Namazın Ruhu Huşudur
KUR’ÂN’DA kurtuluşun anahtarı, içinde huşuu barındıran namaz gösteriliyor.
“Muhakkak ki, iman edenler kurtulmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını huşu ile kılarlar” (Müminun, 23/1-2) mealindeki ayette bu ruhu görebiliriz.
Fakat şu da bir gerçektir ki, bir çok Müslüman sürekli olarak, samimi bir şekilde namaz kıldığı ve kılmak istediği halde, insanî bir gaflet hali yaşayabiliyor ve her an huşu içinde olamıyor. O halde bu dermansız derdin teşhisini doğru koymak gerekir.
Namazda Huşu Ne demektir?
HUŞU: Sözlük anlamı itibariyle; korkmak, itaat etmek, tevazu göstermek, boyun eğmek demektir. “O gün insanlar, hiçbir tarafa sapmadan Hakkın davetçisine uyarlar. Gözler Rahman’ın heybetinden ‘huşu’ içerisine girmiş(kısılmıştır). Artık bir fısıltıdan başka bir ses işitemezsin” (Ta Ha, 20/108) mealindeki ayette, kıyamet gününde, insanların Allah’ın heybet ve azameti karşısındaki korkuları, bükülüşleri, alçalışları, sessiz-sedasız duruşları ‘huşu’ kavramıyla ifade edilmiştir.
“İman edenlerin kalpleri, Allah’ı ve O’ndan gelen hakikatleri hatırlayarak huşu ile dolma zamanı gelmedi mi?” (Hadid, 57/16) mealindeki ayette huşu kavramı doğrudan kalbin bir fonksiyonu olarak ortaya konmuştur.
Terim olarak Huşu; bir yandan çekinmek, korkmak, boyun eğmek gibi kalbin bir eylemi, diğer yandan sükûnet içinde olmak, hareketsiz duruş sergilemek gibi organların bir eylemi olarak kendini gösterir. Buna göre, Huşu; aslı kalpte, tezahürü (yansıması) bedende olmak üzere iki yönlü bir etkileşimin adıdır.
Huşuu yansıtan bir hadis: Hz. Ali anlatıyor:
Hz. Peygamber (Aleyna Ve Aleykum Selam.m), rükûda şu duayı okuyordu:
“Allah'ım! Senin için rükûa vardım, Sana iman ettim, Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, beynim (iliğim), kemiğim ve damarım (sinirim), sana karşı huşu içerisine girmiştir.” (Müslim, Müsafirin, 201).
Namazdaki Huşuun
İki Unsuru:
Tahliye (boşaltma) ve
Tahliye (doldurma)
TAHLİYE: Arapça orijinli bu kelimenin üçüncü harfi ‘h’, noktalıdır. Türkçe’de “evi tahliye etme”, bu anlamdadır.
Konumuzla ilgili olarak; namaz kılanın iç âlemini arındırması, temizlemesi, namazla ilgili olmayan düşünceleri kalbinden çıkartıp atması, duygu ve düşünce yuvasını—Rabbinin huzurunda—huzurunu bozan her türlü tasavvurlardan tahliye etmesi anlamına gelir.
Tahliye: Yine Arapça orijinli olan bu kelimenin üçüncü harfi ‘h’ ise,—gözlü ‘ha’ değil—noktasız ‘hı’dır. Süslemek, ziynet eşyasıyla donatmak anlamına gelir.
Namazda tahliye demek; Namaz kılan kimsenin kalbini, aklını, duygularını, bütün iç âlemini ilâhî huzurla canlandırması, namazın hakikatleriyle süslemesi demektir.
Kelime-i tevhitte, tahliyeye (temizleme) ameliyesine öncelik verildiği gibi, namazda da bu hususa öncelik vermek gerekir. Bilindiği üzere, Kelime-i Tevhitte, önce ‘la’ edatı, bir süpürge görevini üstlenmiş ve yoldaki tüm mevhum (batıl) ilahları ortadan süpürüp silmiştir. Kalbin yuvası, ‘la’ ile yapılan tahliye ameliyesine tabi tutularak şirkin kirlerinden temizlendikten sonra, söz konusu kalbin sahibi, “illa” asansörüyle tevhid sarayına çıkmış ve onun hakikatiyle süslenmiş olacaktır. “Lâ ilâhe İllallah”, bu hakikati ifade etmektedir.
