Zamanı olan arkadaşların bu yazıyı okumalarını ve içeriği dolayısıyla yanlış veya eksik işlenmiş bir konu varsa beni uyarmalarını rica ediyorum (bu yazı birçok kaynakça doğrulanmış bir gerçeğin ifadesidir; yorumu olanlarla konuyu genişletmek mümkündür) Teşekkür ederim.
HZ. MUHAMMED' İ ( S.A.V. ) KELİME-İ ŞEHADET' TEN ÇIKARDILAR
Avrupa'daki Milli Görüş teşkilatı, 2007 takviminde Kelime-i Şahadet'ten Hz. Muhammed'i çıkardı. Takvimde, sadece ''Eşhedü en lâ ilâhe illallah'' sözüne yer verildi. ABD' de yaşayan Gülen, fetva vererek ''Muhammed Allah'ın resulüdür'' denilmemesini söylemişti. ''Dinlerarası Diyalog'' göreviyle verilen fetva, sonunda Milli Görüş'ün takviminde de boy gösterdi...
Dinlerarası diyalog uğruna gelinen son noktada, artık kurtulmak ve de Müslüman olmak için Hz.Muhammed'e de gerek yok diyor birileri.
PROFESÖR DR MEHMET BAYRAKTAR:
HZ. MUHAMMED’İ KARALAYAN KARİKATÜRLER GİBİ...
Stutgart Milli Görüş Bölge Başkanlığı’nın bastırmış olduğu Hicret Takvimi 2007’nin kapak sayfasındaki Kelime-i Şahadet’ten “Ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu” kısmının bilerek veya bilmeyerek de olsa kaldırılmış olması gerçekten büyük bir gaflet veya çirkin bir harekettir. inancının en temel cümlesinde bile gaflet gösteren bir Müslüman düşünülemez.
Bu tür davranışların içerdiği tehlike Batılıların Hz. Muhammed’i karalayan karikatürlerinden geri kalmaz. Bu tür olumsuz davranışlar sözüm ona “dinler-arası diyalog”, “medeniyetler ittifakı” ve “Avrupa İslami” gibi İslamın özünü buharlaştırmaya yönelik sinsi faaliyetlerin bir etkisi olarak görülebilir. Oysa, Hz. Peygamber’den günümüze kadar böyle bir ayrıma/kırılmaya gidilmemiştir. Hz. Muhammed’in kendi mühür ve imzalarında ve tarihteki Müslüman devletlerin bastırdıkları para ve sikkelerinde, bayrak ve flamalarında “Muhammed’ün Resulullah” tabiri yer almıştır. Bu Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin formüle ettiği Islam itikadının bir gereğidir.
Öyle ki ilk İngiliz kralı Rex’in bastırdığı ve bugün British Museum’da sergilenen parada bile “La ilahe ill’Ailah Mubammed’ün Resulullah” ibaresi yer almaktadır, Ne yazık ki günümüz Müslümanları İslam inanç esasları noktasında Rex (ki müslüman olduğu da kuşkuludur) kadar bile bilinçli değildir.
O halde gerek Kelime-i Tevhit ve gerekse Kelime-i Şahadet’te Hz. Muhammed’in yer alması, İslam inancının özsel bir unsurudur. Onsuz Müslüman olunamaz.
Nurcularsa konuyu böyle kıvırıyor
DİNLER ARASI diyalog konusunda şöyle veya böyle düşünenleri bir an için unutalım ve böyle bir fikirle ilk defa karşılaştığımızı varsayarak diyaloğa karşı tavrımızın nasıl olması gerektiğini belirlemeye çalışalım.
Yeryüzündeki tek hak din olan İslâm’ın mensupları olarak böyle bir diyaloğa, öncelikle, “Evet” dememiz beklenir; ancak, burada önemli olan, söz konusu diyaloğu kimin kimlerle yapacağıdır.
Bu görüşmelerde Müslümanları temsil edecek kişilerin İslâm’ın temel hükümlerini harfiyen yaşamaları, bu dinin güzellikleriyle kalplerini, akıllarını, bütün duygu ve latifelerini kemâle erdirmeleri, muhtaçların karşısına böylece çıkmakla onlara yaşayışıyla fiilen ders vermeleri gerekir. Bunu başarılabilirlerse, Üstad Bediüzzaman’ın şu şartlı müjdesi de, Allah’ın izniyle, gerçekleşecek demektir:
dansözlüğün bu kadarı
İşte diyalog bu noktaya gelindikten sonra başlarsa faydalı olur. Gerçeği arayan, fakat ideal inanç sistemini ve onu sergileyen örnek insanları bulamadığından içine kapanıp kalan ve çareyi sefahatte ve inançsızlıkta bulan günümüz Batı toplumu, ancak böyle bir diyalog sonunda gerçeklerle tanışabilir, Kur’an-ı Kerim’e kavuşabilir ve bütün âlemlere Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (asm.) ümmet olma şerefine erişebilir.
dinler arası diyaloglarla dinimizi yayacaklarmış
bunları kim kandırdı acaba???
yoksa açık açık masonlara mı hizmet ediyorlar????
Adım adım hedefe…
Dinlerarası diyalog adım adım hedefine ulaşıyor. Diyalogcuların gönlü rahat olsun! Müslümanların, noel ayinlerine katılması, ortak nikah merasimi ve Hıristiyan temsilcilerin Ramazanlarda iftar yemeklerinde beraberce dua etmelerinin ardından, şimdi de, ortak cenaze merasimi beraberliği başladı.
Geçenlerde biliyorsunuz, Patrik Selçuk Erenerol öldü.Toprağı bol olsun. Fakat, cenaze merasimi daha önceki bildiğimiz gayri müslim cenaze merasimlerinden farklı oldu. Cenazeye Hıristiyan ve Müslüman din adamları da katılarak dua ettiler. Şimdi bununla ilgili habere bir göz atalım:
“Patrik Selçuk Erenerol’un cenaze töreni, hem Ortodoks, hem de İslam usulüne uygun yapıldı. Bulgar Kilisesi Başpapazı Kostas’ın yönettiği ayine ilahiyat mensupları da katılarak dua ettiler. Profesör Zekeriya Beyaz, ‘Selçuk kulun dinine, milletine, vatanına, bayrağına bağlı yaşadı. Onu Hazreti Muhammed, Hazreti İsa aleyhisselam şefaatine nail eyle yarabbim. Allah rahmet eylesin’ dedi ve Fatiha okudu. Bazı parti yöneticileri bizzat katılırken, bazıları da çelenk gönderdi. Selçuk Erenerol , Kilisedeki törenden sonra, Papa Eftim II Turgut Erenerol’un mezarının yanına defnedildi.”
( bkz.23.12.2002 tarihli gazeteler)
Hani derler ya, buyurun cenaze namazına…Son günlerde olanlar tam buna uygun. Şimdi sormak lazım; merasim niçin sadece Hıristiyan adetlerine göre yapılmadı da, İslam adetleri de karıştırıldı. Bırakalım İslam açısından doğruluğunu yanlışlığını, Hıristiyanlık açısından da uygun bir iş değil bu. En azından, patriğe ve Hıristiyanlığa saygısızlıktır yapılan. Adam Hıristiyan olduğuna göre, merasimin sadece kendi dinine göre yapılması onun tabii hakkı değil mi?
Bütün bunlar “Dinlerarası Diyalog” rezaletinin neticesidir. Ben diyaloga karşı değilim. Fakat, ben diyaloğu onların anladığı gibi anlamıyorum. Zaten asırlardır bunlarla diyaloğumuz vardı. Her mahallede, aynı sokakta bunlarla beraber yaşadık. Birbirimizin sıkıntısına, yardımına koştuk. Aç iseler doyurduk, bakacak kimseleri yoksa, Devlet olarak, millet olarak baktık bakıştırdık. Fakat günlük yaşayışla ibadetlerimizi birbirine karıştırmadık. Onlar Kiliselerinde biz camilerimizde, herkes kendi dinine göre ibadetini serbestçe yaptı. Kimse, kimsenin ibadetine, ayinine karışmadı. İşte gerçek diyalog budur, benim anladığım, dinimizin de emrettiği diyalog budur. Hoşgörü budur.
Peki, diyalogculuğun mimarı olan Vatikan bunu bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Öyleyse maksatları ne? Maksatları şu: Peygamber efendimizin bildirdiği ve 14 asırdır sarsılmadan devam ettirilen, dinimizin Hıristiyanlığa karşı olan bakış açısını değiştirmek. Müslümanlara, “Hıristiyanlığı da, İslamiyet gibi hak din olarak göstermek. Onlar da Allaha inanıyor biz de Allah’a inanıyoruz, Peygamberlerin farklı olması önemli değil” inancını yayarak, Müslümanların imanını sarsmak, dinden çıkartmak. Halbuki İslâmiyete göre, bir insan, son peygamber Muhammed aleyhisselama inanmadıkça, O’na tabi olmadıkça, İslamiyeti son ve hak din, diğerlerini batıl, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz.
Eğer Hıristiyanlık ve diğer dinler, bozulmasaydı, doğru olsaydı, Muhammed aleyhisselamın gönderilmesi lüzumsuz olmaz mıydı? Yine Peygamberimizin bütün ömrü boyunca, insanların kendisine inanmaları için mücadele etmesi, herkesi Müslüman olmaya davet etmesi haşa lüzumsuz muydu?
Yine Muhammed aleyhisselâmın yolunda olan, İslam devletlerinin bütün dünyaya yayılıp, halkı müslüman olmaya davet etmeleri, bunu kabul etmeyenlerle, mücadele etmeleri, bu yolda milyonlarca şehid vermeleri boş şeyler miydi?
İşte bütün mesele burada düğümleniyor. Yavaş yavaş sinsice, başta Peygamber efendimiz olmak üzere, Müslümanların bugüne kadar yaptıklarının yanlış ve yersiz olduğu intibaını hafızalara hissettirmeden yerleştirmek.Müslümanların dini yaymak gayretlerini yok etmek. Madem ki diğerleri de doğru, onlar da Cennete gidecek, benim İslamiyeti yaymama, insanların Müslüman olmaları için çalışmama ne gerek var, düşüncesini yerleştirmek. İslâmiyetin esası olan, emri marufu, nehyi münkeri yok etmek.
Posted in diyalog etkinlikleri, diyaloğun hedefi, dinlerarası diyalog, vatikan | Comments Off
h1
Diyalogcular sigarayı haram kıldı!
Mart 12th, 2007
FETHULLAH GÜLEN-HAYRETTİN KARAMAN
Din yeni çıkmış gibi; insanlara göre değişirmiş gibi, her gün dinin bir meselesi sorgulanıyor. Mesela içkili namaz kılınır mı sorusuna herkes bir şey söylüyor. Kimisi, ben onaylamıyorum, kimisi, bir sakıncası yok diyor. Hiçbirisi kitaplardaki hükmü bildirmiyor. Halbuki fıkıh kitaplarında, (Sarhoş olarak kılınan namaz sahih olmaz. Az içkili olarak kılmak mekruhtur. Sallanacak kadar sarhoş olanın abdesti de bozulur) deniyor.
Şimdi de Zaman Gazetesi’nin 01/09/2006 tarihli “Fethullah Gülen ve Hayrettin Karaman’a göre sigaranın dindeki yeri” başlıklı haberininden bazı bölümleri aktaralım:
“FETHULLAH GÜLEN-Tedricî intihar olduğu için sigara haramdır
…Selef ulemasının bu mevzuda net bir fetva vermemiş olması ihtimal o dönemde sigaranın zararlarının bu derece bilinmeyişindendir. Eğer onlar da sigaranın zararlarının bu derece olduğunu bilselerdi fetvaları daha farklı olurdu.
PROF. HAYRETTİN KARAMAN-Sigara, 3 sebepten dolayı dinen haramdır
…Geçmişte İslam alimlerinin bir kısmı sigaraya mekruh veya mubah hükmünü vermeleri tamamen bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Tıbbi tahliller ortada yokken zararının bu kadar tehlikeli olduğu bilinmezken mubah veya mekruh hükmü verilmiştir.”
***
Soru: “Eski âlimler, sigaranın zararlarını bilmedikleri için sigaraya helal demişler. Bugün sigaranın öldürücü bir zehir olduğu kesin olarak ispat edilmiştir. Sigara içmek intihardır. Sigara elbette haramdır” diyenlerin eski âlimleri bilgisizlikle suçlamaları doğru mu?
CEVAP
Çok yanlıştır. Günümüzdeki cahillerin, önceki âlimleri sigaranın zararlarını bilmiyorlardı diyerek cahillikle suçlamaları, kıyamet alametidir. İslam âlimlerine olan düşmanlığın açık bir örneğidir. Resulullahın vârisleri olan İslam âlimlerini cahillikle suçlamak çirkin bir bid’attir.
Üç hadis-i şerif meali:
(Kıyamete yakın, türediler, önceki âlimleri cahillikle suçlayacaktır.) [İbni Asakir]
(Bu ümmetin sonunda gelenler, önceki âlimleri kötülediği, cahillikle suçladığı zaman, ilmini gizleyen, Allah’ın indirdiği Kur’anı gizlemiş olur.) [İbni Mace]
(Bid’atler çıkınca âlim ilmini açıklasın! İlmini açıklamayana lanet olsun!) [Deylemi]
Kur’an-ı kerimi gizleyerek lanete müstahak olmamak için, İslam âlimlerine saldıran türedilere, yine o büyük âlimlerin kitaplarından alarak cevap vermek zorunda kaldık.
Birçok şeyin fazlası zararlıdır. Bunların fazlası zararlı diye, azını kullanmaya haram denemez. Aklımıza değil, din kitaplarında ne yazıyorsa ona uymamız gerekir.
Tıpta kullanılan ilaçların çoğunda zehir vardır. Çok miktarları ölüme sebep olurken, az miktarları ise dertlere deva olmaktadır. Mesela eter için azı ayıltır, çoğu bayıltır denmektedir. Allahü teâlâ zehirleri de boşuna yaratmadı. Kanserlilere de zehir verilmektedir. Sigarada da öldürücü zehirler vardır. Çoğu elbette zararlıdır, ama azı zevkle içilmektedir. Oruçlu kimse, akşam iftar vakti, yemekten önce sigaraya sarılmaktadır. Kafam çalışmıyordu, sigara içtim rahatladım diyenler oluyor.
Tütünün zararları bilinmese bile, zehirli otların zararları bilinmekteydi. Afyon ve türevleri olan eroin, kodein, morfin ile baldıran, zakkum, esrar, kafein, kokain gibi zehirli otlar ve diğer zehirler eskiden de biliniyordu. Bilinen bu zehirli otların sarhoş etmeyecek, zarar vermeyecek miktarlarının haram olmadığı, az miktarlarını ilaç olarak kullanmanın caiz olduğu, (Feth-ur-rahim, Dürr-ül Muhtar, Redd-ül Muhtar) gibi fıkıh kitaplarında yazılıdır.
İmam-ı Nevevi hazretleri buyuruyor ki:
Sıvı içkilerin azı, zarar vermese de haramdır. Zehirli otların sarhoş etmeyen, zarar vermeyen miktarını ilaç olarak kullanmak caizdir. (Mühezzeb)
İbni Hacer-i Mekki hazretleri de buyuruyor ki:
Afyon ve diğer zehirli otlar haramdır, fakat az miktarlarını ilaç olarak kullanmak caizdir. (Zevacir)
Âlimlerin çoğu tütüne mubah demiştir. Mesela Şeyh-ul İslam Ebülbeka, Ahmed bin Ali Hariri, İsmail Meraşi, kadi Abdürrahim, Ganim bin Muhammed Bağdadi, Şeyhul İslam Behai, Muhammed Tarsusi, Muhammed Kehvaki, Mısır âlimlerinden Yusuf Decvi ve Muhammed bin Abdülbaki Zerkani, allame Abdülgani Nablusi, Abdürrahman bin Muhammed İmadi, allame Ali Echüri, Mahmud-i Samini, Osman Bedreddin, seyyid Abdülhakim efendi, büyük âlim, veliyyi kâmil mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyorlar ki:
(Zarar ve alışkanlık yapmayacak kadar az içilen tütüne haram ve mekruh demekten sakınmalı, kesesine ve sıhhatine zarar vermeyecek kadar az içenleri fasık, günahkâr bilmemelidir.)
Zehir yeni çıkmadı. İnsanlık tarihinden beri biliniyor. İslam âlimleri, buna rağmen ilaç olarak kullanılmasına cevaz vermişlerdir. Şu halde, (Eskiden âlimler sigaranın zararlarını bilmedikleri için mubah demişler) demenin ne kadar yanlış, ne kadar cahilce, ne kadar ahmakça bir söz olduğu meydandadır.
Din bilgilerinde, açıklanmamış bir şey kalmamıştır. Kemale gelmiş olan bu dine eklenecek bir şey de yoktur. Dinimiz, kıyamete kadar olacak her şeyin hükmünü bildirmiştir. Âlimler bunları açıklamıştır. İctihad için konu kalmamıştır. Helal ve haram bellidir. Her çeşit uyuşturucunun ve zehrin hükmü bellidir. Dinde eksiklik olmaz. Bir âyet-i kerime meali:
(Dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım.)
