifade vermek zorunda kalmıştı.
Dinî neşriyata ehemmiyet vermiş, Necip Fazıl'a “Büyük Doğu” mecmuasını çıkarmasında mânevi teşvikleri yanında, maddî yardımları da büyüktür. Hatta mevcut bir tek evini sattı ve mecmuaların yayınlanmasında harcadı.
Türkiye’de Mason ve Siyonizm tehlikesine karşı milletimizi uyarıcı eserler neşreden Cevat Rıfat Atilhan’ın hizmetlerine en büyük yardımı Süleyman Efendi yaptı. Onun kitaplarını tavsiye etmiş ve yaymıştır. Kezâ o günün şartlarında İslâm mefkûresinden yana neşredilen her eser ve mecmua onun tarafından az veya çok desteklenmiştir: Abdurrahim Zapsu merhumun “Ehl-i Sünnet” mecmuasından, Sinan Omur'un “Hür Adam” mecmuasına kadar…
Zamanının, ilim ve irfanda temâyüz eden dersiâm ve ilim adamlarına, talebelerini gönderir; talebelerini onların imtihan etmelerini, din ilimlerinin yeniden ihyâ edilmekte olduğunu görerek sevinmelerini arzu ederdi. Nitekim dersiâmlardan Ali Haydar Efendi ve Hasan Basri Çantay gibi pek çok zevâta, bu vesile ile talebelerini göndermiştir.
Said Nursi Efendi ile haberleşmiş ve Onu hizmetlerinden haberdâr etmiştir. Said Nursi Efendide Onun hizmetlerini takdirle karşılamış ve şöyle demiştir: “Bizim bugün başlıca vazifemiz; imanı muhâfazaya çalışmaktır. Bunu yapıyoruz. Biz tedris yapmıyoruz. İslamın esâsı, maddî ve mânevî kurtuluşun kaynağı olan Kur’ân’ı Kerim’in okutulup, öğretilmesi ve yalnız Türkiye’ye değil, bu yolla bütün dünyaya yayılması işini, biraderim Süleyman Efendi ve onun tesis eylediği Kur’ân Kursları yapıyor. Hem de çok kısa zamanda yapıyorlar. Eskiden 10-15 senede öğrenilen İslamî ilimleri, şimdi Kur’ân Kursları 1-2 sene içinde öğretiyor. Âlim yetiştiriyorlar, fakîh yetiştiriyorlar, müfessir yetiştiriyorlar. Bu hal bir mucize-i Kur’âniyyedir.”
Türkiye’de İmam-ı Rabbanî Hazretlerini tanıtmıştır. Onun, Kur’ân ve hadîs-i şerîflerden sonra en muteber kitab olan “Mektûbat” isimli eseri, ilk defa iki cilt halinde Süleyman Efendi Hazretleri'nin talebeleri tarafından bastırılmıştır.
Tarikatı, sadece “hoş sohbet vasıtası” haline getiren son devrin tembelliğini yıkmış, onu kitleleri harekete geçiren heyecan vasıtası kılmıştır.
Kerâmete asla itibar etmemiş, kerâmet izhârından kaçındığı gibi talebelerine de aynı yolu tavsiye etmiş, “En büyük kerâmet, insanlara hak yolu telkin etmektir” buyurmuştur.
Öşür farizasını Türkiye’de yeniden ihyâ için çalışmıştır.
Bizim yolumuz İman, İslâm ve Ahlâk-ı Muhammedî'yi aşılamaktan ibarettir.
Gâye: Rıza-î İlahîdir.
Vasiyetim olsun; tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehli Sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
Ebu’l Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi (K.S.)
Beni Bir Ben Bilirim, Birde Yaradan. Bana Bir Ben Lazımım, Birde Anlayan
(En son düzenleme: 15-12-2006, 00:14 EşkiyA.)
.
/
15-12-2006, 00:06
Süleyman Hilmi Tunahan (Kuddise Sirruh)
Süleyman Efendi Hazretleri (k.s.)'nin, bir ömür boyu devam eden çileli ve yorucu mücâdelesinin nihayetine doğru öteden beri muztar bulundukları şeker hastalığı ağırlaştı ve kanlarında yükselen şeker, bütün gayretlere rağmen düşürülemedi. Ve 16 Eylül 1959 Çarşamba günü, İstanbul Kısıklı’daki hâne-i seâdetlerinde Rahmet-i Rahmâna kavuştu.
O büyük zâtın dirisine tahammül edemeyenler, ölüsüne de tahammül edememiş, cenazesinin daha önce resmi müsâade alındığı halde, Fâtih Câmii avlusuna defnine mâni olmuşlardı. “Karacaahmet mezarlığında, polisin kazacağı bir kabre defnedeceksiniz” denilerek en tabii hakkı olan Fâtih Câmii hazînesine defni, gayr-ı kanuni şekilde engellenmiş ve cenazenin Üsküdar’dan Avrupa yakasına geçmesine mâni olunmuştu. Na’şı Altunizade Câmii’nin musalla taşında saatlerce bekletilmiş, Fatih’e defnedilmesi için yapılan teşebbüsler fayda vermemiş, cenaze namazı orada kılınarak, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.
O, vazifesini tamamiyle ve kemâliyle ifa etmenin huzûru içinde Refîk-ı A’lâya kavuşurken, Allah (c.c) ve Resûlü yolunda, i’lâyı kelimetullah uğrunda, hizmet etmek üzere binlerce bağlılarını bırakarak ayrılıyordu.
Cehd, çile, ilim, irfan, feyz, bereket ve muvaffakiyetlerle dolu 72 yıllık dünya hayatına veda ederken, geride; yüce İslâm ve imân davasına pazarlıksız, sarsılmaz bir imân ve idealle bağlı yetişkin bir kadro bırakıyordu.
O, bu hali ile Sevgili Peygamberimizin “Vefat edenlerden; sadaka-i câriye sahipleri, ilminden istifade edilen âlimler ve sâlih evlat bırakanların dünya ile ilgileri kesilmez” meâlindeki peygamber müjdesine hakkıyla mazhar olmuş, bahtiyar ve muhterem bir zâttır. Çünkü O, az veya çok mâlik bulunduğu malını öğrencileri için harcamış, sahip bulunduğu ilmini onlara aktarmak için karakol karakol dolaşıp çile çekmeyi, muhakeme olunmayı, tabutluklarda ve zindanlarda çürümeyi göze almış… hâsılı hayatını hiçe sayarak bütün ömrünü Kur’ân davasına hasretmiş, emsâline çok az rastlanan âlim, ârif, fâdıl bir mürşid’i kamil ve mükemmil idi.
Bizim yolumuz İman, İslâm ve Ahlâk-ı Muhammedî'yi aşılamaktan ibarettir.
Gâye: Rıza-î İlahîdir.
Vasiyetim olsun; tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehli Sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
Ebu’l Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi (K.S.)
Beni Bir Ben Bilirim, Birde Yaradan. Bana Bir Ben Lazımım, Birde Anlayan
(En son düzenleme: 15-12-2006, 00:15 EşkiyA.)
.
|