Bu husus namazda da geçerlidir. Masivanın (Allah’ın dışındaki varlıkların) manevî kirlerinden temizlenmeden, gerçek anlamda Allah’ın manevî huzuruna çıkmak ve “huşu” mertebesine ulaşmak mümkün değildir.
Çünkü insanın duyguları, birer sarmaşık otu gibi, meşgul oldukları şeylere yapışıp kalırlar. Bunların ellerini masivadan çektirmeden, Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak ve huşua ermek çok zordur. Ayranla dolu bir kabı sütle doldurmak için ayranı boşaltmaktan başka çare var mı? Bu fizik kuralı, metafizik için de geçerlidir. Kalp de bir kaptır; içindeki Masiva ayranını dökmeden huzur ve huşu sütünü dolduramazsınız.
O halde, namazda iken yine de dünyevî meşgalelerle haşir ve neşir olmamızın sebebi, söz konusu ilmî ve tecrübe edilmiş kuralı uygulamayışımızdan kaynaklanmaktadır. Dünya işleri daha bütün sıcaklığıyla kalbimizde yer etmeye devam ederken, namaza durmaya ve sonra da “neden huzur ve huşua eremiyoruz” diye şikâyette bulunmaya hakkımız yoktur. Çünkü —deyim yerindeyse—oyunu kuralına göre oynamıyoruz. “Öyle iman etmişim ki, gaip perdesi açılsa artık imanım artmaz” diyen Hz. Ali bile, namaza durmadan önce söz konusu temizlenme ameliyesine başvurduğu halde, biz kalkıp da çok güçlü bir zamkla dünyaya yapıştırdığımız duygu bantlarımızın kendi kendine sökülmesini ve yepyeni bir pozisyona yönelerek ona göre şekillenmesini bekleye bilir miyiz? Bu fizik kanunlarına aykırı olduğu gibi, imtihan sırrına da aykırıdır.
Aslında, temizlik ve abdest gibi ön hazırlıkların namazdan önce öngörülmesinin bir hikmeti de budur. Abdest almakla; bir yandan maddî yönden temizlenme ameliyesini gerçekleştirdiğimiz gibi, fikir, zihin duygu plânında da manevî bir temizlik işini icra etmiş ve bunu yaparken de, sıkı bir kontrol ile zihnimizi ve duygularımızı biraz sonra huzuruna varacağımız Yüce Yaratanımıza yönlendirmekle, önemli bir mesafeyi kat etmiş oluruz.
Huşu, Namazın hem
çekirdeği hem de
Meyvesidir.
NAMAZ huşu sahiplerinin dışındakilere ağır gelir” (Bakara, 2/45) mealindeki ayette huşu, namazın çekirdeği olarak gösterilmiştir.
“Muhakkak ki, iman edenler kurtulmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını huşu ile kılarlar” (Müminun, 23/1-2) mealindeki ayette ise huşu, namazın bir meyvesi olarak gösterilmiştir.
Huşuun zıddı gaflettir. Gaflet ise, bir şeytan üçgenidir. Şeytan namazla ilgisi olmayan şeyleri hatırlatıp telkin eder. Nefis, daha önceki meşguliyetini namazda da devam ettirmek ister. Disipline alışmamış fikir ise, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünmeden rast gele şeylerle eğlenmek ister. Deyim yerindeyse— huzuru kaçmış bir namaz sahnesinde—şeytan çalar, nefis oynar, fikir de eğlenir, adam da havasını alır. Bu sebeple, vesvese ve lüzumsuz işlerle meşgul olduğumuzu fark eder etmez, hiçbir şey olmamış gibi huzura dönüp yolumuza devam etmemiz gerekir. “Aman niye böyle oldu?”ya bile yer vermemeliyiz.
Huşu ile kılınan bir namazın huşusuz kılınan bir namazla aynı olması zaten adalet ölçüsüne de terstir. Ancak baştan sona kadar huzuru yakalamak da güçtür. Mühim olan namazdaki gafletle geçen zaman dilimini asgariye indirmektir. Yoksa ondan bütün, bütün kurtulmak insanın yapısına aykırıdır. Deyim yerindeyse, bu hastalık genetiktir, tedavisi güç bir musibettir.