[Maide 3]
Tamamlanmış bir dinde, sonradan eksik bir şey çıkmış olamaz.
Posted in hayrettin karaman, sorulara cevaplar, fethullah gülen | Comments Off
h1
Nihai Hedef Anadolu!
Mart 8th, 2007
misyoner
Dinlerarası diyalogta, Vatikan samimi değil. İkiyüzlülük ediyor. Bunu anlayan, Yahudiler başlangıçta taraftar görünmekle beraber, bu beraberlikten daha sonra çekildiler. Diyalog, dinlerarası değil Hıristiyan - Müslüman diyaloğu haline geldi.
Diyalog konusunda Diyanet de uyanmaya başladı. Diyanet İşleri Başkanı Vatikan’ın samiyetsizliğinden şikayetçi. Bu konu ile ilgili gazetelerde yayınlanan haber şöyle:“Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Tiflis’te katıldığı ‘‘Kafkaslarda Barış İçin İşbirliği ve Dinlerarası Diyalog Toplantısı’’nda, misyonerlik konusunu gündeme getirerek, diğer dinlerin temsilcilerine, artan misyonerlik faaliyetlerinin dinlerarası diyaloğa gölge düşürdüğünü söyledi.Şûra’da, diyalog için samimiyetin şart olduğunu kaydeden Yılmaz, herkes dinini seçmekte özgürdür. Kimsenin baskı altında tutulmaması gerekir. Dinlerarası diyaloğun sonuç verebilmesi için misyonerlik faaliyetlerine son verilmesi gerektiğini, söyledi.Ayrıca, Başkanlığın camilerde okunması için hazırladığı hutbede de, misyonerlik çalışmalarına karşı sert bir tepki gösterilecek ve vatandaşlar ‘‘Misyonerlik Faaliyetlerine Dikkat Edelim’’ başlıklı bir hutbe ile uyarılacak, denildi.(bkz.09.08.2002 tarihli diyanet hutbesi)
Vatikan’ın samimiyetsizliği, misyonerlik faaliyetleri ciddi boyutlara ulaşmış olacak ki, Yılmaz, Adapazarı’nda yaptığı konuşmada da bu konuya değindi. Deprem bölgesinde 100 kişinin dinini değiştirdiğinin tespit edildiğini belirterek, para karşılığı insanların vicdanlarının satın alınmasını, hiçbir dinin doğru bulmayacağına işaret etti. İnsanların düştüğü zor durumdan yararlanılmak istenildiğini, misyonerlik faaliyetlerine aldanmamak için “En başta İslam dinini iyi öğrenmek gelir” dedi.
Bunun böyle olacağı baştan belliydi. Biraz geç de olsa, “ Ne oluyor, anlaşmamız böyle değildi” noktasına gelinmesi de bir ilerleme sayılır. Çünkü hâlâ uyanamayanlar var. Nitekim, dinlerarası diyaloğun gayri resmi temsilcileri hâlâ tam gaz diyaloğu savunmaya devam ediyorlar.
Bu tür diyaloglarda tarafların netice alabilmeleri için, fikrin, inancın doğruluğu yanında güç dengesinin de rolü büyüktür. Maddi gücü, üstünlüğü olan, daha çok taraftar toplar. Hele Türkiye ve diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, ekonomik sıkıntı içinde olan, açlık içinde kıvranan insanları kandırmak ve onların sıkıntılı hallerini istismar etmek daha kolay olmaktadır.Misyonerlerin dağıttıkları paranın haddi hesabı yok. Vatikan’ın yardım teşkilatı temsilcisi, depremden sonra, 13 milyon dolar yardım yaptıklarını söyledi. Bu açıklanan resmi rakam, açıklanmayan kimbilir bunun kaç katı.
Bu faaliyetin neticesinde, son yıllarda otuz binden fazla Türk, Hıristiyan olmuştur. Nasıl ve niçin din değiştirdikleri bellidir. Bu otuz binden fazla kişi para gücüyle din değiştirmiştir. Sefalet çeken, geçim sıkıntısı içinde kıvranan insanları parayla kendi dinine çekmek diyalog anlaşmasına uyuyor mu?
Aslında Müslüman iken Hıristiyan olmuş değillerdir bunlar. Uzun yıllar, din eğitiminden, dini şuurdan uzak bırakılmış, dolayısıyla, dinle ilgileri kalmamış kimselerdi. Onlar için ha Müslüman kimliği ha Hıristiyan kimliği fark etmiyordu zaten. Dinini bilen bir kimsenin Hıristiyan olduğu hiç görülmemiştir.
Misyonerlik faaliyetlerine sadece dini açıdan bakmak da yanlış olur. Çünkü Vatikan’ın nihai hedefi bu değil. Esas maksat ülkemiz. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğunun kuyusunu bu misyonerler kazmıştı. Tanzimattan sonra, açılmasına iyi niyetle müsaade edilen yabancı okullar, yoğun bir şekilde misyonerlik faaliyetine girmişler ve yetiştirdikleri kimseleri devletin üst kademelerine getirerek Osmanlının yıkılışını sağlamışlardır. Vatikan’ın nihaî hedefleri Anadolu’dur. “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” adı altında Anadolu’yu tamamen Hıristiyanlaştırarak eski haline döndürmek istiyorlar.
Posted in diyanet işleri, misyonerlik, diyaloğun hedefi, dinlerarası diyalog, vatikan Dinler birleşebilir mi?
Şubat 21st, 2007
dinler arası diyalog
Bazı kesimler, “İnsanların hangi dinden, hangi inançtan olurlarsa olsunlar, “Diyalog”suz yaşamaları mümkün değildir. Bu insanın tabiatına aykırıdır. Neden “Diyalog”un üzerine bu kadar gidiyorsun?” diyorlar.
Bu sorunun cevabına geçmeden önce “Diyalog” nedir? Bunun üzerinde durmamız lazımdır. Diyalog, insanların hangi görüşten, hangi dinden, hangi milletten olursa olsun hoşgörü içinde kavgasız yaşayabilmeleridir.Böyle bir diyaloğa karşı çıkmak mümkün mü? Buna karşı çıkmak, sosyal hayata, sosyal barışa karşı çıkmak olur. Burada önemli olan, nerede nasıl diyalog yapılacağının iyi bilinmesidir. Benim karşı olduğum “Dinlerarası diyalog”tur. Şunu da söyleyeyim, eğer diyalogtan maksat, her din mensubunun dinini yaşamasına hoşgörü göstermek, dini hürriyet sağlamak ise buna kimsenin itirazı olmaz.
Fakat, diyalog dinleri bir ortak noktada birleştirmek, din hakkında şüpheye düşürmek şeklinde algılanırsa bu diyalog olmaz, dine, inanca müdahale olur. Çünkü, kişiler hangi dinden olurlarsa olsunlar siyasette, ticarette, bilimde… ortak nokta bulmak mümkündür. Dinde, inançta ise ortak nokta olmaz.
İşte benim diyaloğa itirazım, endişem bu noktada. İşin bilerek veya bilmeyerek bu noktaya çekilmiş olmasında. Mesela, dinlerarası diyaloğun mimarlarından, öncülerinden olan bir dergide bakınız diyalog nasıl algılanıyor: “Diyalog, ‘ben doğruyum sen yanlışsın’ anlayışından, ‘ben de, sen de doğru olabiliriz, ikimizin de farkında olmadığı bir noktada ortak doğrulara ve işbirliğine sahip olabiliriz’ anlayışına geçiş yapmaktır. “ (bkz.Sızıntı,Mayıs 2002 sayı:280 “Yitik Gelenek veya Sosyal SermayeİYALOG” Dr.Mehmet KÖYLÜ)
Dinde, “ben de, sen de doğru olabiliriz” bu mümkün mü? Bu kişinin dininden şüphe etmesi manasına gelir. Çünkü iman, benim dinim doğru, diğer dinler yanlış demektir. Dinimize göre, bir Müslüman, benim dinim doğru, senin dinin de doğru olabilir, derse o kimsenin dinle ilgisi kalmaz, dinden çıkmış olur. Çünkü, inancımıza göre bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik hak din değildir. İslamiyetin gelmesiyle, nesh edilmiş, yürürlükten kaldırılmış dinlerdir.Hak din sadece son peygamber Muhammed aleyhisselama gönderilmiş İslamiyettir. İslamiyete göre, sadece Peygamberimize inanan, islamiyetin emir ve yasaklarına uyan ancak Cennete gidecektir.
Diyalogcu dönüp dolaşıp hep, “ortak bir noktada buluşmayı” öngörüyor. Diyor ki, “Diyalogda fikir müzakereleri; birbirini çürütme ve kendini ispat etme maksatlı değil, birbirinin farklılıklarını anlama ve varolanın ötesine gidip oralarda keşfedilen ortak bir noktada buluşmayı öngörür.” (Sızıntı,Mayıs 2002) İslamiyet, kendisinin doğru diğerlerinin yanlış olduğu esasına dayanır. Kendisinin doğru inançta olduğunu, diğerlerinin yanlış olduğunu ispat etmeyi kendisine gaye edinmeyen bir Müslüman, inancını inkar etmiş olur.
Yine “dinlerarası diyaloğun” hızlı savunucularından olan bu dergi yazısında, “Diyalog, statü ve güç farklılıklarını askıya alan ve herkesi eşit seviyeye çeken, peşin hükümsüz, duymaya, dinlemeye, anlamaya ve varolanın ötesindeki mânâ boyutlarında mutabakat üretmeye dayalı özel bir iletişim biçimidir.“diyor.
Din zaten peşin hüküm demektir, bunu nasıl askıya alacaksın, nasıl mutabakat sağlayacaksın? Mesela, Hıristiyanlar, teslise, üç ilaha inanıyor; biz Müslümanlar ise, tek Allah’a inanıyoruz, bunun ortak noktası nasıl bulunacak, nasıl mutabakat sağlanacak? Üçle bir toplanıp ikiye bölünerek elde edilen iki sayısında mı mutabakat sağlanacak?Böyle bir yaklaşımı aklı başında hiçbir Müslümanın kabul etmeyeceği gibi, bir Hıristiyanın da kabul etmesi mümkün değlidir. Zaten Hıristiyanlar da bunu kabul etmiyorlar, kabul etti görünüyorlar.
Nitekim, Vatikan’ın 1999 yılında yayınladığı; “Towards a pastoral approach to culture” adlı bir kitapta esas maksatlarını açıkca şöyle ifade etmekteler:“Bütün insanlar Hz. İsaya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Nihai maksadımız, bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır “.
Posted in marjinal diyalogcular, dinlerarası diyalog, diyaloğa giriş, sızıntı, vatikan
Barışta hayır vadır!
Şubat 20th, 2007
Osmanlı İmparatorluğu
Kudüs’te Filistin’de dökülen kanları yıllardır televizyondan ibretle izliyoruz. Birçok gayretlere rağmen yıllardır durdurulamıyor bu kan. Hal böyle olunca insanın aklına iki şey geliyor: Ya bu işlerle uğraşanlar barışı sağlamada samimi değiller, ya da barışı sağlamada takip ettikleri yol yanlış.
Yeni bir yol açmak zordur. Fakat yapılmış bir yolu, yani geçmişte örnekleri olan tatbikatlara göre hareket etmek, denenmişin birer tekrarı olacağı için kolaydır. Aynı bölgede aynı dinler aynı insanlar olduğu halde Osmanlı altı asır barışı sağlamıştı. Bu barışta aynı temel ölçü alınsa mesele hallolacak. Peki Osmanlının çeşitli din ve ırktaki insanları bir arada tutmanın sırrı neydi? Tabii ki, “ İslamiyetin bildirdiği hoşgörüydü.”
Osmanlı‘daki hoşgörü, padişahların gelip geçici iyi niyetlerinin eseri değildi. Hoşgörünün kaynağı İslamiyettir, yani vahiydir. İslamiyette esas olan, barıştır. Kur’an-ı kerimde, “ Sulhta daima hayır vardır” buyurulmaktadır.Aslında diğer dinlerdeki insanlarla beraber yaşama , tolerans ve hoşgörünün de ötesindedir. Sadece toleransla sınırlamak yanlış olur. Tarihçi Prof. İlber Ortaylı bu konuyu şöyle ifade etmektedir:
“ Müslümanlar için başka dinden insanlarla birlikte yaşamak, tolerans gibi bir kelime ile ifade edilecek şey değildir. Çünkü, biz başka dinden insanlarla yaşamasını Allah’tan öğrendik, bu O’nun emridir. Biz burada bir seçim yapma şansına sahip değiliz. Böyle bir şans ta talep etmiyoruz. Biz vahyin emirlerine itaat ediyoruz. Ve başka milletlerle yaşamayı, onları ancak ikna ederek kazanmayı yol olarak seçmişiz.
Yeryüzünde hiçbir Müslüman toplum yoktur ki, gayrimüslimlerle birlikte yaşamasın. Hiçbir müslüman toplum, kendilerine açıkca isyan etmedikçe, gayrimüslimlerle hadisesiz yaşayıp gitme örneğini göstermiştir. Avrupa geçmişte olduğu gibi tahammülsüzlüğünü bugün de gösteriyor…”
Bu düsturun uygulanmasıdır ki, Osmanlı’da yaşayanlar, Müslüman olsun veya gayrimüslim olsun, o ülkenin parçası kabul edilmiş. Osmanlı’da, Musevi, Ortodoks, Ermeni cemaatleri, kültür, din, dil açısından özerkti. Ortodoks milletinin içinde Rum olmayan, Bulgar ve Rumen gibi etnik gruplar da vardı.Onlar da dillerini kullanmakta, örf ve adetlerine göre yaşamakta özgürdü.Milliyetçilik, 18′inci yüzyılın sonunda, Osmanlıyı parçalamak, yok etmek için ortaya atılan dış güçlerin bir oyunudur. Osmanlı, farklılıkları yaşatan, muhafaza eden, onları ortadan kaldırmayı amaçlamayan bir sisteme dayanır. Altı asır Osmanlı sulhu böyle sağlandı.
Haçlı Seferleri, dinlerarası barışı, hoşgörüyü bozmuştur. Osmanlı Devleti, böyle olumsuz bir konjonktürde kurulmasına rağmen, ilişkileri düzeltti. Osmanlı Devleti’nde kimliği dil değil, din belirlerdi. Gayrimüslimlerin güvencesi padişah fermanları ile sağlandı. Osmanlı Devleti’nde siyasi irade, farklılıkları birbirine benzetmeğe hiç gayret etmedi. Hatta, milliyetçilik cereyanlarının başladığı dönemde dahi, asimilasyon yerine bir üst kimlik olarak Osmanlılığı oluşturdu. Osmanlı, farklılıkları siyasi alanda yanyana yaşattı.
Ortadoğu’da olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar’da da, 456 yıl dengeyi ve barışı korudu. Bir Hıristiyan köle dahi, mahkemesinde, kendi dinine göre yemin edebilirdi. 1918′den itibaren, Osmanlı’dan sonra, Arap dünyasında huzur kalmadı.
Bizde, Batı’dakinin aksine hak ve hürriyetlerin gelişmesi tarihi diye bir süreç yoktur. Onlarda hak ve hürriyetler 1215 tarihli Magna Carta ile başlar. Kralın bir lütfudur, ihsanıdır. Bizde bu hak ve hürriyetler yaradılıştan başlar. Çünkü dinimize göre, insan en şerefli bir varlık olarak yaratılmıştır.
Osmanlı, “Dinlerarası hoşgörü” yü sözde bırakmayıp, asırlarca uygulamıştır. Hoşgörüyü bizim onlardan değil, onların bizden öğrenmeleri gerekir. Hoşgörü öyle anlatılıyor ki, hoşgörünün esas sahibi sanki Batılı Hıristiyanlar… Tarihi gerçekler bu kadar nasıl çarpıtılır anlamak mümkün değil. Sanki asırlardır, diğer dinlere, hatta kendi dinlerindeki mezheplere hayat hakkı tanımayan onlar değil de bizleriz!
Bütün bu tarihi gerçeklere rağmen, Batı’nın bizden ısrarla hoşgörü istemesi, ister istemez insanın aklına başka şeyler getiriyor. Yoksa, hoşgörüden, diyalogtan maksatları, İslamiyetin içini boşaltıp, Hıristiyanlığa benzetmek, daha sonra da dinleri birleştirmek midir?
Posted in hoşgörü, dinlerarası diyalog, hıristiyanlık
Diyalogcular Hrant Dink’e Yâsin Okuttu!
Ocak 31st, 2007
Hrant Dink
Önce 8sutun.com internet sitesinde yayınlanan aşağıdaki haberi birlikte okuyalım:
Hrant Dink İçin Batman’da Yâsin Okutuldu
Batman’da, ‘Dinler arasındaki hoşgörü ortamına katkı sunan’ Seyid Bilal Vakfı, öldürülen Gazeteci-Yazar Hrant Dink için Yâsin okuttu. Vakıf 2’nci Başkanı Emin Bulut, “Yıllar öncesinden Dink’in atalarının geçtiği bu topraklarda, her kesimle içiçe yaşadık. Dink, bizim için bir değerdi. Öldürülmesi bizi derinden üzdü. Ona içimizden gelen duygularla Yasin okuduk” dedi.