Bu zorluğundan ötürüdür ki, Hz. Peygamber (Aleyna Ve Aleykum Selam.m)—bazılarına göre Uhud savaşından dönerken—:“Biz küçük savaştan döndük, artık büyük savaşa gideceğiz”(Tahricu ahadisi’l-İhya-hay ile birlikte- III/7) diye buyurmuş ve bunun nefisle savaş olduğunu söylemiştir. Nefisle mücadele etmenin en zorlu sahnesinin de namaz olduğu ifade edilmiştir.
Nitekim, Maun Suresi’nin azarlamasını değerlendiren Hz. Ali, Hz. İbn Abbas ve Hz. Enes gibi bazı sahabîler, ayetteki inceliğe dikkat çekmiş ve “namazdan” ifadesinin, “namazda” tabirinden çok farklı olduğunu söylemişler.
Buna göre: “Fi salatihim” denilse, namazlarında gaflet gösterenlerin vay haline, anlamı çıkar ve yanlış olur. Çünkü, namazda gaflet etmemek, sehiv yapmamak insan gücünün dışında bir şeydir. Kaldı ki, Hz. Peygamber (Aleyna Ve Aleykum Selam.m)’in bizzat namazda sehiv yaptığı bilinmektedir. Fıkıh kitapların hepsinde, “Namazda sehiv yapma” bölümü vardır.
Onun içindir ki, ayette “an salatihim” denilmiştir. Yani onlar ki, namazlarından gaflet ediyorlar. Yani; namazın kendisinden haberleri yoktur, onu tamamen unutuyorlar, ehemmiyet vermiyorlar. İnsanlara karşı bir gösteriş kaygıları olmazsa asla kılmazlar.
Bu sebepledir ki, bazı alimler bu ince farka işaret etmek üzere demişler ki; Allah’a şükürler olsun ki, Kur’an’da “Fi Salatihim=Namazlarında” demeyip de “An salatihim=Namazlarından” demiştir.
Sonuç olarak, namazı huşu ile kılmak, beden ve ruh bütünlüğü içerisinde, huzura varmak ve huzura ermektir. Buna ulaşmak için maddî ve manevî hazırlık yapmak gerekir.
Niyazi Beki.
KUR’ÂN’DA kurtuluşun anahtarı, içinde huşuu barındıran namaz gösteriliyor.
“Muhakkak ki, iman edenler kurtulmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını huşu ile kılarlar” (Müminun, 23/1-2) mealindeki ayette bu ruhu görebiliriz.
Fakat şu da bir gerçektir ki, bir çok Müslüman sürekli olarak, samimi bir şekilde namaz kıldığı ve kılmak istediği halde, insanî bir gaflet hali yaşayabiliyor ve her an huşu içinde olamıyor. O halde bu dermansız derdin teşhisini doğru koymak gerekir.
Namazda Huşu Ne demektir?
HUŞU: Sözlük anlamı itibariyle; korkmak, itaat etmek, tevazu göstermek, boyun eğmek demektir. “O gün insanlar, hiçbir tarafa sapmadan Hakkın davetçisine uyarlar. Gözler Rahman’ın heybetinden ‘huşu’ içerisine girmiş(kısılmıştır). Artık bir fısıltıdan başka bir ses işitemezsin” (Ta Ha, 20/108) mealindeki ayette, kıyamet gününde, insanların Allah’ın heybet ve azameti karşısındaki korkuları, bükülüşleri, alçalışları, sessiz-sedasız duruşları ‘huşu’ kavramıyla ifade edilmiştir.
“İman edenlerin kalpleri, Allah’ı ve O’ndan gelen hakikatleri hatırlayarak huşu ile dolma zamanı gelmedi mi?” (Hadid, 57/16) mealindeki ayette huşu kavramı doğrudan kalbin bir fonksiyonu olarak ortaya konmuştur.
Terim olarak Huşu; bir yandan çekinmek, korkmak, boyun eğmek gibi kalbin bir eylemi, diğer yandan sükûnet içinde olmak, hareketsiz duruş sergilemek gibi organların bir eylemi olarak kendini gösterir. Buna göre, Huşu; aslı kalpte, tezahürü (yansıması) bedende olmak üzere iki yönlü bir etkileşimin adıdır.