Merkezi Batman’da bulunan Seyid Bilal Vakfı, öldürülen Hrant Dink için vakıf merkezinde Yâsin okudu. Dink için okutulan Yasin’i yaklaşık 30 Vakıf üyesi dinledi. Vakıf İkinci Başkanı Emin Bulut, dinler arasındaki hoşgörü, sevgi ve barışı her platformda dile getirdiklerini söyledi. 1950’li yıllarda Beşiri İlçesi’ne bağlı Yenipınar Köyü’nde yaşayan Hrant Dink’in yakınlarının halen bölgede bulunduğunu anlatan Emin Bulut, şöyle konuştu:
“Bizler vakıf olarak din, dil, ırk ve mezhep gözetmeksizin hoşgörünün temsilcisiyiz. Üç semavi dinin atası olan Hz. İbrahim’in soyundan geliyoruz. Yıllarca bu coğrafyadaki diğer inançların mensuplarıyla bir arada yaşadık. Et ve tırnak gibi iç içeyiz. Yezidi, Süryani, Ermeni ve Keldaniler de bizim parçamız gibiydi. Hrant’ın öldürülmesi bizi de üzmüştür. İçimizden Hrant’a Yasin okumak geldi. Ruhu şad olsun, mekanı cennet olsun.” (28/01/2007)
Hrant Dink dürüst, kaliteli bir yazar olabilir. Ama bazı iyi sıfatlar onu Müslüman yapmaz. İşin cılkını çıkardılar.Bazı Müslümanlar birbirlerine olmadıkları kadar gayrimüslimlere merhametliler. Kantarın topuzu iyice kaçtı. Allah’ın Kur’ân’da kâfirlere verdiği sıfatlar belli. Siz diyalogcular Allah’tan daha mı merhametlisiniz?Allah’a yalan isnad edenlerin insanların en zalimi oldukları kesin bir biçimde Kur’ân’da belirtiliyor. Allah’tan korkun.
İşte size bir haber ve bir okuyucu yorumu… Aslında bunlara bir ilâve yapmak gerekmez ama hayli üzüldüğüm için ben de birkaç satır yazmak istiyorum…Bakınız “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” derken nerelere geldik. Bu işin sonu nereye gidecektir?
Hrant Dink’in öldürülmesi hepimizi üzdü ve sarstı. Ülkemizde böyle bir şey olmasını istemezdik. Lâkin dinî bakımdan bazı gerçekleri de gözardı etmemeliyiz. Bu gerçekler nelerdir? Açık ve seçik yazıyorum:
(1) Bir gayr-i müslim için Yâsin veya mevlit okunmaz. Çünkü: Gayr-i müslim İslâm’ı hak din olarak kabul etmez…Peygamber Efendimizi hak peygamber olarak kabul etmez…Kur’ân-ı Kerîm’i hak kitap olarak kabul etmez…Bunları hak olarak kabul etmiş olsaydı, gayr-i müslim olmayacak, müslim ve mü’min olacaktı.
(2) Bir Hıristiyan kilisesinde bir Müslümana dua edilmesine şaşılmaz ama Müslümanların bir Hıristiyana Yâsin okutmalarına şaşılır. Çünkü:Müslümanlar Hazret-i İsâ’ya inanırlar, Hazret-i Meryem’e çok hürmet ederler, ona annemiz derler, Allah’ın İncil adıyla kutsal bir kitap göndermiş olduğuna iman ederler. Hıristiyanlarda ise, İslâm’ın Peygamberi ve Kitabı konusunda böyle bir benimseme, kabul ve iman yoktur.
(3) Dinlerarası Diyalog doktrini/ideolojisi İslâm’ın “usûlüne” zıttır. Kur’ân “İbrahim Yahudi ve Nasranî değildi, o hanif ve müslimdi” buyuruyor. Diyalogcular “Üç ibrahimî din” diyorlar. Kur’ân “Allah katında (tek hak) din İslâm’dır” diyor; onlar üç semavî ve ibrahimî din edebiyatıyla hak dinlerin sayısını (İslâm’ın aleyhinde olarak) üçe çıkartıyorlar.
Habere yorum yapan okuyucunun dediği gibi bazı Diyalogcular işin cılkını ve cıcığını çıkartmışlardır.
Batman’daki dernek işi o kadar ileriye götürüyor ki, Şeytan’ı kutsal tanıyan kişileri bile Diyalog şemsiyesi altına alıyor.
İslâm dini Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem ile çıkmış bir din değildir. Asıllar, temeller bakımından Hazret-i Âdem’den beri sürüp gelen tek hak dindir. Hazret-i Muhammed ile, Şeriat (uygulamaya ait hükümler) sahasında son şeklini almıştır. Allah’ın sıfatları konusunda hiçbir değişiklik olmamıştır. Binlerce yıl tevhid inancı esasmış… Hazret-i İsâ’dan birkaç yüzyıl sonra ortaya Teslis çıkmış… Böyle bir kopukluk ve değişiklik kabul edilemez.
Şayet Diyalogcuların bazısı “Hem Tevhid haktır, hem de Teslis haktır” inancına sahip iseler, iyi bilsinler ki, dinden çıkmış olurlar. Kur’ân, Sünnet ve İcmâ Teslis inancını kesin şekilde reddetmektedir.
Amerikalılarla, Siyonistlerle işbirliği yapan Diyalogcuların (Hepsini kasd etmiyorum, “yapanları” kasd ediyorum) sorumlulukları çok büyüktür. Şaşırttıkları, inançlarını bozdukları, saptırdıkları vatandaşların vebali onların üzerinedir.
Ne günlere kaldık!..
Resmî din otoritelerine soruyorum: Bir gayr-i müslime Yâsin okunur mu?
Nasıl cevap verecekler… Yukarıya tükürseler bıyık, aşağıya tükürseler sakal…
Posted in diyalog etkinlikleri, dinlerarası diyalog, köşe yazıları
Asıl Onlar Utansın!..
Ocak 31st, 2007
Benedict XVI-Bartalemaus-Mesrob Mutafyan
İstanbul’da toplanan “Uluslararası Avrupa Birliği Şurası” genel olarak değerlendirildiğinde;”Bilhassa, insan hakları yönünden dinimizde bazı eksiklikler, yanlışlıklar var; bunları eleştirel bir bakışla ana kaynakları yeniden yorumlayarak günümüzün şartlarına uyduralım, böylece Batı’ya karşı mahcubiyetten kurtulalım” havası hakimdi toplantıda. Alınan kararda da bu vurgulandı.
Şunu unutmayalım ki, elbisenin üzerine vurulan yama hiçbir zaman orijinalinin yerini tutmaz. Her şeyin, orijinali, aslı kıymetlidir.Arayışlara, zorlamalara hiç ihtiyaç yok. Tertemiz bir geçmişimiz var. Alnımız açık, yüzümüz ak. “Dinlerarası inanç ve hoşgörü toplantıları” son aylarda nedense hep gündemde! Aslına bakarsanız, dinlerarası diyolag, hoşgörü 14 asırdır zaten var. Asırlardır iç içe yaşamışız, hem de huzur içinde. Bunun tarih bakımından en yakın örneği, ecdadımız Osmanlı’nın uygulamasıdır. Konuşulanlardan, yazılanlardan açık olarak anlıyoruz ki, Osmanlı’dan hiçbir din mensubunun şikayeti olmamış. En geniş din hürriyetini, en güzel hamiliği yapmış ecdadımız. Böyle bir örnek varken, onlara şirin görünmek için yeni zorlamalara, yeni yorumlara ne ihtiyaç var? Üstelik, denenmiş netice alınmış. ABD bile Osmanlı’yı örnek alıyor!
Toplantıda, Prof. Dr. Nesimi Yazıcı’nın da ifade ettiği gibi,”Osmanlı’nın bir arada yaşama ve dini hoşgörü yönü iyi değerlendirilerek, bundan azami derecede istifade etmeliyiz!”
Aslında, asıl utanacak olan onlar. Yahudileri İspanya sahillerinde gemilerde ölüme terkedenler, fırınlara atanlar onlar. Mezhep farkı yüzünden yüzbinlerce dindaşını engizisyonlarda katleden onlar… Yirmi birinci yüzyılda hâlâ çağ dışı ırkçı düşüncelere sahip olanlar onlar.Sayın Başbakan bu gerçeği toplantıda şöyle dile getirdi: “Biz asırlardır, birçok ırk ve dindeki insanlara kucak açtık; ayırım yapmadan onları adaletle idare ettik. Hal böyleyken, bugün Batı’nın üçte ikisinde halen ırkçı görüş hakim. Hıristiyan kulübü olarak gördükleri için bizi AB’ye almakta direniyorlar. Bu bir aymazlık örneğidir.”
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, her zaman onlara merhamet etmiş, şefkatle yaklaşmış. Onları dışlamamış, alış veriş yapmış. Vefat ettiği zaman, bir Yahudiden borç aldığı arpa karşılığı kalkanı onda rehindi. Yalnız kendisi şefkatli davranmakla kalmamış, bütün Müslümanların da böyle davranmasını emretmiş. Üstelik, bunu yazılı hale getirip her tarafa dağıtmış.
Hz. Peygamberin teminatı
Müslümanların, Hıristiyanlara ve Yahudilere yapmakla mükellef oldukları muamele şekli, bizzat Resulullahın, bütün müslümanlara hitaben, yazdırdığı şu mektupta açıkca bildirilmiştir:
“Bu yazı Abdullah oğlu Muhammedin “aleyhisselam” bütün Hıristiyanlara verdiği sözü bildirmek için yazılmışdır. İş bu yazı, müslüman olmayan bütün kimselere verdiği ahdi, sözü tevsik için kaleme alındı.
Her kim ki, bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun, Cenab-ı Hakka karşı isyan, Onun dini ile istihza etmiş sayılır ve Cenab-ı Hakkın lanetine layık olur. Eğer Hıristiyan bir rahip (papaz) veya bir seyyah (turist) bir dağda, bir derede veya çöllük bir yerde veya bir yeşillikte veya alçak yerlerde veya kum içinde ibadet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle beraber, onlardan her türlü teklifleri kaldırdım.
Onlar, benim korumam altındadır. Ben onları, başka Hıristiyanlarla yaptığımız ahdler mucibince, ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden affettim. Vergi vermesinler veya kalbleri razı olduğu kadar versinler. Onlara cebretmeyin, zor kullanmayın. Onların dini reislerini makamlarından indirmeyin. Onları, ibadet ettikleri yerden çıkartmayın.
Bunlardan seyahat edenlere mani olmayın. Bunların manastırlarının (Kiliselerinin) hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların Kiliselerinden mal alınıp, Müslüman mescidleri için kullanılmasın. Ticaret yapmayan ve ancak ibadet ile meşgul olan kimselerden, her nerede olurlarsa olsunlar, vergileri almayın.
Onlar benim himayem altındadır. Ben onlara “eman” (izin) verdim. Ticaret yapanlardan, gelir vergisi almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mülkleri bulunursa bulunsun, yılda oniki dirhemden daha fazla vergi almayın. Onlara zahmet, meşakkat teklif olunmaz. Kendileriyle bir müzakere yapmak icab ederse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecektir. Onları daima merhamet ve şefkat kanadları altında himaye ediniz!
Onların kendi Kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibadet etmelerine mani olmayınız! Bunlara Kilise tamirlerinde yardımcı olunacaktır.
Bu ahdname (sözleşme) kıyamet gününe kadar devam edecek, dünya sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse, bunun aksine bir harekette bulunmayacaktır.”
(Mecmu’a-i Münşeat-üs-salatin,1.cild.s.30)
Bu ahdnameyi Peygamberimiz Hz. Ali’ye yazdırmıştır. Bizzat kendisi ve onyedi Eshabı imzalamıştır. İşte, “Diğer din mensublarına İslâmiyetin hoşgörüsü.” budur.
Böyle bir dinimiz, Peygamberimiz varken onlara karşı eziklik duymak, dini bilmemenin veya art niyetin alametidir. Bizim bu konuda onlardan öğrenecek hiç birşeyimiz yok, fakat onların bizden öğrenecekleri çok şey var… Bunun için de bizim onlara değil, onların bize yaklaşması gerekir…
Farzedelim, Dinlerarası diyalogla onların istediği gibi dinde değişiklik yapıldı. Bize karşı bakış açıları değişecek mi? Bu sorunun cevabını Kur’an-ı kerim veriyor:
“Dinlerine girmedikçe Yahudiler ve Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklar!..” (Bakara, 120) buyuruluyor.
“Hem müslüman hem hıristiyanım!”
Ocak 20th, 2007
“Diyalogdan Düğüne” başlıklı Zaman Gazetesinin Haberi-http://arsiv.zaman.com.tr/2000/04/15/guncel/2.html
Önce size merhum Nasreddin hocadan bir fıkra anlatayım: Hoca’nın devrinde bir ara asayiş sebebiyle, bıçak, kama vb. şeyleri taşımak yasaklanmış. Mutat aramalarda müderris olan Hoca’nın üzerinde kocaman bir kılıç bulunur.Subaşı, Hoca’ya sorar,
”Hoca bu nedir?”
“Bu tashih bıçağıdır.Yazılardaki yanlışlıkları bununla kazıyorum.”
“Hocam, bu nasıl tashih bıçağıdır, bizim bildiğimiz o küçücük bir şeydir. Seninki yarım metre boyunda? “
“Dediğiniz doğru, eskiden kafi geliyordu, fakat şimdi bildiğiniz gibi değil, öyle hatalar, yanlışlıklar yapılıyor ki, kazımakda bu bile az geliyor.”
***
Şimdi de gazetelerde yayınlanan bir haberi vermek istiyorum:
“Diyalogdan Düğüne”-Haber Arşivi:http://arsiv.zaman.com.tr/2000/04/15/guncel/2.html
“Lester Kurtz ve Mariam (Meryem) Kurtz, Dinlerarası Diyalog toplantısının en ilginç konuklarıydı. Biri Teksas’tan yani Amerikalı, diğeri Darussalem yani Tanzanya’dan. Biri metodist protestan bir ailede büyüyüp Quaker (tarikat üyesi)olarak hayatını sürdürüyor, diğeri ise Müslüman. Biri Teksas Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü, diğeri ise gazeteci. Afrika’da katıldıkları bir konferansta tanışıp evlenmeye karar vermişler. Amerika’ya yerleşip resmi nikahlarını yapmışlar ve tam bir yıldır dini nikah kıymak için beklemişler. İşte bu bekleyiş, nihayet Urfa’da son buldu.
Haham, papaz ve müftünün huzurunda kendisini Kelime-i şehadet getirerek ‘hem Hıristiyan, hem de Müslüman’ ilan eden ve aynen çifte vatandaşlıkta olduğu gibi çifte dinli olmak istediğini ve Meryem ile evlenerek geçmişinde sahip olduğu Hıristiyan kültürle İslam kültürünü meczetmek istediğini belirten Lester, ‘ İslamiyet’in güzellikleri ile geçmişimdeki Hıristiyanlıktan kaynaklanan güzellikler arasında bir tezat görmüyorum ve iki dinin güzelliklerini İbrahim Peygamber’in mekanında Musevi dostlarımın da duaları ile Meryem’le birlikte dini nikah kıyarak sürdürmek istiyorum’ dedi.
Gözleri dolu bir biçimde bu anı beklediğini belirten Meryem ise, Lester’in geçen yıl bir ay oruç tuttuğunu, Ramazan boyunca beş vakit namaz kıldığını, birlikte Hıristiyan bayramlarını da kutladıklarını; fakat İslami usullerle nikah kıymayı hep arzuladıklarını vurguladı. Üç dinin duaları ile salevatlar eşliğinde gerçekleşen nikah merasimi, katılımcıları derin ve anlamlı düşüncelere sevk etti. Bu evlilik, diyaloğun bir göstergesi olarak algılandı.”
(15 Nisan 2000 Cumartesi-Zaman Gazetesi)
Gel de şimdi Hoca’nın fıkrasını hatırlama. Fakat, olaydaki yanlışlıkları Hoca’nın kılıcı da düzeltecek gibi değil… Çünkü, diyalogun neticesi, meyvesi olarak takdim edilen olay, tamamen gayri İslami… Yapılanı izah etmeye kalksam günler sürer. Zaten lüzum da yok; her Müslümanın bildiği yanlışlıklar… Bu olay, Hıristiyan aleminin ne yapmak istediğini açık şekilde ortaya koymaktadır.
Şimdi sormak lazım: Bu bir dinlerarası diyalog mu, yoksa dinleri birleştirme mi? Diyalog, zaten asırlardır devam etmektedir. Mesela, İstanbul’da aynı sokakta, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi iyi komşuluk içinde yaşıyordu. Birbirlerinin inançlarına saygı gösteriyorlardı. Fakat, hiç bir Müslüman, nikah için, Kiliseye, Havraya gitmezdi. Onlar da camiye gelmezdi. Herkes kendi ibadetini kendi mabedinde yapardı. Olması gereken de zaten bu değil mi? Bunun tersini düşünmek saygısızlık, inançları hafife almak olmaz mı?
Bu toplantılar ile ilgili şöyle de bir yorum gözüme çarptı:
Ahmed Şahin
“Ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Garip olan şudur ki, ittifak ettiğimiz amentüyü öne geçirmiyor da, ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Halbuki temelde ittifak varken, teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir.”
(17 Nisan 2000 Pazartesi-Zaman Gazetesi-Ahmed Şahin’in “Ehl-i kitapla amentüde ittifakımız var!” başlıklı yazısından alıntı)
İnsan ne söyleyeceğini bilemiyor doğrusu… Derler ya, küçük dilimi yuttum… Aynen öyle. Şimdi bu iddia sahibine sormak lazım: Onlarla aramızdaki fark, amentünün sonundaki, “Ben şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam, O’nun kulu ve resulüdür.” hükmüdür. Müslümanı Müslüman yapan da bu farktır. Bu fark olmasaydı, İslamiyet olur muydu? Bu farka hiç “teferruat” denebilir mi? Peygamberimiz bu farkı kabul ettirmek için mücadele etmedi mi? Dört büyük halife, diğer Eshabı kiram efendilerimiz, başta ecdadımız Osmanlılar olmak üzere bütün Müslüman devletler, asırlardır bu farkı dünyaya tebliğ için çalışmadılar mı? Bütün bunlar teferruat mıydı?..
Yeni bir “HAÇLI SEFERİ” mi?
Ocak 14th, 2007
Yeni Haçlı Seferi dinler Arası Diyalog
Hiç dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum. Hıristiyan âlemi son seneler birden bire değişti. Dinlerarası diyalog, barış, sevgi, tolerans devri başladı. Haçlı Seferleri’nde Müslümanlara akıl almaz işkenceler yapıp katledenler; bununla da kalmayıp kendi dininden olan milyonlarca insanı bile mezhep farkından dolayı yok edenler, birden kuzu gibi oldular. İnsan haklarından, insan sevgisinden, kardeşlikten bahsetmeye başladılar.
İnsanın ister istemez aklına geliyor: Gerçekten bunlar kuzu gibi oldular mı, yoksa, halen kuzu postuna bürünmüş kurt mudurlar? Merak ettiğimiz bu sorunun cevabını yine kendileri verdiler: Vatikan’ın 1999 yılında yayınladığı; “Towards a pastoral approach to culture” adlı bir kitapta esas maksatlarını açıkca şöyle ifade etmekteler. “Bütün insanlar Hz. İsa’ya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır nihaî maksadımız”.
Demek ki, bütün bunlar; yeni taktikler, yeni metodlar…Şimdi, bu tür faaliyetlerin tarihi seyrine bir göz atalım. Hıristiyan misyonerliğini yedi aşamada ele alabiliriz. Bu aşamaların her birinde, döneme ve şartlara göre farklı metotlar takip edilmiş. 1965’den sonra, “Diyalog Dönemi” başlatılmış.
Eski dönemlerde, Haçlı Seferleri sırasında, çok acımasız, çok zalimane, çok kanlı usullerle Hıristiyanlığı yayma, Müslümanlığı yeryüzünden silme faaliyetlerine girişilmişti. İşte bu yeni ”Diyalog” döneminde, bunları unutturmak için; Hıristiyan olmayan bütün insanlarla konuşarak, her türlü din mensubunu muhatap kabul ediyor görünerek, onlara şirin görünmeye çalışarak, onların inançlarını da tenkit etmeden, Hıristiyanlığı anlatma, insanlara sevdirme ve bütün dünyayı Hıristiyanlaştırma hedeflenmiştir.
Bu maksatla, Ülkemizde, Ortasya Türk Devletlerinde, diğer İslâm Ülkelerinde ve Hıristiyan olmayan diğer ülkelerde, o ülkelerin dilleriyle ve lehçeleriyle yazılmış pek çok kitap, kitapçık, broşür, mektup, yerine göre para dağıtılmakta. Örneğin, Azerbaycan’da Hıristiyanlığı seçene, kişi başına 100 dolar verilmekte; aylık maaşların 20-30 dolar olduğu düşünülürse, büyük rakam! Tek Hıristiyan Türk topluluğu olan Gagavuzlara İslamiyetten uzak kalmaları için ödenen para ise kişi başına 200 dolar.
Kendi dini hakkında hiçbir bilgisi olmayan insanlara, bu yayınlar, paralar cazip görünmektedir. İslâm dinini bilen, Peygamberimizin hayatını öğrenen insanlar, bu yayınlardan ve masallarından etkilenmez. Ama çeşitli maddî sıkıntılar içinde zorlanan, birtakım boş, gerçekleşmeyecek vaadlerle, aldatılarak kandırılan insanlar bulunabilir.
Bedava sirkenin baldan tatlı olduğuna inanan insanlar her asırda bulunmuştur. Bundan sonraki asırlarda da bulunacaktır. Ama bu bedava sirkenin onun midesine zarar vereceği, kendisini zehirleyeceği , dünya ve ahıretini perişan edeceği anlatılırsa,insanlar onu kabul etmeyecektir. Bedava sirkenin yanında, insanlara bedava bal da takdim edilse, insanlar balı tercih edeceklerdir.
Araştırmacılara göre, bu faaliyetin arkasında ABD’nin desteği de var. “ABD, kıtalararası imparatorluğunu sürdürmek için, her üç semavi din içinde, kendisine bağlı birer tarikat örgütledi. Bu tarikatların hepsinin söylemi aynı: Dinlerarası Diyalog!”
Mesela, ABD, Güney Kore’yi sömürgeleştirirken, bir de Hıristiyan Tarikatı kurdu ve Güney Kore nüfusunun yüzde 40’ı Budistlik’ten vazgeçip Hıristiyan oldu; bu başarıdaki en büyük pay, “ Moon tarikatı”nındır. Scientology tarikatı da bu maksatla kurulmuştur. Bu tarikatların dini yorumlayışları, çalışma tarzları ve hedefleri arasında normalin üzerinde uyum var…”
Bütün bunlardan sonra şu söylenebilir: Komünizmin yıkılmasından sonra, Batı, gücünü İslamiyeti yok etmeye yöneltti. Müslüman alemi, yeni bir Haçlı Seferleri ile karşı karşıya. Fakat bu defa çok dikkatliler. Müslümanları uyandırmamak için her türlü hileye başvuruyorlar. Nihai hedefe varmayı üç safhada gerçekleştirmeyi planlıyorlar:
Önce dinlerarası diyalog. Sonra, dinlerin birleştirilmesi. Son olarak da, dinlerin birleştirilmesi kılıfında kendi ifadeleri ile, “Kilisede toplamak!”
Bu defaki Seferler, orta çağdakilere benzemiyor. Sefere katılan sadece Avrupa değil, zamanımızın süper devleti olan ABD’ de var işin içinde. O bakımdan Müslümanların işi zor görünüyor. Ne diyelim; sebeplere yapışıp, oyuna gelmemek için Allah’a sığınmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok. Allah yardımcımız olsun!
Kafa Karıştıran Diyaloglar…
Ocak 13th, 2007
Dinler Arası Diyalog ve Hoşgörü Projesi
Gayri müslimlerle, diyalog, hoşgörü toplantıları devam ediyor; Urfa, İstanbul, Mersin… Bundan sonra da, değişik zeminlerde, mekanlarda devam edeceğe benziyor… Devam etsin, diyalogtan hoşgörüden kimsenin şikayeti yok. Asırlardır bu zaten var. Burada duyulan endişe; acaba, dinimize bir zarar gelecek mi, gelmiyecek mi düşüncesi.
Endişe duyulacak sebepler de yok değil… Bir Hıristiyan, Müslüman kadınla evleniyor. Diyalog mensuplarının huzurunda nikahları yapılıyor. Adam , “Ben çifte dinliyim” diyor. Kimse çıkıp da, bu vatandaşlığa benzemez, çifte dinlilik olmaz demiyor. Ayrıca İslamiyette, Müslüman kadın, “Hıristiyan erkekle evlenemez” de denmiyor. Yoksa, bunlar da mı teferruat olarak görülüyor! Doğrular dile getirilse kimse endişeye kapılmayacak.
Vatikan’ın 1999 yılında yayınladığı kitaptaki, “Bütün insanlar Hz.İsaya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz edilerek Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır nihai maksadımız” ifadesi de kafaları karıştırıyor!
Bir de toplantıların sonunda alınan kararlara bakıyorsunuz; hepsinin ortak noktası, İslam dinini tenkit ederek, yeniden yorumlayarak hoşgörü ortamı sağlamak… Tenkit ettiğin, beğenmediğin şeyi nasıl başkalarına sunacaksın? Diyalog kurabilmek, İslamiyeti tanıtabilmek için takip edilen yol yanlış. Geçmişteki uygulamalardan örnekler vermek aslında yeterli. Hazret-i Ömer’in Kudüs fethedilince, Kudüs halkına verdiği “Eman” güzel bir örnek…
Tarihi vesika
Bu emanda, gayri müslimlere geniş ibadet hürriyeti verilmektedir. Çünkü, dinimiz gayri müslimlere de iyi davranmamızı, onlara zulüm yapmamamızı emretmektedir. Hatta İslamiyet, gayri müslim hakkına, Müslüman hakkından daha çok önem verip sakınılmasını emretmektedir.
Hazret-i Ömer‘in bu emanı da şöyle:
“İşbu mektup, Müslümanların emiri Ömer-ül-Faruk’un, Kudüs halkına verdiği eman mektubudur ki, onların varlıkları, hayatları, Kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile diğer bütün milletler için yazılmıştır. Şöyle ki:
Müslümanlar, onların Kiliselerine zorla girmeyecek, Kiliseleri yakıp yıkmayacak, Kiliselerin herhangi bir yerini tahrip etmeyecek, mallarından az bir şey bile olsa almayacak, dinlerini ve ibadet tarzlarını değiştirmeleri ve islam dinine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zorlama yapılmayacak.Hiçbir Hıristiyan en ufak bir zarar bile görmeyecek. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine, eman verilecektir. Eğer burada kalmak isterlerse, tamamen teminat altında olacaklar. Yalnız Kudüs halkı kadar cizye, gelir vergisi vereceklerdir.
Eğer Hıristiyan halkından bazıları, aile ve malları ile beraber çıkıp gitmek isterlerse ve Kiliselerini ve ibadet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere kadar canları, Kiliseleri, yol masrafları ve malları üzerine eman verilecektir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zamanına kadar, onlardan hiçbir vergi alınmayacaktır.”
İmza:Ömer-ül-Faruk. Şahidler: Halid bin Velid, Amr İbnil’as, Abdürrahman bin Avf, Muaviye bin Ebi Süfyan.
İşte gerçek hoşgörü!
Bu konu ile ilgili bir de anektod aktarayım:Kudüs’ün Müslüman askerler tarafından fethinden bir müddet sonra da , papazlar, halife hazret-i Ömer’i Kiliseye davet ettiler.Hazret-i Ömer, görüşme uzayınca namaz kılmak istedi:”Papaz efendi, bana bir yer gösterin de namazımı kılayım”dedi. Papaz, “Buyurun burada kılabilirsiniz, bizim için bir mani yoktur ya Ömer!” dedi. Hazret-i Ömer’in, gösterilen yerde namaz kılmak istemediğini anlayan papaz, sordu ”Peki, sizin burada namaz kılmanıza mani olan şey nedir?” Hz. Ömer şu cevabı verdi: “Benim halkım, namaz kıldığım yeri cami yapmak ister. Burada namaz kılınca siz, Kilisenizin mescide çevirilme tehlikesi ile karşı karşıya kalırsınız. Bunun için bana başka bir yer gösterin.”Kilisenin dışında müsait bir yer gösterdiler. Hazret-i Ömer namazını orada kıldı. Daha sonra, burası mescid haline getirildi. İsmine de Ömer Mescidi denildi.
İşte Müslümanlar, geçmişte gayri müslimlere bu kadar geniş ibadet hürriyeti verirlerdi. İbadetlerine mani olmadıkları gibi, ibadetlerine mani olacak şeyleri de ortadan kaldırırlardı. Onlara da rahat ibadet etme imkanı sağlarlardı.İslamiyette, gayri müslimlere ibadet hürriyeti sağlandığı gibi, Müslümanların malı, canı, namusu nasıl korunuyorsa, gayri müslimlerin mal ve can emniyeti de aynen sağlanır. Bunun için gayri müslimler, Müslümanlar arasında asırlarca, rahat, korkusuz bir şekilde yaşamışlardır.
Bunları anlatmak varken, iki de bir dinimizi tenkit edelim, yeniden yorumlayalım demenin kime ne faydası var? Onlara şirin görünmek için illa da dinden taviz mi vermemiz gerekir?
Zenbilli’nin Gayri Müslümleri Savunması
Müslüman devletler, gayr-i müslimlerin hakkına, hukukuna saygılıydı. Bugünkü gibi hoşgörünün adı değil kendisi vardı. Gayri müslimlerin hukukuna ne kadar saygılı olduğunu göstermek bakımından ecdadımız Osmanlı’dan bazı anektodlar aktarmak istiyorum:
Avrupa’da, kralların, istediği kimseyi astırdıkları, istediği kimseyi hapsettikleri, yani tam bir diktatörlük ile ülkelerini idare ettikleri zamanlarda, Müslüman ülkelerde, Müslüman olsun, gayr-ı müslim olsun, herkese adalet ile muamele ediliyordu.
Sultan Selim Han‘ın şeyhülislamlarından, Zenbilli Ali Efendi, yolda, elleri bağlanmış kişilere rastladı. Bu kişilere sordu: “Nedir bu haliniz?” “Biz Hıristiyan tüccar kimseleriz. Alış-verişimizi Sultanın emrine göre yapmadığımız zannedildiği için bizi tutuklattı.”
Zembilli Ali Efendi, bunları dinledikten sonra Padişahın huzuruna varıp dedi ki: “ Padişahım, tüccarlara haksızlık yapılmış; serbest bırakılması lazımdır. Bunlar senin emrine aykırı bir iş yapmamışlar.” Padişahın,” Ben sana, benim yaptığım siyasi işlere sen karışmayacaksın dememiş miydim?” sözlerine karşılık “Burada gayri müslim insanların, haksızlığa uğraması, zulüm görmesi mevzubahis. Bunun için, şeyhülislam olarak, buna müdahale etmem benim vazifemdir. Karışmazsam, vazifemi yapmamış olurum.” dedi.
Yavuz Sultan Selim, korkusuzca hakkı savunan, Ali Efendi’nin bu hareketine çok memnun oldu. Yanlış bir iş yaptığında kendisini ikaz edecek bir din adamı bulunduğu için Allahü teâlâya şükretti. Sonra tüccarları salıverdi.
* * *
Bir anekdot daha!
Avrupa Hıristiyanları, Papa’nın kışkırtması ile bir araya gelip, Osmanlı topraklarına saldırınca, Kanuni Sultan Süleyman Han ordusuyla sefere çıktı.Ordu, ağır ağır hedefe doğru ilerliyordu. Yol dar olduğundan, ordu mecburen bağların içinden geçiyordu. Hava çok sıcaktı. Asker susuzluktan kıvranıyordu.Çok güzel üzümleri bulunan bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopardı. Yiyerek biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti.
Çok geçmeden mola verildi. Bu esnada, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiği görüldü. Hıristiyan köylü ısrarla Padişah ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanuni‘nin huzuruna götürdüler. Kanuni sordu:”Nedir bu halin, kan-ter içinde kalmışsın? Bir şikayetin mi var?” Köylü, “ Ben şikayet için değil, tebrik etmek için geldim. Askerleriniz bağdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağlı bir çıkı gördüm. İçini açtığımda, para vardı. Dikkatli baktığımda, bir salkım üzümün koparıldığını gördüm. Anladım ki, koparılan üzümün parası olarak bırakılmış. Sizde böyle güzel ahlaklı asker olduğu müddetçe sırtınız yere gelmez. Sizi tebrik ederim!”
Aynı ordu, Belgrat yakınlarında, yine mola vermişti. Askerler, susuzluklarını gidermek, abdest almak için çeşme arıyorlardı. Bir manastırın yakınında bir çeşme bulup, ihtiyaçlarını giderirken, manastırdaki birkaç rahibe, askerlere yardım etmek için çeşmenin başına geldi. Kadınların geldiğini gören askerler, hemen çeşmenin başından çekilip, sırtlarını döndüler, kadınlara yan gözle bile bakmadılar.
Bu durumu uzaktan ibretle seyreden, Başrahib, hemen eline kağıt-kalem alıp, haçlı kumandanına şunları yazdı: ”Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bunlar kadına-kıza, mala-mülke önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini feda ederek, dinlerini yaymaya çalışıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey Haçlı kumandanları! Siz “Onlardaki bu ahlakı bozmadan, ortadan kaldırmadan” onlarla mücadele ederseniz, canlarınızdan ve mallarınızdan mahrum kalacağınız açıktır. Kendinizi ölüme atmayınız!..”