Huşuu yansıtan bir hadis: Hz. Ali anlatıyor:
Hz. Peygamber (Aleyna Ve Aleykum Selam.m), rükûda şu duayı okuyordu:
“Allah'ım! Senin için rükûa vardım, Sana iman ettim, Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, beynim (iliğim), kemiğim ve damarım (sinirim), sana karşı huşu içerisine girmiştir.” (Müslim, Müsafirin, 201).
Namazdaki Huşuun
İki Unsuru:
Tahliye (boşaltma) ve
Tahliye (doldurma)
TAHLİYE: Arapça orijinli bu kelimenin üçüncü harfi ‘h’, noktalıdır. Türkçe’de “evi tahliye etme”, bu anlamdadır.
Konumuzla ilgili olarak; namaz kılanın iç âlemini arındırması, temizlemesi, namazla ilgili olmayan düşünceleri kalbinden çıkartıp atması, duygu ve düşünce yuvasını—Rabbinin huzurunda—huzurunu bozan her türlü tasavvurlardan tahliye etmesi anlamına gelir.
Tahliye: Yine Arapça orijinli olan bu kelimenin üçüncü harfi ‘h’ ise,—gözlü ‘ha’ değil—noktasız ‘hı’dır. Süslemek, ziynet eşyasıyla donatmak anlamına gelir.
Namazda tahliye demek; Namaz kılan kimsenin kalbini, aklını, duygularını, bütün iç âlemini ilâhî huzurla canlandırması, namazın hakikatleriyle süslemesi demektir.
Kelime-i tevhitte, tahliyeye (temizleme) ameliyesine öncelik verildiği gibi, namazda da bu hususa öncelik vermek gerekir. Bilindiği üzere, Kelime-i Tevhitte, önce ‘la’ edatı, bir süpürge görevini üstlenmiş ve yoldaki tüm mevhum (batıl) ilahları ortadan süpürüp silmiştir. Kalbin yuvası, ‘la’ ile yapılan tahliye ameliyesine tabi tutularak şirkin kirlerinden temizlendikten sonra, söz konusu kalbin sahibi, “illa” asansörüyle tevhid sarayına çıkmış ve onun hakikatiyle süslenmiş olacaktır. “Lâ ilâhe İllallah”, bu hakikati ifade etmektedir.
Bu husus namazda da geçerlidir. Masivanın (Allah’ın dışındaki varlıkların) manevî kirlerinden temizlenmeden, gerçek anlamda Allah’ın manevî huzuruna çıkmak ve “huşu” mertebesine ulaşmak mümkün değildir.
Çünkü insanın duyguları, birer sarmaşık otu gibi, meşgul oldukları şeylere yapışıp kalırlar. Bunların ellerini masivadan çektirmeden, Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak ve huşua ermek çok zordur. Ayranla dolu bir kabı sütle doldurmak için ayranı boşaltmaktan başka çare var mı? Bu fizik kuralı, metafizik için de geçerlidir. Kalp de bir kaptır; içindeki Masiva ayranını dökmeden huzur ve huşu sütünü dolduramazsınız.
O halde, namazda iken yine de dünyevî meşgalelerle haşir ve neşir olmamızın sebebi, söz konusu ilmî ve tecrübe edilmiş kuralı uygulamayışımızdan kaynaklanmaktadır. Dünya işleri daha bütün sıcaklığıyla kalbimizde yer etmeye devam ederken, namaza durmaya ve sonra da “neden huzur ve huşua eremiyoruz” diye şikâyette bulunmaya hakkımız yoktur. Çünkü —deyim yerindeyse—oyunu kuralına göre oynamıyoruz. “Öyle iman etmişim ki, gaip perdesi açılsa artık imanım artmaz” diyen Hz. Ali bile, namaza durmadan önce söz konusu temizlenme ameliyesine başvurduğu halde, biz kalkıp da çok güçlü bir zamkla dünyaya yapıştırdığımız duygu bantlarımızın kendi kendine sökülmesini ve yepyeni bir pozisyona yönelerek ona göre şekillenmesini bekleye bilir miyiz? Bu fizik kanunlarına aykırı olduğu gibi, imtihan sırrına da aykırıdır.