Sakın, diyalog, hoşgörü, dini yeniden yorumlama çalışmalarında, burada bahsedilen “ahlakı” ortadan kaldırma gayretleri olmasın!..
BU YAZI BAZI KAYNAKLARDAN ALINTIDIR
HZ. MUHAMMED' İ ( S.A.V. ) KELİME-İ ŞEHADET' TEN ÇIKARDILAR
Avrupa'daki Milli Görüş teşkilatı, 2007 takviminde Kelime-i Şahadet'ten Hz. Muhammed'i çıkardı. Takvimde, sadece ''Eşhedü en lâ ilâhe illallah'' sözüne yer verildi. ABD' de yaşayan Gülen, fetva vererek ''Muhammed Allah'ın resulüdür'' denilmemesini söylemişti. ''Dinlerarası Diyalog'' göreviyle verilen fetva, sonunda Milli Görüş'ün takviminde de boy gösterdi...
Dinlerarası diyalog uğruna gelinen son noktada, artık kurtulmak ve de Müslüman olmak için Hz.Muhammed'e de gerek yok diyor birileri.
PROFESÖR DR MEHMET BAYRAKTAR:
HZ. MUHAMMED’İ KARALAYAN KARİKATÜRLER GİBİ...
Stutgart Milli Görüş Bölge Başkanlığı’nın bastırmış olduğu Hicret Takvimi 2007’nin kapak sayfasındaki Kelime-i Şahadet’ten “Ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu” kısmının bilerek veya bilmeyerek de olsa kaldırılmış olması gerçekten büyük bir gaflet veya çirkin bir harekettir. inancının en temel cümlesinde bile gaflet gösteren bir Müslüman düşünülemez.
Bu tür davranışların içerdiği tehlike Batılıların Hz. Muhammed’i karalayan karikatürlerinden geri kalmaz. Bu tür olumsuz davranışlar sözüm ona “dinler-arası diyalog”, “medeniyetler ittifakı” ve “Avrupa İslami” gibi İslamın özünü buharlaştırmaya yönelik sinsi faaliyetlerin bir etkisi olarak görülebilir. Oysa, Hz. Peygamber’den günümüze kadar böyle bir ayrıma/kırılmaya gidilmemiştir. Hz. Muhammed’in kendi mühür ve imzalarında ve tarihteki Müslüman devletlerin bastırdıkları para ve sikkelerinde, bayrak ve flamalarında “Muhammed’ün Resulullah” tabiri yer almıştır. Bu Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin formüle ettiği Islam itikadının bir gereğidir.
Öyle ki ilk İngiliz kralı Rex’in bastırdığı ve bugün British Museum’da sergilenen parada bile “La ilahe ill’Ailah Mubammed’ün Resulullah” ibaresi yer almaktadır, Ne yazık ki günümüz Müslümanları İslam inanç esasları noktasında Rex (ki müslüman olduğu da kuşkuludur) kadar bile bilinçli değildir.
O halde gerek Kelime-i Tevhit ve gerekse Kelime-i Şahadet’te Hz. Muhammed’in yer alması, İslam inancının özsel bir unsurudur. Onsuz Müslüman olunamaz.
Nurcularsa konuyu böyle kıvırıyor
DİNLER ARASI diyalog konusunda şöyle veya böyle düşünenleri bir an için unutalım ve böyle bir fikirle ilk defa karşılaştığımızı varsayarak diyaloğa karşı tavrımızın nasıl olması gerektiğini belirlemeye çalışalım.
Yeryüzündeki tek hak din olan İslâm’ın mensupları olarak böyle bir diyaloğa, öncelikle, “Evet” dememiz beklenir; ancak, burada önemli olan, söz konusu diyaloğu kimin kimlerle yapacağıdır.
Bu görüşmelerde Müslümanları temsil edecek kişilerin İslâm’ın temel hükümlerini harfiyen yaşamaları, bu dinin güzellikleriyle kalplerini, akıllarını, bütün duygu ve latifelerini kemâle erdirmeleri, muhtaçların karşısına böylece çıkmakla onlara yaşayışıyla fiilen ders vermeleri gerekir. Bunu başarılabilirlerse, Üstad Bediüzzaman’ın şu şartlı müjdesi de, Allah’ın izniyle, gerçekleşecek demektir:
dansözlüğün bu kadarı
İşte diyalog bu noktaya gelindikten sonra başlarsa faydalı olur. Gerçeği arayan, fakat ideal inanç sistemini ve onu sergileyen örnek insanları bulamadığından içine kapanıp kalan ve çareyi sefahatte ve inançsızlıkta bulan günümüz Batı toplumu, ancak böyle bir diyalog sonunda gerçeklerle tanışabilir, Kur’an-ı Kerim’e kavuşabilir ve bütün âlemlere Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (asm.) ümmet olma şerefine erişebilir.
dinler arası diyaloglarla dinimizi yayacaklarmış
bunları kim kandırdı acaba???
yoksa açık açık masonlara mı hizmet ediyorlar????
Adım adım hedefe…
Dinlerarası diyalog adım adım hedefine ulaşıyor. Diyalogcuların gönlü rahat olsun! Müslümanların, noel ayinlerine katılması, ortak nikah merasimi ve Hıristiyan temsilcilerin Ramazanlarda iftar yemeklerinde beraberce dua etmelerinin ardından, şimdi de, ortak cenaze merasimi beraberliği başladı.
Geçenlerde biliyorsunuz, Patrik Selçuk Erenerol öldü.Toprağı bol olsun. Fakat, cenaze merasimi daha önceki bildiğimiz gayri müslim cenaze merasimlerinden farklı oldu. Cenazeye Hıristiyan ve Müslüman din adamları da katılarak dua ettiler. Şimdi bununla ilgili habere bir göz atalım:
“Patrik Selçuk Erenerol’un cenaze töreni, hem Ortodoks, hem de İslam usulüne uygun yapıldı. Bulgar Kilisesi Başpapazı Kostas’ın yönettiği ayine ilahiyat mensupları da katılarak dua ettiler. Profesör Zekeriya Beyaz, ‘Selçuk kulun dinine, milletine, vatanına, bayrağına bağlı yaşadı. Onu Hazreti Muhammed, Hazreti İsa aleyhisselam şefaatine nail eyle yarabbim. Allah rahmet eylesin’ dedi ve Fatiha okudu. Bazı parti yöneticileri bizzat katılırken, bazıları da çelenk gönderdi. Selçuk Erenerol , Kilisedeki törenden sonra, Papa Eftim II Turgut Erenerol’un mezarının yanına defnedildi.”
( bkz.23.12.2002 tarihli gazeteler)
Hani derler ya, buyurun cenaze namazına…Son günlerde olanlar tam buna uygun. Şimdi sormak lazım; merasim niçin sadece Hıristiyan adetlerine göre yapılmadı da, İslam adetleri de karıştırıldı. Bırakalım İslam açısından doğruluğunu yanlışlığını, Hıristiyanlık açısından da uygun bir iş değil bu. En azından, patriğe ve Hıristiyanlığa saygısızlıktır yapılan. Adam Hıristiyan olduğuna göre, merasimin sadece kendi dinine göre yapılması onun tabii hakkı değil mi?
Bütün bunlar “Dinlerarası Diyalog” rezaletinin neticesidir. Ben diyaloga karşı değilim. Fakat, ben diyaloğu onların anladığı gibi anlamıyorum. Zaten asırlardır bunlarla diyaloğumuz vardı. Her mahallede, aynı sokakta bunlarla beraber yaşadık. Birbirimizin sıkıntısına, yardımına koştuk. Aç iseler doyurduk, bakacak kimseleri yoksa, Devlet olarak, millet olarak baktık bakıştırdık. Fakat günlük yaşayışla ibadetlerimizi birbirine karıştırmadık. Onlar Kiliselerinde biz camilerimizde, herkes kendi dinine göre ibadetini serbestçe yaptı. Kimse, kimsenin ibadetine, ayinine karışmadı. İşte gerçek diyalog budur, benim anladığım, dinimizin de emrettiği diyalog budur. Hoşgörü budur.
Peki, diyalogculuğun mimarı olan Vatikan bunu bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Öyleyse maksatları ne? Maksatları şu: Peygamber efendimizin bildirdiği ve 14 asırdır sarsılmadan devam ettirilen, dinimizin Hıristiyanlığa karşı olan bakış açısını değiştirmek. Müslümanlara, “Hıristiyanlığı da, İslamiyet gibi hak din olarak göstermek. Onlar da Allaha inanıyor biz de Allah’a inanıyoruz, Peygamberlerin farklı olması önemli değil” inancını yayarak, Müslümanların imanını sarsmak, dinden çıkartmak. Halbuki İslâmiyete göre, bir insan, son peygamber Muhammed aleyhisselama inanmadıkça, O’na tabi olmadıkça, İslamiyeti son ve hak din, diğerlerini batıl, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz.
Eğer Hıristiyanlık ve diğer dinler, bozulmasaydı, doğru olsaydı, Muhammed aleyhisselamın gönderilmesi lüzumsuz olmaz mıydı? Yine Peygamberimizin bütün ömrü boyunca, insanların kendisine inanmaları için mücadele etmesi, herkesi Müslüman olmaya davet etmesi haşa lüzumsuz muydu?
Yine Muhammed aleyhisselâmın yolunda olan, İslam devletlerinin bütün dünyaya yayılıp, halkı müslüman olmaya davet etmeleri, bunu kabul etmeyenlerle, mücadele etmeleri, bu yolda milyonlarca şehid vermeleri boş şeyler miydi?
İşte bütün mesele burada düğümleniyor. Yavaş yavaş sinsice, başta Peygamber efendimiz olmak üzere, Müslümanların bugüne kadar yaptıklarının yanlış ve yersiz olduğu intibaını hafızalara hissettirmeden yerleştirmek.Müslümanların dini yaymak gayretlerini yok etmek. Madem ki diğerleri de doğru, onlar da Cennete gidecek, benim İslamiyeti yaymama, insanların Müslüman olmaları için çalışmama ne gerek var, düşüncesini yerleştirmek. İslâmiyetin esası olan, emri marufu, nehyi münkeri yok etmek.
Posted in diyalog etkinlikleri, diyaloğun hedefi, dinlerarası diyalog, vatikan | Comments Off
h1
Diyalogcular sigarayı haram kıldı!
Mart 12th, 2007
FETHULLAH GÜLEN-HAYRETTİN KARAMAN
Din yeni çıkmış gibi; insanlara göre değişirmiş gibi, her gün dinin bir meselesi sorgulanıyor. Mesela içkili namaz kılınır mı sorusuna herkes bir şey söylüyor. Kimisi, ben onaylamıyorum, kimisi, bir sakıncası yok diyor. Hiçbirisi kitaplardaki hükmü bildirmiyor. Halbuki fıkıh kitaplarında, (Sarhoş olarak kılınan namaz sahih olmaz. Az içkili olarak kılmak mekruhtur. Sallanacak kadar sarhoş olanın abdesti de bozulur) deniyor.
Şimdi de Zaman Gazetesi’nin 01/09/2006 tarihli “Fethullah Gülen ve Hayrettin Karaman’a göre sigaranın dindeki yeri” başlıklı haberininden bazı bölümleri aktaralım:
“FETHULLAH GÜLEN-Tedricî intihar olduğu için sigara haramdır
…Selef ulemasının bu mevzuda net bir fetva vermemiş olması ihtimal o dönemde sigaranın zararlarının bu derece bilinmeyişindendir. Eğer onlar da sigaranın zararlarının bu derece olduğunu bilselerdi fetvaları daha farklı olurdu.
PROF. HAYRETTİN KARAMAN-Sigara, 3 sebepten dolayı dinen haramdır
…Geçmişte İslam alimlerinin bir kısmı sigaraya mekruh veya mubah hükmünü vermeleri tamamen bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Tıbbi tahliller ortada yokken zararının bu kadar tehlikeli olduğu bilinmezken mubah veya mekruh hükmü verilmiştir.”
***
Soru: “Eski âlimler, sigaranın zararlarını bilmedikleri için sigaraya helal demişler. Bugün sigaranın öldürücü bir zehir olduğu kesin olarak ispat edilmiştir. Sigara içmek intihardır. Sigara elbette haramdır” diyenlerin eski âlimleri bilgisizlikle suçlamaları doğru mu?
CEVAP
Çok yanlıştır. Günümüzdeki cahillerin, önceki âlimleri sigaranın zararlarını bilmiyorlardı diyerek cahillikle suçlamaları, kıyamet alametidir. İslam âlimlerine olan düşmanlığın açık bir örneğidir. Resulullahın vârisleri olan İslam âlimlerini cahillikle suçlamak çirkin bir bid’attir.
Üç hadis-i şerif meali:
(Kıyamete yakın, türediler, önceki âlimleri cahillikle suçlayacaktır.) [İbni Asakir]
(Bu ümmetin sonunda gelenler, önceki âlimleri kötülediği, cahillikle suçladığı zaman, ilmini gizleyen, Allah’ın indirdiği Kur’anı gizlemiş olur.) [İbni Mace]
(Bid’atler çıkınca âlim ilmini açıklasın! İlmini açıklamayana lanet olsun!) [Deylemi]
Kur’an-ı kerimi gizleyerek lanete müstahak olmamak için, İslam âlimlerine saldıran türedilere, yine o büyük âlimlerin kitaplarından alarak cevap vermek zorunda kaldık.
Birçok şeyin fazlası zararlıdır. Bunların fazlası zararlı diye, azını kullanmaya haram denemez. Aklımıza değil, din kitaplarında ne yazıyorsa ona uymamız gerekir.
Tıpta kullanılan ilaçların çoğunda zehir vardır. Çok miktarları ölüme sebep olurken, az miktarları ise dertlere deva olmaktadır. Mesela eter için azı ayıltır, çoğu bayıltır denmektedir. Allahü teâlâ zehirleri de boşuna yaratmadı. Kanserlilere de zehir verilmektedir. Sigarada da öldürücü zehirler vardır. Çoğu elbette zararlıdır, ama azı zevkle içilmektedir. Oruçlu kimse, akşam iftar vakti, yemekten önce sigaraya sarılmaktadır. Kafam çalışmıyordu, sigara içtim rahatladım diyenler oluyor.
Tütünün zararları bilinmese bile, zehirli otların zararları bilinmekteydi. Afyon ve türevleri olan eroin, kodein, morfin ile baldıran, zakkum, esrar, kafein, kokain gibi zehirli otlar ve diğer zehirler eskiden de biliniyordu. Bilinen bu zehirli otların sarhoş etmeyecek, zarar vermeyecek miktarlarının haram olmadığı, az miktarlarını ilaç olarak kullanmanın caiz olduğu, (Feth-ur-rahim, Dürr-ül Muhtar, Redd-ül Muhtar) gibi fıkıh kitaplarında yazılıdır.
İmam-ı Nevevi hazretleri buyuruyor ki:
Sıvı içkilerin azı, zarar vermese de haramdır. Zehirli otların sarhoş etmeyen, zarar vermeyen miktarını ilaç olarak kullanmak caizdir. (Mühezzeb)
İbni Hacer-i Mekki hazretleri de buyuruyor ki:
Afyon ve diğer zehirli otlar haramdır, fakat az miktarlarını ilaç olarak kullanmak caizdir. (Zevacir)
Âlimlerin çoğu tütüne mubah demiştir. Mesela Şeyh-ul İslam Ebülbeka, Ahmed bin Ali Hariri, İsmail Meraşi, kadi Abdürrahim, Ganim bin Muhammed Bağdadi, Şeyhul İslam Behai, Muhammed Tarsusi, Muhammed Kehvaki, Mısır âlimlerinden Yusuf Decvi ve Muhammed bin Abdülbaki Zerkani, allame Abdülgani Nablusi, Abdürrahman bin Muhammed İmadi, allame Ali Echüri, Mahmud-i Samini, Osman Bedreddin, seyyid Abdülhakim efendi, büyük âlim, veliyyi kâmil mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyorlar ki:
(Zarar ve alışkanlık yapmayacak kadar az içilen tütüne haram ve mekruh demekten sakınmalı, kesesine ve sıhhatine zarar vermeyecek kadar az içenleri fasık, günahkâr bilmemelidir.)
Zehir yeni çıkmadı. İnsanlık tarihinden beri biliniyor. İslam âlimleri, buna rağmen ilaç olarak kullanılmasına cevaz vermişlerdir. Şu halde, (Eskiden âlimler sigaranın zararlarını bilmedikleri için mubah demişler) demenin ne kadar yanlış, ne kadar cahilce, ne kadar ahmakça bir söz olduğu meydandadır.
Din bilgilerinde, açıklanmamış bir şey kalmamıştır. Kemale gelmiş olan bu dine eklenecek bir şey de yoktur. Dinimiz, kıyamete kadar olacak her şeyin hükmünü bildirmiştir. Âlimler bunları açıklamıştır. İctihad için konu kalmamıştır. Helal ve haram bellidir. Her çeşit uyuşturucunun ve zehrin hükmü bellidir. Dinde eksiklik olmaz. Bir âyet-i kerime meali:
(Dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım.)
[Maide 3]
Tamamlanmış bir dinde, sonradan eksik bir şey çıkmış olamaz.
Posted in hayrettin karaman, sorulara cevaplar, fethullah gülen | Comments Off
h1
Nihai Hedef Anadolu!
Mart 8th, 2007
misyoner
Dinlerarası diyalogta, Vatikan samimi değil. İkiyüzlülük ediyor. Bunu anlayan, Yahudiler başlangıçta taraftar görünmekle beraber, bu beraberlikten daha sonra çekildiler. Diyalog, dinlerarası değil Hıristiyan - Müslüman diyaloğu haline geldi.
Diyalog konusunda Diyanet de uyanmaya başladı. Diyanet İşleri Başkanı Vatikan’ın samiyetsizliğinden şikayetçi. Bu konu ile ilgili gazetelerde yayınlanan haber şöyle:“Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Tiflis’te katıldığı ‘‘Kafkaslarda Barış İçin İşbirliği ve Dinlerarası Diyalog Toplantısı’’nda, misyonerlik konusunu gündeme getirerek, diğer dinlerin temsilcilerine, artan misyonerlik faaliyetlerinin dinlerarası diyaloğa gölge düşürdüğünü söyledi.Şûra’da, diyalog için samimiyetin şart olduğunu kaydeden Yılmaz, herkes dinini seçmekte özgürdür. Kimsenin baskı altında tutulmaması gerekir. Dinlerarası diyaloğun sonuç verebilmesi için misyonerlik faaliyetlerine son verilmesi gerektiğini, söyledi.Ayrıca, Başkanlığın camilerde okunması için hazırladığı hutbede de, misyonerlik çalışmalarına karşı sert bir tepki gösterilecek ve vatandaşlar ‘‘Misyonerlik Faaliyetlerine Dikkat Edelim’’ başlıklı bir hutbe ile uyarılacak, denildi.(bkz.09.08.2002 tarihli diyanet hutbesi)
Vatikan’ın samimiyetsizliği, misyonerlik faaliyetleri ciddi boyutlara ulaşmış olacak ki, Yılmaz, Adapazarı’nda yaptığı konuşmada da bu konuya değindi. Deprem bölgesinde 100 kişinin dinini değiştirdiğinin tespit edildiğini belirterek, para karşılığı insanların vicdanlarının satın alınmasını, hiçbir dinin doğru bulmayacağına işaret etti. İnsanların düştüğü zor durumdan yararlanılmak istenildiğini, misyonerlik faaliyetlerine aldanmamak için “En başta İslam dinini iyi öğrenmek gelir” dedi.
Bunun böyle olacağı baştan belliydi. Biraz geç de olsa, “ Ne oluyor, anlaşmamız böyle değildi” noktasına gelinmesi de bir ilerleme sayılır. Çünkü hâlâ uyanamayanlar var. Nitekim, dinlerarası diyaloğun gayri resmi temsilcileri hâlâ tam gaz diyaloğu savunmaya devam ediyorlar.
Bu tür diyaloglarda tarafların netice alabilmeleri için, fikrin, inancın doğruluğu yanında güç dengesinin de rolü büyüktür. Maddi gücü, üstünlüğü olan, daha çok taraftar toplar. Hele Türkiye ve diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, ekonomik sıkıntı içinde olan, açlık içinde kıvranan insanları kandırmak ve onların sıkıntılı hallerini istismar etmek daha kolay olmaktadır.Misyonerlerin dağıttıkları paranın haddi hesabı yok. Vatikan’ın yardım teşkilatı temsilcisi, depremden sonra, 13 milyon dolar yardım yaptıklarını söyledi. Bu açıklanan resmi rakam, açıklanmayan kimbilir bunun kaç katı.
Bu faaliyetin neticesinde, son yıllarda otuz binden fazla Türk, Hıristiyan olmuştur. Nasıl ve niçin din değiştirdikleri bellidir. Bu otuz binden fazla kişi para gücüyle din değiştirmiştir. Sefalet çeken, geçim sıkıntısı içinde kıvranan insanları parayla kendi dinine çekmek diyalog anlaşmasına uyuyor mu?
Aslında Müslüman iken Hıristiyan olmuş değillerdir bunlar. Uzun yıllar, din eğitiminden, dini şuurdan uzak bırakılmış, dolayısıyla, dinle ilgileri kalmamış kimselerdi. Onlar için ha Müslüman kimliği ha Hıristiyan kimliği fark etmiyordu zaten. Dinini bilen bir kimsenin Hıristiyan olduğu hiç görülmemiştir.
Misyonerlik faaliyetlerine sadece dini açıdan bakmak da yanlış olur. Çünkü Vatikan’ın nihai hedefi bu değil. Esas maksat ülkemiz. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğunun kuyusunu bu misyonerler kazmıştı. Tanzimattan sonra, açılmasına iyi niyetle müsaade edilen yabancı okullar, yoğun bir şekilde misyonerlik faaliyetine girmişler ve yetiştirdikleri kimseleri devletin üst kademelerine getirerek Osmanlının yıkılışını sağlamışlardır. Vatikan’ın nihaî hedefleri Anadolu’dur. “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” adı altında Anadolu’yu tamamen Hıristiyanlaştırarak eski haline döndürmek istiyorlar.
Posted in diyanet işleri, misyonerlik, diyaloğun hedefi, dinlerarası diyalog, vatikan Dinler birleşebilir mi?
Şubat 21st, 2007
dinler arası diyalog
Bazı kesimler, “İnsanların hangi dinden, hangi inançtan olurlarsa olsunlar, “Diyalog”suz yaşamaları mümkün değildir. Bu insanın tabiatına aykırıdır. Neden “Diyalog”un üzerine bu kadar gidiyorsun?” diyorlar.
Bu sorunun cevabına geçmeden önce “Diyalog” nedir? Bunun üzerinde durmamız lazımdır. Diyalog, insanların hangi görüşten, hangi dinden, hangi milletten olursa olsun hoşgörü içinde kavgasız yaşayabilmeleridir.Böyle bir diyaloğa karşı çıkmak mümkün mü? Buna karşı çıkmak, sosyal hayata, sosyal barışa karşı çıkmak olur. Burada önemli olan, nerede nasıl diyalog yapılacağının iyi bilinmesidir. Benim karşı olduğum “Dinlerarası diyalog”tur. Şunu da söyleyeyim, eğer diyalogtan maksat, her din mensubunun dinini yaşamasına hoşgörü göstermek, dini hürriyet sağlamak ise buna kimsenin itirazı olmaz.
Fakat, diyalog dinleri bir ortak noktada birleştirmek, din hakkında şüpheye düşürmek şeklinde algılanırsa bu diyalog olmaz, dine, inanca müdahale olur. Çünkü, kişiler hangi dinden olurlarsa olsunlar siyasette, ticarette, bilimde… ortak nokta bulmak mümkündür. Dinde, inançta ise ortak nokta olmaz.
İşte benim diyaloğa itirazım, endişem bu noktada. İşin bilerek veya bilmeyerek bu noktaya çekilmiş olmasında. Mesela, dinlerarası diyaloğun mimarlarından, öncülerinden olan bir dergide bakınız diyalog nasıl algılanıyor: “Diyalog, ‘ben doğruyum sen yanlışsın’ anlayışından, ‘ben de, sen de doğru olabiliriz, ikimizin de farkında olmadığı bir noktada ortak doğrulara ve işbirliğine sahip olabiliriz’ anlayışına geçiş yapmaktır. “ (bkz.Sızıntı,Mayıs 2002 sayı:280 “Yitik Gelenek veya Sosyal SermayeİYALOG” Dr.Mehmet KÖYLÜ)
Dinde, “ben de, sen de doğru olabiliriz” bu mümkün mü? Bu kişinin dininden şüphe etmesi manasına gelir. Çünkü iman, benim dinim doğru, diğer dinler yanlış demektir. Dinimize göre, bir Müslüman, benim dinim doğru, senin dinin de doğru olabilir, derse o kimsenin dinle ilgisi kalmaz, dinden çıkmış olur. Çünkü, inancımıza göre bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik hak din değildir. İslamiyetin gelmesiyle, nesh edilmiş, yürürlükten kaldırılmış dinlerdir.Hak din sadece son peygamber Muhammed aleyhisselama gönderilmiş İslamiyettir. İslamiyete göre, sadece Peygamberimize inanan, islamiyetin emir ve yasaklarına uyan ancak Cennete gidecektir.
Diyalogcu dönüp dolaşıp hep, “ortak bir noktada buluşmayı” öngörüyor. Diyor ki, “Diyalogda fikir müzakereleri; birbirini çürütme ve kendini ispat etme maksatlı değil, birbirinin farklılıklarını anlama ve varolanın ötesine gidip oralarda keşfedilen ortak bir noktada buluşmayı öngörür.” (Sızıntı,Mayıs 2002) İslamiyet, kendisinin doğru diğerlerinin yanlış olduğu esasına dayanır. Kendisinin doğru inançta olduğunu, diğerlerinin yanlış olduğunu ispat etmeyi kendisine gaye edinmeyen bir Müslüman, inancını inkar etmiş olur.
Yine “dinlerarası diyaloğun” hızlı savunucularından olan bu dergi yazısında, “Diyalog, statü ve güç farklılıklarını askıya alan ve herkesi eşit seviyeye çeken, peşin hükümsüz, duymaya, dinlemeye, anlamaya ve varolanın ötesindeki mânâ boyutlarında mutabakat üretmeye dayalı özel bir iletişim biçimidir.“diyor.
Din zaten peşin hüküm demektir, bunu nasıl askıya alacaksın, nasıl mutabakat sağlayacaksın? Mesela, Hıristiyanlar, teslise, üç ilaha inanıyor; biz Müslümanlar ise, tek Allah’a inanıyoruz, bunun ortak noktası nasıl bulunacak, nasıl mutabakat sağlanacak? Üçle bir toplanıp ikiye bölünerek elde edilen iki sayısında mı mutabakat sağlanacak?Böyle bir yaklaşımı aklı başında hiçbir Müslümanın kabul etmeyeceği gibi, bir Hıristiyanın da kabul etmesi mümkün değlidir. Zaten Hıristiyanlar da bunu kabul etmiyorlar, kabul etti görünüyorlar.
Nitekim, Vatikan’ın 1999 yılında yayınladığı; “Towards a pastoral approach to culture” adlı bir kitapta esas maksatlarını açıkca şöyle ifade etmekteler:“Bütün insanlar Hz. İsaya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Nihai maksadımız, bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır “.
Posted in marjinal diyalogcular, dinlerarası diyalog, diyaloğa giriş, sızıntı, vatikan
Barışta hayır vadır!
Şubat 20th, 2007
Osmanlı İmparatorluğu
Kudüs’te Filistin’de dökülen kanları yıllardır televizyondan ibretle izliyoruz. Birçok gayretlere rağmen yıllardır durdurulamıyor bu kan. Hal böyle olunca insanın aklına iki şey geliyor: Ya bu işlerle uğraşanlar barışı sağlamada samimi değiller, ya da barışı sağlamada takip ettikleri yol yanlış.
Yeni bir yol açmak zordur. Fakat yapılmış bir yolu, yani geçmişte örnekleri olan tatbikatlara göre hareket etmek, denenmişin birer tekrarı olacağı için kolaydır. Aynı bölgede aynı dinler aynı insanlar olduğu halde Osmanlı altı asır barışı sağlamıştı. Bu barışta aynı temel ölçü alınsa mesele hallolacak. Peki Osmanlının çeşitli din ve ırktaki insanları bir arada tutmanın sırrı neydi? Tabii ki, “ İslamiyetin bildirdiği hoşgörüydü.”
Osmanlı‘daki hoşgörü, padişahların gelip geçici iyi niyetlerinin eseri değildi. Hoşgörünün kaynağı İslamiyettir, yani vahiydir. İslamiyette esas olan, barıştır. Kur’an-ı kerimde, “ Sulhta daima hayır vardır” buyurulmaktadır.Aslında diğer dinlerdeki insanlarla beraber yaşama , tolerans ve hoşgörünün de ötesindedir. Sadece toleransla sınırlamak yanlış olur. Tarihçi Prof. İlber Ortaylı bu konuyu şöyle ifade etmektedir:
“ Müslümanlar için başka dinden insanlarla birlikte yaşamak, tolerans gibi bir kelime ile ifade edilecek şey değildir. Çünkü, biz başka dinden insanlarla yaşamasını Allah’tan öğrendik, bu O’nun emridir. Biz burada bir seçim yapma şansına sahip değiliz. Böyle bir şans ta talep etmiyoruz. Biz vahyin emirlerine itaat ediyoruz. Ve başka milletlerle yaşamayı, onları ancak ikna ederek kazanmayı yol olarak seçmişiz.
Yeryüzünde hiçbir Müslüman toplum yoktur ki, gayrimüslimlerle birlikte yaşamasın. Hiçbir müslüman toplum, kendilerine açıkca isyan etmedikçe, gayrimüslimlerle hadisesiz yaşayıp gitme örneğini göstermiştir. Avrupa geçmişte olduğu gibi tahammülsüzlüğünü bugün de gösteriyor…”
Bu düsturun uygulanmasıdır ki, Osmanlı’da yaşayanlar, Müslüman olsun veya gayrimüslim olsun, o ülkenin parçası kabul edilmiş. Osmanlı’da, Musevi, Ortodoks, Ermeni cemaatleri, kültür, din, dil açısından özerkti. Ortodoks milletinin içinde Rum olmayan, Bulgar ve Rumen gibi etnik gruplar da vardı.Onlar da dillerini kullanmakta, örf ve adetlerine göre yaşamakta özgürdü.Milliyetçilik, 18′inci yüzyılın sonunda, Osmanlıyı parçalamak, yok etmek için ortaya atılan dış güçlerin bir oyunudur. Osmanlı, farklılıkları yaşatan, muhafaza eden, onları ortadan kaldırmayı amaçlamayan bir sisteme dayanır. Altı asır Osmanlı sulhu böyle sağlandı.
Haçlı Seferleri, dinlerarası barışı, hoşgörüyü bozmuştur. Osmanlı Devleti, böyle olumsuz bir konjonktürde kurulmasına rağmen, ilişkileri düzeltti. Osmanlı Devleti’nde kimliği dil değil, din belirlerdi. Gayrimüslimlerin güvencesi padişah fermanları ile sağlandı. Osmanlı Devleti’nde siyasi irade, farklılıkları birbirine benzetmeğe hiç gayret etmedi. Hatta, milliyetçilik cereyanlarının başladığı dönemde dahi, asimilasyon yerine bir üst kimlik olarak Osmanlılığı oluşturdu. Osmanlı, farklılıkları siyasi alanda yanyana yaşattı.
Ortadoğu’da olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar’da da, 456 yıl dengeyi ve barışı korudu. Bir Hıristiyan köle dahi, mahkemesinde, kendi dinine göre yemin edebilirdi. 1918′den itibaren, Osmanlı’dan sonra, Arap dünyasında huzur kalmadı.
Bizde, Batı’dakinin aksine hak ve hürriyetlerin gelişmesi tarihi diye bir süreç yoktur. Onlarda hak ve hürriyetler 1215 tarihli Magna Carta ile başlar. Kralın bir lütfudur, ihsanıdır. Bizde bu hak ve hürriyetler yaradılıştan başlar. Çünkü dinimize göre, insan en şerefli bir varlık olarak yaratılmıştır.
Osmanlı, “Dinlerarası hoşgörü” yü sözde bırakmayıp, asırlarca uygulamıştır. Hoşgörüyü bizim onlardan değil, onların bizden öğrenmeleri gerekir. Hoşgörü öyle anlatılıyor ki, hoşgörünün esas sahibi sanki Batılı Hıristiyanlar… Tarihi gerçekler bu kadar nasıl çarpıtılır anlamak mümkün değil. Sanki asırlardır, diğer dinlere, hatta kendi dinlerindeki mezheplere hayat hakkı tanımayan onlar değil de bizleriz!
Bütün bu tarihi gerçeklere rağmen, Batı’nın bizden ısrarla hoşgörü istemesi, ister istemez insanın aklına başka şeyler getiriyor. Yoksa, hoşgörüden, diyalogtan maksatları, İslamiyetin içini boşaltıp, Hıristiyanlığa benzetmek, daha sonra da dinleri birleştirmek midir?
Posted in hoşgörü, dinlerarası diyalog, hıristiyanlık
Diyalogcular Hrant Dink’e Yâsin Okuttu!
Ocak 31st, 2007
Hrant Dink
Önce 8sutun.com internet sitesinde yayınlanan aşağıdaki haberi birlikte okuyalım:
Hrant Dink İçin Batman’da Yâsin Okutuldu
Batman’da, ‘Dinler arasındaki hoşgörü ortamına katkı sunan’ Seyid Bilal Vakfı, öldürülen Gazeteci-Yazar Hrant Dink için Yâsin okuttu. Vakıf 2’nci Başkanı Emin Bulut, “Yıllar öncesinden Dink’in atalarının geçtiği bu topraklarda, her kesimle içiçe yaşadık. Dink, bizim için bir değerdi. Öldürülmesi bizi derinden üzdü. Ona içimizden gelen duygularla Yasin okuduk” dedi.