Aslında, temizlik ve abdest gibi ön hazırlıkların namazdan önce öngörülmesinin bir hikmeti de budur. Abdest almakla; bir yandan maddî yönden temizlenme ameliyesini gerçekleştirdiğimiz gibi, fikir, zihin duygu plânında da manevî bir temizlik işini icra etmiş ve bunu yaparken de, sıkı bir kontrol ile zihnimizi ve duygularımızı biraz sonra huzuruna varacağımız Yüce Yaratanımıza yönlendirmekle, önemli bir mesafeyi kat etmiş oluruz.
Huşu, Namazın hem
çekirdeği hem de
Meyvesidir.
NAMAZ huşu sahiplerinin dışındakilere ağır gelir” (Bakara, 2/45) mealindeki ayette huşu, namazın çekirdeği olarak gösterilmiştir.
“Muhakkak ki, iman edenler kurtulmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını huşu ile kılarlar” (Müminun, 23/1-2) mealindeki ayette ise huşu, namazın bir meyvesi olarak gösterilmiştir.
Huşuun zıddı gaflettir. Gaflet ise, bir şeytan üçgenidir. Şeytan namazla ilgisi olmayan şeyleri hatırlatıp telkin eder. Nefis, daha önceki meşguliyetini namazda da devam ettirmek ister. Disipline alışmamış fikir ise, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünmeden rast gele şeylerle eğlenmek ister. Deyim yerindeyse— huzuru kaçmış bir namaz sahnesinde—şeytan çalar, nefis oynar, fikir de eğlenir, adam da havasını alır. Bu sebeple, vesvese ve lüzumsuz işlerle meşgul olduğumuzu fark eder etmez, hiçbir şey olmamış gibi huzura dönüp yolumuza devam etmemiz gerekir. “Aman niye böyle oldu?”ya bile yer vermemeliyiz.
Huşu ile kılınan bir namazın huşusuz kılınan bir namazla aynı olması zaten adalet ölçüsüne de terstir. Ancak baştan sona kadar huzuru yakalamak da güçtür. Mühim olan namazdaki gafletle geçen zaman dilimini asgariye indirmektir. Yoksa ondan bütün, bütün kurtulmak insanın yapısına aykırıdır. Deyim yerindeyse, bu hastalık genetiktir, tedavisi güç bir musibettir.
Bu zorluğundan ötürüdür ki, Hz. Peygamber (Aleyna Ve Aleykum Selam.m)—bazılarına göre Uhud savaşından dönerken—:“Biz küçük savaştan döndük, artık büyük savaşa gideceğiz”(Tahricu ahadisi’l-İhya-hay ile birlikte- III/7) diye buyurmuş ve bunun nefisle savaş olduğunu söylemiştir. Nefisle mücadele etmenin en zorlu sahnesinin de namaz olduğu ifade edilmiştir.
Nitekim, Maun Suresi’nin azarlamasını değerlendiren Hz. Ali, Hz. İbn Abbas ve Hz. Enes gibi bazı sahabîler, ayetteki inceliğe dikkat çekmiş ve “namazdan” ifadesinin, “namazda” tabirinden çok farklı olduğunu söylemişler.
Buna göre: “Fi salatihim” denilse, namazlarında gaflet gösterenlerin vay haline, anlamı çıkar ve yanlış olur. Çünkü, namazda gaflet etmemek, sehiv yapmamak insan gücünün dışında bir şeydir. Kaldı ki, Hz. Peygamber (Aleyna Ve Aleykum Selam.m)’in bizzat namazda sehiv yaptığı bilinmektedir. Fıkıh kitapların hepsinde, “Namazda sehiv yapma” bölümü vardır.
Onun içindir ki, ayette “an salatihim” denilmiştir. Yani onlar ki, namazlarından gaflet ediyorlar. Yani; namazın kendisinden haberleri yoktur, onu tamamen unutuyorlar, ehemmiyet vermiyorlar. İnsanlara karşı bir gösteriş kaygıları olmazsa asla kılmazlar.
Bu sebepledir ki, bazı alimler bu ince farka işaret etmek üzere demişler ki; Allah’a şükürler olsun ki, Kur’an’da “Fi Salatihim=Namazlarında” demeyip de “An salatihim=Namazlarından” demiştir.
Sonuç olarak, namazı huşu ile kılmak, beden ve ruh bütünlüğü içerisinde, huzura varmak ve huzura ermektir. Buna ulaşmak için maddî ve manevî hazırlık yapmak gerekir.
Niyazi Beki.
.