Merkezi Batman’da bulunan Seyid Bilal Vakfı, öldürülen Hrant Dink için vakıf merkezinde Yâsin okudu. Dink için okutulan Yasin’i yaklaşık 30 Vakıf üyesi dinledi. Vakıf İkinci Başkanı Emin Bulut, dinler arasındaki hoşgörü, sevgi ve barışı her platformda dile getirdiklerini söyledi. 1950’li yıllarda Beşiri İlçesi’ne bağlı Yenipınar Köyü’nde yaşayan Hrant Dink’in yakınlarının halen bölgede bulunduğunu anlatan Emin Bulut, şöyle konuştu:
“Bizler vakıf olarak din, dil, ırk ve mezhep gözetmeksizin hoşgörünün temsilcisiyiz. Üç semavi dinin atası olan Hz. İbrahim’in soyundan geliyoruz. Yıllarca bu coğrafyadaki diğer inançların mensuplarıyla bir arada yaşadık. Et ve tırnak gibi iç içeyiz. Yezidi, Süryani, Ermeni ve Keldaniler de bizim parçamız gibiydi. Hrant’ın öldürülmesi bizi de üzmüştür. İçimizden Hrant’a Yasin okumak geldi. Ruhu şad olsun, mekanı cennet olsun.” (28/01/2007)
Hrant Dink dürüst, kaliteli bir yazar olabilir. Ama bazı iyi sıfatlar onu Müslüman yapmaz. İşin cılkını çıkardılar.Bazı Müslümanlar birbirlerine olmadıkları kadar gayrimüslimlere merhametliler. Kantarın topuzu iyice kaçtı. Allah’ın Kur’ân’da kâfirlere verdiği sıfatlar belli. Siz diyalogcular Allah’tan daha mı merhametlisiniz?Allah’a yalan isnad edenlerin insanların en zalimi oldukları kesin bir biçimde Kur’ân’da belirtiliyor. Allah’tan korkun.
İşte size bir haber ve bir okuyucu yorumu… Aslında bunlara bir ilâve yapmak gerekmez ama hayli üzüldüğüm için ben de birkaç satır yazmak istiyorum…Bakınız “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” derken nerelere geldik. Bu işin sonu nereye gidecektir?
Hrant Dink’in öldürülmesi hepimizi üzdü ve sarstı. Ülkemizde böyle bir şey olmasını istemezdik. Lâkin dinî bakımdan bazı gerçekleri de gözardı etmemeliyiz. Bu gerçekler nelerdir? Açık ve seçik yazıyorum:
(1) Bir gayr-i müslim için Yâsin veya mevlit okunmaz. Çünkü: Gayr-i müslim İslâm’ı hak din olarak kabul etmez…Peygamber Efendimizi hak peygamber olarak kabul etmez…Kur’ân-ı Kerîm’i hak kitap olarak kabul etmez…Bunları hak olarak kabul etmiş olsaydı, gayr-i müslim olmayacak, müslim ve mü’min olacaktı.
(2) Bir Hıristiyan kilisesinde bir Müslümana dua edilmesine şaşılmaz ama Müslümanların bir Hıristiyana Yâsin okutmalarına şaşılır. Çünkü:Müslümanlar Hazret-i İsâ’ya inanırlar, Hazret-i Meryem’e çok hürmet ederler, ona annemiz derler, Allah’ın İncil adıyla kutsal bir kitap göndermiş olduğuna iman ederler. Hıristiyanlarda ise, İslâm’ın Peygamberi ve Kitabı konusunda böyle bir benimseme, kabul ve iman yoktur.
(3) Dinlerarası Diyalog doktrini/ideolojisi İslâm’ın “usûlüne” zıttır. Kur’ân “İbrahim Yahudi ve Nasranî değildi, o hanif ve müslimdi” buyuruyor. Diyalogcular “Üç ibrahimî din” diyorlar. Kur’ân “Allah katında (tek hak) din İslâm’dır” diyor; onlar üç semavî ve ibrahimî din edebiyatıyla hak dinlerin sayısını (İslâm’ın aleyhinde olarak) üçe çıkartıyorlar.
Habere yorum yapan okuyucunun dediği gibi bazı Diyalogcular işin cılkını ve cıcığını çıkartmışlardır.
Batman’daki dernek işi o kadar ileriye götürüyor ki, Şeytan’ı kutsal tanıyan kişileri bile Diyalog şemsiyesi altına alıyor.
İslâm dini Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem ile çıkmış bir din değildir. Asıllar, temeller bakımından Hazret-i Âdem’den beri sürüp gelen tek hak dindir. Hazret-i Muhammed ile, Şeriat (uygulamaya ait hükümler) sahasında son şeklini almıştır. Allah’ın sıfatları konusunda hiçbir değişiklik olmamıştır. Binlerce yıl tevhid inancı esasmış… Hazret-i İsâ’dan birkaç yüzyıl sonra ortaya Teslis çıkmış… Böyle bir kopukluk ve değişiklik kabul edilemez.
Şayet Diyalogcuların bazısı “Hem Tevhid haktır, hem de Teslis haktır” inancına sahip iseler, iyi bilsinler ki, dinden çıkmış olurlar. Kur’ân, Sünnet ve İcmâ Teslis inancını kesin şekilde reddetmektedir.
Amerikalılarla, Siyonistlerle işbirliği yapan Diyalogcuların (Hepsini kasd etmiyorum, “yapanları” kasd ediyorum) sorumlulukları çok büyüktür. Şaşırttıkları, inançlarını bozdukları, saptırdıkları vatandaşların vebali onların üzerinedir.
Ne günlere kaldık!..
Resmî din otoritelerine soruyorum: Bir gayr-i müslime Yâsin okunur mu?
Nasıl cevap verecekler… Yukarıya tükürseler bıyık, aşağıya tükürseler sakal…
Posted in diyalog etkinlikleri, dinlerarası diyalog, köşe yazıları
Asıl Onlar Utansın!..
Ocak 31st, 2007
Benedict XVI-Bartalemaus-Mesrob Mutafyan
İstanbul’da toplanan “Uluslararası Avrupa Birliği Şurası” genel olarak değerlendirildiğinde;”Bilhassa, insan hakları yönünden dinimizde bazı eksiklikler, yanlışlıklar var; bunları eleştirel bir bakışla ana kaynakları yeniden yorumlayarak günümüzün şartlarına uyduralım, böylece Batı’ya karşı mahcubiyetten kurtulalım” havası hakimdi toplantıda. Alınan kararda da bu vurgulandı.
Şunu unutmayalım ki, elbisenin üzerine vurulan yama hiçbir zaman orijinalinin yerini tutmaz. Her şeyin, orijinali, aslı kıymetlidir.Arayışlara, zorlamalara hiç ihtiyaç yok. Tertemiz bir geçmişimiz var. Alnımız açık, yüzümüz ak. “Dinlerarası inanç ve hoşgörü toplantıları” son aylarda nedense hep gündemde! Aslına bakarsanız, dinlerarası diyolag, hoşgörü 14 asırdır zaten var. Asırlardır iç içe yaşamışız, hem de huzur içinde. Bunun tarih bakımından en yakın örneği, ecdadımız Osmanlı’nın uygulamasıdır. Konuşulanlardan, yazılanlardan açık olarak anlıyoruz ki, Osmanlı’dan hiçbir din mensubunun şikayeti olmamış. En geniş din hürriyetini, en güzel hamiliği yapmış ecdadımız. Böyle bir örnek varken, onlara şirin görünmek için yeni zorlamalara, yeni yorumlara ne ihtiyaç var? Üstelik, denenmiş netice alınmış. ABD bile Osmanlı’yı örnek alıyor!
Toplantıda, Prof. Dr. Nesimi Yazıcı’nın da ifade ettiği gibi,”Osmanlı’nın bir arada yaşama ve dini hoşgörü yönü iyi değerlendirilerek, bundan azami derecede istifade etmeliyiz!”
Aslında, asıl utanacak olan onlar. Yahudileri İspanya sahillerinde gemilerde ölüme terkedenler, fırınlara atanlar onlar. Mezhep farkı yüzünden yüzbinlerce dindaşını engizisyonlarda katleden onlar… Yirmi birinci yüzyılda hâlâ çağ dışı ırkçı düşüncelere sahip olanlar onlar.Sayın Başbakan bu gerçeği toplantıda şöyle dile getirdi: “Biz asırlardır, birçok ırk ve dindeki insanlara kucak açtık; ayırım yapmadan onları adaletle idare ettik. Hal böyleyken, bugün Batı’nın üçte ikisinde halen ırkçı görüş hakim. Hıristiyan kulübü olarak gördükleri için bizi AB’ye almakta direniyorlar. Bu bir aymazlık örneğidir.”
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, her zaman onlara merhamet etmiş, şefkatle yaklaşmış. Onları dışlamamış, alış veriş yapmış. Vefat ettiği zaman, bir Yahudiden borç aldığı arpa karşılığı kalkanı onda rehindi. Yalnız kendisi şefkatli davranmakla kalmamış, bütün Müslümanların da böyle davranmasını emretmiş. Üstelik, bunu yazılı hale getirip her tarafa dağıtmış.
Hz. Peygamberin teminatı
Müslümanların, Hıristiyanlara ve Yahudilere yapmakla mükellef oldukları muamele şekli, bizzat Resulullahın, bütün müslümanlara hitaben, yazdırdığı şu mektupta açıkca bildirilmiştir:
“Bu yazı Abdullah oğlu Muhammedin “aleyhisselam” bütün Hıristiyanlara verdiği sözü bildirmek için yazılmışdır. İş bu yazı, müslüman olmayan bütün kimselere verdiği ahdi, sözü tevsik için kaleme alındı.
Her kim ki, bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun, Cenab-ı Hakka karşı isyan, Onun dini ile istihza etmiş sayılır ve Cenab-ı Hakkın lanetine layık olur. Eğer Hıristiyan bir rahip (papaz) veya bir seyyah (turist) bir dağda, bir derede veya çöllük bir yerde veya bir yeşillikte veya alçak yerlerde veya kum içinde ibadet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle beraber, onlardan her türlü teklifleri kaldırdım.
Onlar, benim korumam altındadır. Ben onları, başka Hıristiyanlarla yaptığımız ahdler mucibince, ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden affettim. Vergi vermesinler veya kalbleri razı olduğu kadar versinler. Onlara cebretmeyin, zor kullanmayın. Onların dini reislerini makamlarından indirmeyin. Onları, ibadet ettikleri yerden çıkartmayın.
Bunlardan seyahat edenlere mani olmayın. Bunların manastırlarının (Kiliselerinin) hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların Kiliselerinden mal alınıp, Müslüman mescidleri için kullanılmasın. Ticaret yapmayan ve ancak ibadet ile meşgul olan kimselerden, her nerede olurlarsa olsunlar, vergileri almayın.
Onlar benim himayem altındadır. Ben onlara “eman” (izin) verdim. Ticaret yapanlardan, gelir vergisi almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mülkleri bulunursa bulunsun, yılda oniki dirhemden daha fazla vergi almayın. Onlara zahmet, meşakkat teklif olunmaz. Kendileriyle bir müzakere yapmak icab ederse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecektir. Onları daima merhamet ve şefkat kanadları altında himaye ediniz!
Onların kendi Kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibadet etmelerine mani olmayınız! Bunlara Kilise tamirlerinde yardımcı olunacaktır.
Bu ahdname (sözleşme) kıyamet gününe kadar devam edecek, dünya sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse, bunun aksine bir harekette bulunmayacaktır.”
(Mecmu’a-i Münşeat-üs-salatin,1.cild.s.30)
Bu ahdnameyi Peygamberimiz Hz. Ali’ye yazdırmıştır. Bizzat kendisi ve onyedi Eshabı imzalamıştır. İşte, “Diğer din mensublarına İslâmiyetin hoşgörüsü.” budur.
Böyle bir dinimiz, Peygamberimiz varken onlara karşı eziklik duymak, dini bilmemenin veya art niyetin alametidir. Bizim bu konuda onlardan öğrenecek hiç birşeyimiz yok, fakat onların bizden öğrenecekleri çok şey var… Bunun için de bizim onlara değil, onların bize yaklaşması gerekir…
Farzedelim, Dinlerarası diyalogla onların istediği gibi dinde değişiklik yapıldı. Bize karşı bakış açıları değişecek mi? Bu sorunun cevabını Kur’an-ı kerim veriyor:
“Dinlerine girmedikçe Yahudiler ve Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklar!..” (Bakara, 120) buyuruluyor.
“Hem müslüman hem hıristiyanım!”
Ocak 20th, 2007
“Diyalogdan Düğüne” başlıklı Zaman Gazetesinin Haberi-http://arsiv.zaman.com.tr/2000/04/15/guncel/2.html
Önce size merhum Nasreddin hocadan bir fıkra anlatayım: Hoca’nın devrinde bir ara asayiş sebebiyle, bıçak, kama vb. şeyleri taşımak yasaklanmış. Mutat aramalarda müderris olan Hoca’nın üzerinde kocaman bir kılıç bulunur.Subaşı, Hoca’ya sorar,
”Hoca bu nedir?”
“Bu tashih bıçağıdır.Yazılardaki yanlışlıkları bununla kazıyorum.”
“Hocam, bu nasıl tashih bıçağıdır, bizim bildiğimiz o küçücük bir şeydir. Seninki yarım metre boyunda? “
“Dediğiniz doğru, eskiden kafi geliyordu, fakat şimdi bildiğiniz gibi değil, öyle hatalar, yanlışlıklar yapılıyor ki, kazımakda bu bile az geliyor.”
***
Şimdi de gazetelerde yayınlanan bir haberi vermek istiyorum:
“Diyalogdan Düğüne”-Haber Arşivi:http://arsiv.zaman.com.tr/2000/04/15/guncel/2.html
“Lester Kurtz ve Mariam (Meryem) Kurtz, Dinlerarası Diyalog toplantısının en ilginç konuklarıydı. Biri Teksas’tan yani Amerikalı, diğeri Darussalem yani Tanzanya’dan. Biri metodist protestan bir ailede büyüyüp Quaker (tarikat üyesi)olarak hayatını sürdürüyor, diğeri ise Müslüman. Biri Teksas Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü, diğeri ise gazeteci. Afrika’da katıldıkları bir konferansta tanışıp evlenmeye karar vermişler. Amerika’ya yerleşip resmi nikahlarını yapmışlar ve tam bir yıldır dini nikah kıymak için beklemişler. İşte bu bekleyiş, nihayet Urfa’da son buldu.
Haham, papaz ve müftünün huzurunda kendisini Kelime-i şehadet getirerek ‘hem Hıristiyan, hem de Müslüman’ ilan eden ve aynen çifte vatandaşlıkta olduğu gibi çifte dinli olmak istediğini ve Meryem ile evlenerek geçmişinde sahip olduğu Hıristiyan kültürle İslam kültürünü meczetmek istediğini belirten Lester, ‘ İslamiyet’in güzellikleri ile geçmişimdeki Hıristiyanlıktan kaynaklanan güzellikler arasında bir tezat görmüyorum ve iki dinin güzelliklerini İbrahim Peygamber’in mekanında Musevi dostlarımın da duaları ile Meryem’le birlikte dini nikah kıyarak sürdürmek istiyorum’ dedi.
Gözleri dolu bir biçimde bu anı beklediğini belirten Meryem ise, Lester’in geçen yıl bir ay oruç tuttuğunu, Ramazan boyunca beş vakit namaz kıldığını, birlikte Hıristiyan bayramlarını da kutladıklarını; fakat İslami usullerle nikah kıymayı hep arzuladıklarını vurguladı. Üç dinin duaları ile salevatlar eşliğinde gerçekleşen nikah merasimi, katılımcıları derin ve anlamlı düşüncelere sevk etti. Bu evlilik, diyaloğun bir göstergesi olarak algılandı.”
(15 Nisan 2000 Cumartesi-Zaman Gazetesi)
Gel de şimdi Hoca’nın fıkrasını hatırlama. Fakat, olaydaki yanlışlıkları Hoca’nın kılıcı da düzeltecek gibi değil… Çünkü, diyalogun neticesi, meyvesi olarak takdim edilen olay, tamamen gayri İslami… Yapılanı izah etmeye kalksam günler sürer. Zaten lüzum da yok; her Müslümanın bildiği yanlışlıklar… Bu olay, Hıristiyan aleminin ne yapmak istediğini açık şekilde ortaya koymaktadır.
Şimdi sormak lazım: Bu bir dinlerarası diyalog mu, yoksa dinleri birleştirme mi? Diyalog, zaten asırlardır devam etmektedir. Mesela, İstanbul’da aynı sokakta, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi iyi komşuluk içinde yaşıyordu. Birbirlerinin inançlarına saygı gösteriyorlardı. Fakat, hiç bir Müslüman, nikah için, Kiliseye, Havraya gitmezdi. Onlar da camiye gelmezdi. Herkes kendi ibadetini kendi mabedinde yapardı. Olması gereken de zaten bu değil mi? Bunun tersini düşünmek saygısızlık, inançları hafife almak olmaz mı?
Bu toplantılar ile ilgili şöyle de bir yorum gözüme çarptı:
Ahmed Şahin
“Ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Garip olan şudur ki, ittifak ettiğimiz amentüyü öne geçirmiyor da, ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Halbuki temelde ittifak varken, teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir.”
(17 Nisan 2000 Pazartesi-Zaman Gazetesi-Ahmed Şahin’in “Ehl-i kitapla amentüde ittifakımız var!” başlıklı yazısından alıntı)
İnsan ne söyleyeceğini bilemiyor doğrusu… Derler ya, küçük dilimi yuttum… Aynen öyle. Şimdi bu iddia sahibine sormak lazım: Onlarla aramızdaki fark, amentünün sonundaki, “Ben şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam, O’nun kulu ve resulüdür.” hükmüdür. Müslümanı Müslüman yapan da bu farktır. Bu fark olmasaydı, İslamiyet olur muydu? Bu farka hiç “teferruat” denebilir mi? Peygamberimiz bu farkı kabul ettirmek için mücadele etmedi mi? Dört büyük halife, diğer Eshabı kiram efendilerimiz, başta ecdadımız Osmanlılar olmak üzere bütün Müslüman devletler, asırlardır bu farkı dünyaya tebliğ için çalışmadılar mı? Bütün bunlar teferruat mıydı?..
Yeni bir “HAÇLI SEFERİ” mi?
Ocak 14th, 2007
Yeni Haçlı Seferi dinler Arası Diyalog
Hiç dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum. Hıristiyan âlemi son seneler birden bire değişti. Dinlerarası diyalog, barış, sevgi, tolerans devri başladı. Haçlı Seferleri’nde Müslümanlara akıl almaz işkenceler yapıp katledenler; bununla da kalmayıp kendi dininden olan milyonlarca insanı bile mezhep farkından dolayı yok edenler, birden kuzu gibi oldular. İnsan haklarından, insan sevgisinden, kardeşlikten bahsetmeye başladılar.
İnsanın ister istemez aklına geliyor: Gerçekten bunlar kuzu gibi oldular mı, yoksa, halen kuzu postuna bürünmüş kurt mudurlar? Merak ettiğimiz bu sorunun cevabını yine kendileri verdiler: Vatikan’ın 1999 yılında yayınladığı; “Towards a pastoral approach to culture” adlı bir kitapta esas maksatlarını açıkca şöyle ifade etmekteler. “Bütün insanlar Hz. İsa’ya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır nihaî maksadımız”.
Demek ki, bütün bunlar; yeni taktikler, yeni metodlar…Şimdi, bu tür faaliyetlerin tarihi seyrine bir göz atalım. Hıristiyan misyonerliğini yedi aşamada ele alabiliriz. Bu aşamaların her birinde, döneme ve şartlara göre farklı metotlar takip edilmiş. 1965’den sonra, “Diyalog Dönemi” başlatılmış.
Eski dönemlerde, Haçlı Seferleri sırasında, çok acımasız, çok zalimane, çok kanlı usullerle Hıristiyanlığı yayma, Müslümanlığı yeryüzünden silme faaliyetlerine girişilmişti. İşte bu yeni ”Diyalog” döneminde, bunları unutturmak için; Hıristiyan olmayan bütün insanlarla konuşarak, her türlü din mensubunu muhatap kabul ediyor görünerek, onlara şirin görünmeye çalışarak, onların inançlarını da tenkit etmeden, Hıristiyanlığı anlatma, insanlara sevdirme ve bütün dünyayı Hıristiyanlaştırma hedeflenmiştir.
Bu maksatla, Ülkemizde, Ortasya Türk Devletlerinde, diğer İslâm Ülkelerinde ve Hıristiyan olmayan diğer ülkelerde, o ülkelerin dilleriyle ve lehçeleriyle yazılmış pek çok kitap, kitapçık, broşür, mektup, yerine göre para dağıtılmakta. Örneğin, Azerbaycan’da Hıristiyanlığı seçene, kişi başına 100 dolar verilmekte; aylık maaşların 20-30 dolar olduğu düşünülürse, büyük rakam! Tek Hıristiyan Türk topluluğu olan Gagavuzlara İslamiyetten uzak kalmaları için ödenen para ise kişi başına 200 dolar.
Kendi dini hakkında hiçbir bilgisi olmayan insanlara, bu yayınlar, paralar cazip görünmektedir. İslâm dinini bilen, Peygamberimizin hayatını öğrenen insanlar, bu yayınlardan ve masallarından etkilenmez. Ama çeşitli maddî sıkıntılar içinde zorlanan, birtakım boş, gerçekleşmeyecek vaadlerle, aldatılarak kandırılan insanlar bulunabilir.
Bedava sirkenin baldan tatlı olduğuna inanan insanlar her asırda bulunmuştur. Bundan sonraki asırlarda da bulunacaktır. Ama bu bedava sirkenin onun midesine zarar vereceği, kendisini zehirleyeceği , dünya ve ahıretini perişan edeceği anlatılırsa,insanlar onu kabul etmeyecektir. Bedava sirkenin yanında, insanlara bedava bal da takdim edilse, insanlar balı tercih edeceklerdir.
Araştırmacılara göre, bu faaliyetin arkasında ABD’nin desteği de var. “ABD, kıtalararası imparatorluğunu sürdürmek için, her üç semavi din içinde, kendisine bağlı birer tarikat örgütledi. Bu tarikatların hepsinin söylemi aynı: Dinlerarası Diyalog!”
Mesela, ABD, Güney Kore’yi sömürgeleştirirken, bir de Hıristiyan Tarikatı kurdu ve Güney Kore nüfusunun yüzde 40’ı Budistlik’ten vazgeçip Hıristiyan oldu; bu başarıdaki en büyük pay, “ Moon tarikatı”nındır. Scientology tarikatı da bu maksatla kurulmuştur. Bu tarikatların dini yorumlayışları, çalışma tarzları ve hedefleri arasında normalin üzerinde uyum var…”
Bütün bunlardan sonra şu söylenebilir: Komünizmin yıkılmasından sonra, Batı, gücünü İslamiyeti yok etmeye yöneltti. Müslüman alemi, yeni bir Haçlı Seferleri ile karşı karşıya. Fakat bu defa çok dikkatliler. Müslümanları uyandırmamak için her türlü hileye başvuruyorlar. Nihai hedefe varmayı üç safhada gerçekleştirmeyi planlıyorlar:
Önce dinlerarası diyalog. Sonra, dinlerin birleştirilmesi. Son olarak da, dinlerin birleştirilmesi kılıfında kendi ifadeleri ile, “Kilisede toplamak!”
Bu defaki Seferler, orta çağdakilere benzemiyor. Sefere katılan sadece Avrupa değil, zamanımızın süper devleti olan ABD’ de var işin içinde. O bakımdan Müslümanların işi zor görünüyor. Ne diyelim; sebeplere yapışıp, oyuna gelmemek için Allah’a sığınmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok. Allah yardımcımız olsun!
Kafa Karıştıran Diyaloglar…
Ocak 13th, 2007
Dinler Arası Diyalog ve Hoşgörü Projesi
Gayri müslimlerle, diyalog, hoşgörü toplantıları devam ediyor; Urfa, İstanbul, Mersin… Bundan sonra da, değişik zeminlerde, mekanlarda devam edeceğe benziyor… Devam etsin, diyalogtan hoşgörüden kimsenin şikayeti yok. Asırlardır bu zaten var. Burada duyulan endişe; acaba, dinimize bir zarar gelecek mi, gelmiyecek mi düşüncesi.
Endişe duyulacak sebepler de yok değil… Bir Hıristiyan, Müslüman kadınla evleniyor. Diyalog mensuplarının huzurunda nikahları yapılıyor. Adam , “Ben çifte dinliyim” diyor. Kimse çıkıp da, bu vatandaşlığa benzemez, çifte dinlilik olmaz demiyor. Ayrıca İslamiyette, Müslüman kadın, “Hıristiyan erkekle evlenemez” de denmiyor. Yoksa, bunlar da mı teferruat olarak görülüyor! Doğrular dile getirilse kimse endişeye kapılmayacak.
Vatikan’ın 1999 yılında yayınladığı kitaptaki, “Bütün insanlar Hz.İsaya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz edilerek Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır nihai maksadımız” ifadesi de kafaları karıştırıyor!
Bir de toplantıların sonunda alınan kararlara bakıyorsunuz; hepsinin ortak noktası, İslam dinini tenkit ederek, yeniden yorumlayarak hoşgörü ortamı sağlamak… Tenkit ettiğin, beğenmediğin şeyi nasıl başkalarına sunacaksın? Diyalog kurabilmek, İslamiyeti tanıtabilmek için takip edilen yol yanlış. Geçmişteki uygulamalardan örnekler vermek aslında yeterli. Hazret-i Ömer’in Kudüs fethedilince, Kudüs halkına verdiği “Eman” güzel bir örnek…
Tarihi vesika
Bu emanda, gayri müslimlere geniş ibadet hürriyeti verilmektedir. Çünkü, dinimiz gayri müslimlere de iyi davranmamızı, onlara zulüm yapmamamızı emretmektedir. Hatta İslamiyet, gayri müslim hakkına, Müslüman hakkından daha çok önem verip sakınılmasını emretmektedir.
Hazret-i Ömer‘in bu emanı da şöyle:
“İşbu mektup, Müslümanların emiri Ömer-ül-Faruk’un, Kudüs halkına verdiği eman mektubudur ki, onların varlıkları, hayatları, Kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile diğer bütün milletler için yazılmıştır. Şöyle ki:
Müslümanlar, onların Kiliselerine zorla girmeyecek, Kiliseleri yakıp yıkmayacak, Kiliselerin herhangi bir yerini tahrip etmeyecek, mallarından az bir şey bile olsa almayacak, dinlerini ve ibadet tarzlarını değiştirmeleri ve islam dinine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zorlama yapılmayacak.Hiçbir Hıristiyan en ufak bir zarar bile görmeyecek. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine, eman verilecektir. Eğer burada kalmak isterlerse, tamamen teminat altında olacaklar. Yalnız Kudüs halkı kadar cizye, gelir vergisi vereceklerdir.
Eğer Hıristiyan halkından bazıları, aile ve malları ile beraber çıkıp gitmek isterlerse ve Kiliselerini ve ibadet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere kadar canları, Kiliseleri, yol masrafları ve malları üzerine eman verilecektir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zamanına kadar, onlardan hiçbir vergi alınmayacaktır.”
İmza:Ömer-ül-Faruk. Şahidler: Halid bin Velid, Amr İbnil’as, Abdürrahman bin Avf, Muaviye bin Ebi Süfyan.
İşte gerçek hoşgörü!
Bu konu ile ilgili bir de anektod aktarayım:Kudüs’ün Müslüman askerler tarafından fethinden bir müddet sonra da , papazlar, halife hazret-i Ömer’i Kiliseye davet ettiler.Hazret-i Ömer, görüşme uzayınca namaz kılmak istedi:”Papaz efendi, bana bir yer gösterin de namazımı kılayım”dedi. Papaz, “Buyurun burada kılabilirsiniz, bizim için bir mani yoktur ya Ömer!” dedi. Hazret-i Ömer’in, gösterilen yerde namaz kılmak istemediğini anlayan papaz, sordu ”Peki, sizin burada namaz kılmanıza mani olan şey nedir?” Hz. Ömer şu cevabı verdi: “Benim halkım, namaz kıldığım yeri cami yapmak ister. Burada namaz kılınca siz, Kilisenizin mescide çevirilme tehlikesi ile karşı karşıya kalırsınız. Bunun için bana başka bir yer gösterin.”Kilisenin dışında müsait bir yer gösterdiler. Hazret-i Ömer namazını orada kıldı. Daha sonra, burası mescid haline getirildi. İsmine de Ömer Mescidi denildi.
İşte Müslümanlar, geçmişte gayri müslimlere bu kadar geniş ibadet hürriyeti verirlerdi. İbadetlerine mani olmadıkları gibi, ibadetlerine mani olacak şeyleri de ortadan kaldırırlardı. Onlara da rahat ibadet etme imkanı sağlarlardı.İslamiyette, gayri müslimlere ibadet hürriyeti sağlandığı gibi, Müslümanların malı, canı, namusu nasıl korunuyorsa, gayri müslimlerin mal ve can emniyeti de aynen sağlanır. Bunun için gayri müslimler, Müslümanlar arasında asırlarca, rahat, korkusuz bir şekilde yaşamışlardır.
Bunları anlatmak varken, iki de bir dinimizi tenkit edelim, yeniden yorumlayalım demenin kime ne faydası var? Onlara şirin görünmek için illa da dinden taviz mi vermemiz gerekir?
Zenbilli’nin Gayri Müslümleri Savunması
Müslüman devletler, gayr-i müslimlerin hakkına, hukukuna saygılıydı. Bugünkü gibi hoşgörünün adı değil kendisi vardı. Gayri müslimlerin hukukuna ne kadar saygılı olduğunu göstermek bakımından ecdadımız Osmanlı’dan bazı anektodlar aktarmak istiyorum:
Avrupa’da, kralların, istediği kimseyi astırdıkları, istediği kimseyi hapsettikleri, yani tam bir diktatörlük ile ülkelerini idare ettikleri zamanlarda, Müslüman ülkelerde, Müslüman olsun, gayr-ı müslim olsun, herkese adalet ile muamele ediliyordu.
Sultan Selim Han‘ın şeyhülislamlarından, Zenbilli Ali Efendi, yolda, elleri bağlanmış kişilere rastladı. Bu kişilere sordu: “Nedir bu haliniz?” “Biz Hıristiyan tüccar kimseleriz. Alış-verişimizi Sultanın emrine göre yapmadığımız zannedildiği için bizi tutuklattı.”
Zembilli Ali Efendi, bunları dinledikten sonra Padişahın huzuruna varıp dedi ki: “ Padişahım, tüccarlara haksızlık yapılmış; serbest bırakılması lazımdır. Bunlar senin emrine aykırı bir iş yapmamışlar.” Padişahın,” Ben sana, benim yaptığım siyasi işlere sen karışmayacaksın dememiş miydim?” sözlerine karşılık “Burada gayri müslim insanların, haksızlığa uğraması, zulüm görmesi mevzubahis. Bunun için, şeyhülislam olarak, buna müdahale etmem benim vazifemdir. Karışmazsam, vazifemi yapmamış olurum.” dedi.
Yavuz Sultan Selim, korkusuzca hakkı savunan, Ali Efendi’nin bu hareketine çok memnun oldu. Yanlış bir iş yaptığında kendisini ikaz edecek bir din adamı bulunduğu için Allahü teâlâya şükretti. Sonra tüccarları salıverdi.
* * *
Bir anekdot daha!
Avrupa Hıristiyanları, Papa’nın kışkırtması ile bir araya gelip, Osmanlı topraklarına saldırınca, Kanuni Sultan Süleyman Han ordusuyla sefere çıktı.Ordu, ağır ağır hedefe doğru ilerliyordu. Yol dar olduğundan, ordu mecburen bağların içinden geçiyordu. Hava çok sıcaktı. Asker susuzluktan kıvranıyordu.Çok güzel üzümleri bulunan bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopardı. Yiyerek biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti.
Çok geçmeden mola verildi. Bu esnada, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiği görüldü. Hıristiyan köylü ısrarla Padişah ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanuni‘nin huzuruna götürdüler. Kanuni sordu:”Nedir bu halin, kan-ter içinde kalmışsın? Bir şikayetin mi var?” Köylü, “ Ben şikayet için değil, tebrik etmek için geldim. Askerleriniz bağdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağlı bir çıkı gördüm. İçini açtığımda, para vardı. Dikkatli baktığımda, bir salkım üzümün koparıldığını gördüm. Anladım ki, koparılan üzümün parası olarak bırakılmış. Sizde böyle güzel ahlaklı asker olduğu müddetçe sırtınız yere gelmez. Sizi tebrik ederim!”
Aynı ordu, Belgrat yakınlarında, yine mola vermişti. Askerler, susuzluklarını gidermek, abdest almak için çeşme arıyorlardı. Bir manastırın yakınında bir çeşme bulup, ihtiyaçlarını giderirken, manastırdaki birkaç rahibe, askerlere yardım etmek için çeşmenin başına geldi. Kadınların geldiğini gören askerler, hemen çeşmenin başından çekilip, sırtlarını döndüler, kadınlara yan gözle bile bakmadılar.
Bu durumu uzaktan ibretle seyreden, Başrahib, hemen eline kağıt-kalem alıp, haçlı kumandanına şunları yazdı: ”Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bunlar kadına-kıza, mala-mülke önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini feda ederek, dinlerini yaymaya çalışıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey Haçlı kumandanları! Siz “Onlardaki bu ahlakı bozmadan, ortadan kaldırmadan” onlarla mücadele ederseniz, canlarınızdan ve mallarınızdan mahrum kalacağınız açıktır. Kendinizi ölüme atmayınız!..”
Sakın, diyalog, hoşgörü, dini yeniden yorumlama çalışmalarında, burada bahsedilen “ahlakı” ortadan kaldırma gayretleri olmasın!..
BU YAZI BAZI KAYNAKLARDAN ALINTIDIR
.